HAYDAN GELEN…
HAYDAN GELEN…
Yaman Güney, ellisine yeni merdiven dayamış, sakalı yer yer ağarmış, yüzü nur saçan bir intiba uyandırırdı insanda. İnsanlar ona ‘’Hacım’’ diye hitap ederlerdi. Hacca gitmişliği de yoktu ama biz ona gönüllerin hacısıydı diyelim.
Kış zor geçerdi bu coğrafyada. Kuş uçuşu otuz, kırk kilometre aşağısı denizdi. Denizin, malum o iyot kokusunu köylerine gelinceye kadar ormanlar, fındık bahçeleri, çayır çimen içine çeker alırdı. Kendi köylerine de dağın sisi, yağan karın soğuğu, ayazı kalırdı. Yaman Güney’in yaşadığı coğrafya da işte böyle bir yerdi.
Hazıra hazine mi dayanır! Kış uzunca sürerse ahırdaki iki ineğin, bir yerlere gidip-gelmek için beslediğin bineğinin sapı, samanı, otu bitiverirdi. Kurnaz tilkilerden çokça canları yansa da yem kalmadığında tavuklarını bile salıverirlerdi bahçelere. Kısmetten öte bir şey olmaz diye…
Bağda, bahçede kendi çaplarında fındık başta olmak üzere mısır, fasulye, patates, lahana ekseler de çoğu zaman yetmezdi. Hele de kış mevsiminin uzadığı, ilkbaharı dört gözle beklerken, bir gece ansızın yağan karın kırk, elli santimlere kadar yükseliverdiği zamanlarda…
Bunun için çoluk çocuğu kalabalık onlar, onların iaşesini sağlamak için mevsimlik inşaat işçisi olarak giderlerdi taşı toprağı altın diye duydukları İstanbul’a… Bazıları da köyler arasında hayvan alıp satarlardı. Her mahallede birer bakkal olsa da onlar da veresiyeden yakınırlardı çoğu zaman.
Yaman Güney’in bu işleri kıvırabilecek sabrı yoktu. O hep maceralı, bir koyup on almanın hayallerini kurardı. Uzayan kış gecelerinde bir çıkış yolu ararken askerde iken seyrettiği sinema filmlerdeki üç kâğıtçılıklar geldi aklına. Ama bunlar Yaman Güney için zor işti. Çoluk çocuk vardı. Başı belaya girer hem ‘’attığım taş, ürküttüğü kurbağa değmez’’ diye düşünürdü kendi kendine… Başka hayalleri vardı. En iyisi ticaret yapmalıydı. Ama nasıl?.. Önce iyi bir intiba uyandırmalıydı çevresinde. Sonra, sonra mı? Vur voleyi! Gel yaşa bu oksijeni bol yerde. Kim bulacak ki seni, bu dağ başında…
Yaşadığı yerin, özellikle kış mevsiminin soğuk olması aklına battaniye fikrini getirdi. Askerdeki battaniyeleri düşledi. Akmaz, kokmazdı. Modası da geçmezdi. Kışın üstüne, yazın da altına ser… Hem de yünden…
Önce fındıklarını, sonra da ahırdaki ineğinin birini sattı. Aklınca biraz sermaye yaptı. Askerdeki arkadaşları ile aralarında geçen sohbetlerden buraların yün deposu olduğunu öğrenmişti. Çantasına koyduğu bir tomar senet ve nakit para ile Adıyaman, Siirt gibi yerleri gezdi. Oradaki yün tüccarları ile parasının yettiği kadar peşin, ikna edebildiği kadar da senet vererek, karşılığında yün aldı.
Yünleri tartarken ‘’Aman ha! Hak geçmesin, bu dünyanın üstü varsa, altı da var!’’ deyip dururdu. İkide bir de ‘’Aman, işe dalıp da vakit namazını kaçırmayalım!’’ derdi. Ezan okunduğunda işi olduğu gibi bıraktırır, doğru camiye giderdi. Dilinden bal damlayan ses tonunu, nur yüzlü sakallı siması tamamlardı. Aldığı malın bir miktarını peşin para ile ödemesi, sürekli dini söylemleri ve de eylemleri kısa zamanda karsısındaki insanları ikna etmeye fazlası ile yetmişti…
Günümüzde insanlar yaşadıkları malum olaydan (on beş temmuz) sonra çoğunlukla böyle düşünmeseler de o zamanlarda Anadolu’da; ‘’Alnı secdeye değmiş adamdan zarar gelmez!’’ düşüncesi hakimdi. Söz vardı ve söz, senetti…
Daha önceden tespit ettiği, battaniye üreten atölye ve fabrikalardan, yün karşılığı battaniye alarak memleketine geldi. Battaniyeleri açık pazarda fındık zamanına kadar veresiye dağıttı. Yaptığı hesaba göre iyi para kazanmıştı ama biraz beklemesi gerekiyordu.
Fındıklar satılıp da borç ödeme zamanı gelince sattığı battaniyelerin paralarını topladı. İyi parası olmuştu. İlçe de battaniye satan esnaflarla görüştü. Onlara ‘’isterseniz size de battaniye getireyim’’ diyerek siparişler aldı.
Önceki yün aldığı yere kiraladığı bir kamyonla gitti. Yaman Güney artık gittiği yerlerde ayakta karşılanıyordu ‘’Hacım’’ diyenin ağzından bir ‘’hacım’’ daha çıkıyordu... Önce malın bir miktarını senet ile almayı kafasından geçirdi. Sonra; ‘’Senet başıma iş açarsa’’ diye içine bir kurt düştü. Bundan vaz geçti.
Görünüşü, tatlı dili, dini söylem ve eylemleri insanlar üzerinde olumlu etki yaratmaya fazlası ile yetiyordu. Geçen aldığı yünden kalan senetlerini öncelikle topluca ödedi. Bu davranışı esnaflar üzerinde olumlu bir intiba yarattı. Kuşku yoktu ama var olan da dağılıp gitti. Ah! Önüne koysan köpeğin bile yemediği para nelere kadir değildi ki!
Yeni satın aldığı yünü kamyona yükletti. Tam ödeme işlemine geçilecekti ki:
‘’Bir miktarını da senet karşılığı alacaktım ama geçen ki senetler biraz gecikti. Size karşı mahcup oldum. Bu sefer paranızı keş (peşin) vereceğim ama bir kişinin benimle gelmesi lazım. Dükkanımdaki kasadan nakit ödeme yapmak istiyorum’’ derken o kadar samimiydi ki…
İşlerini bitirdikten sonra içlerinden yaşlıca olanı paraları almak için yanlarında gelmeyi kabul etti. Yollar uzundu. Konuş konuş söz bitiyor, git git yol bitmiyordu. Yanındaki misafirde yorgunluk da vardı. O kadar yünü kamyona yüklerken çocuklarına az da olsa yardım etmişti. Konuşurken, arada sayıklamaya başlıyordu. Gecenin bir vaktinde sözde dükkânının yanına geldiler. Karşılarında kepenkleri indirilmiş koca bir mağaza vardı. Hafifçe yavaşlayıp, ileride açık bir kahvenin önünde durdular. Misafirine dönerek:
‘’Görüyorsun hacı. Babaları onca zahmetle gece gündüz demiyor iş takip ediyor. Zamane çocukları mağazayı erkenden kapatıp gidiyor. Neyse şu kahvenin önünde inelim de şoför anahtarı alıp gelsin. Biz de şurada birer çay içeriz hem de lavabo ihtiyaçlarımızı karşılarız’’ dedi. İlerideki açık bir kahvenin önünde durdular. Önce misafir kamyondan indi. Misafir yabancı bir yere gelmenin şaşkınlığı ve uyku sersemliği ile indiği kamyondan etrafa bakarken Yaman Güney şoföre:
‘’Oğlum, az ileride sağa sap orada beni bekle. Ben biraz sonra gelirim’’ dedi. Aşağıya inince de şoföre:
‘’Evden anahtarı alda gel. Biz, misafirimizle kahvede bekliyoruz. Biraz elini çabuk tut!’’ dedi. Misafiri ile birlikte açık olan kahvenin kapısından içeri girdiler. Selam verip uygun bir yere oturdular. Yaman Güney kahveciye eliyle iki işaretini yaptı. Çayları geldi. İçmeye başladılar. Önce kendisi lavaboya gitti, geldi. Yanındaki misafir lavaboya girince Yaman Güney çay parasını masanın üzerine bıraktı. Hızlı adımlarla biraz uzakta köşede kendisini bekleyen kamyona bindi. Ver elini…
Günün kuşluk vaktinde battaniye fabrikalarına yünü verdi. Karşılığında battaniyeleri arabaya yükleyip memleketine döndüler. Kamyon kirası, mazot parası, yeme içme gibi zorunlu maliyetler çıktıktan sonra cebinden fazladan para çıkmadan, bir kamyon battaniye sahibi olmuştu. Battaniyeler allı güllü, kimisi kilim motifli ve de naylon ambalajı içindeydi. Bu seferkiler, sanki daha mı iyiydi ne?..
Lavabodan çıkan adam, Yaman Güney’i göremeyince kahveciye sordu. Kahveci de:
‘’Çayların parasını bıraktı, dışarı çıktı’’ dedi. Önce ‘’acaba gösterdiği dükkâna mı gitti ki’’ diye aklından geçirdi. O arada bir de çay istedi. Çayını içerken aklına çok değişik şeyler geldi. Ceketinin sağ dış cebinden teşbihini çıkardı. ‘’Tövbe tövbe! Sakalı kucağında adam hiç öyle şey yapar mı?’’ diye düşünürken ikinci çayını da içmişti. Müşteriler teker teker çıkıp gidiyorlardı. O biraz daha bekledi. Kahvede müşteri kalmamıştı. Kahveci:
‘’Hemşerim kapatmamız gerekiyor. Biraz sonra bekçiler gelir. Mırın kırın ederler’’ dedi. Hep birlikte dışarı çıktılar. Kahveci evine giderken Misafir de bir umut diyerek, geldiklerinde baktıkları o dükkânın yanına kadar gitti. Dükkân kapalıydı ama bir türlü Yaman Güney’in dolandırıcı olabileceğine inanmak istemiyordu. Biraz sonra arada düdük öttürerek iki bekçinin yanına doğru geldiğini gördü. Bekçilerden biri yüzüne doğru el fenerini tuttu. Yanına kadar yaklaşınca kendini biraz toparladı. Utana, sıkıla kendi şivesiyle başından geçenleri anlattı. Bekçiler de:
‘’Sen biraz burada bekle, biz şöyle etrafı dolaşalım. Dönüşte birlikte karakola gideriz. Derdini orada anlatırsın’’ dediler… Geç de olsa dolandırıldığını anlayan tüccar, bekçiler ile birlikte karakola gitti. Adamın adını, sordular söyledi. Arabanın plakasını sordular, ‘’bilmiyorum’’ dedi. Görevli polis tutanak tuttu. Sekizden sonra uğramasını tembih etti. Bekçilerle kendisini en yakın otele kadar gönderdi. Atı alan, Üsküdar’ı çoktan geçmişti!..
***
Yaman Güney yün karşılığı aldığı battaniyeleri kamyona yüklettikten sonra şoförü ile birlikte yemek yediler. Yol boyundaki bir otelde konakladılar. Bismillah deyip yola çıktılar. Ertesi gün güneşin doğuşuyla birlikte memlekete varmışlardı.
Yaman Güney’in bir kamyon battaniye ile geldiğini duymayan kalmamıştı. Battaniyelerin bir kısmını esnafa, bir kısmını da depoya boşalttı. Kamyoncu, bahşiş gibi fazlasıyla aldığı parasının yanında, bir de ormandan nakliye işi bulunca pek keyiflenmişti…
Bu battaniyeleri nasıl temin ettiğini bilen esnaf, Yaman Güney’e çok kısıtlı ödemeler yapıyorlardı. Her seferinde çeşitli bahaneler ileri sürüp eline üç beş kuruş verip başlarından def ediyorlardı…
Hayatın ne garip bir cilvesidir ki; Yaman Güney’in bunca vurguna rağmen yine de yaşamında bir değişiklik yoktu. Sadece kasabaya gelip de esnafa uğradığında çokça mazeret dinliyor, az bir miktar para alabiliyordu. Eli boş döndüğü de çok oluyordu. Ortada senet yoktu. Görgü tanığı yoktu. Olsa ne olurdu ki. İşin aslı öğrenilse başı belaya gireceği kesindi. Onun için olup bitenler karşısında sesini bile yükseltemiyordu.
Böyle durumlarda ne demişlerdi atalarımız:
‘’HAYDAN GELEN, HUYA GİDER!..’’
Salih KOÇ
20 Mart 2022 / B.Çekmece
[email protected]
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.