- 269 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ARAKİ KENDİNİ BULASIN
ARA Kİ KENDİNİ BULASIN
Kaybolan kimlik, kaybolan kişilik, kaybolan anlayış, kaybolan murat bu etkenleri arıyorum. Bu kişilikleri arıyorum. Hasılı kendimi arıyorum. Adam gibi adam olmayı ben buradayım demeyi ne kadar isterdim ama nafile galiba. Bu aradıklarım sözlüklerde bile yok oralardan bile silinmişler. Arayışlar arttıkça daha dillenir hale geldik.
Aslında kendimi arayışım kendime yönelişim yeni değil, bir öz arayışı aynı zamanda bu hakikat arayışı. “kendini varlığı içinde araştıran” bir ayrıştırma…Öz ve sözün birlikteliği ile ortaya çıkan bir yeti. Eğer bu iki kavram birbirinden farklı ise, işte burada kişinin kendin bulmasında bir yozlaşma vardır ve birbirinden farklı iki nesnel, birbirini ifade etmeyen kaybolan kişiliği ifade eder.
Halbuki asıl olan insanın bu iki kavram ile kendini bulmasıdır. Bu iki kavram ile kendisini kuşatan hakikate ermesidir. Kalp başka düşünüyor ve hissediyor, dil başka söylüyor başka şekilde ifade ediyor. Biri diğerini ne duyuyor nede uyuyor. Birbirine uyum sağlamaktan çok uzak. Bu tür ile de hakikate erip kişinin kendini bulması çok zor görünüyor.
Söz özü ifade edince bir ağırlığı bir yaptırım gücü vardı. Şimdilerde ise söz de, hakikati kendi varlığına taşıyamayan insanın şahsında, özle birlikte buharlaşıverdi ve anlam kaybına uğradı. Sonuç itibarıyla sözü özüne özü de sözüne taşıyamayan “insan” yok oldu…Gönül başka söyler dil bambaşka söyler. Ademden bu yana insanla şereflenen yeryüzü inanç bazen de bu kadar boşalmamıştı çorak topraklar gibi verimsiz hele gelip kendi özüne hasret kalmamıştı.
Sermayesi derdi olanların dildeki uzaklığı ve çelişkisi kendini bulmada yabancı kalıyor. Zira Allah ile irtibatını koparmış varoluş sebebini unutmuş En kıymetli yaratılış ile yaratılmış olmasına rağmen süflileşmiş, yeryüzüne halife olarak yarattım ifadesine ters düşmüştür. Bu ters düşüşü hangi “merhametli ve adaletli el” hangi “yüksek akıl”, hangi “akıl ve kalp terazisi çok gelişmiş insan”, hangi “yüksek feraset sahibi”, hangi “müşfik yani şefkat sahibi” ruh giderebilir? En önemlisi de bugün bu ruha sahip insan ya da insanlar yeryüzünde var mı?
Benlik enaniyet kokan çok da, miski amber kokan yok mu. Enaniyetin, benlik iradesinin elinden perişan olmuşlar. Şair ne diyor ‘’benlik iradesin elinden bırak, Her nereye bakarsan hak gözüyle bak’’ Benlik konusu, insanın varoluş gerçeğiyle derin bağlantıları olan bir olgu. Olgu ve algı arasındaki ilişkiden yola çıkıldığında, olguları da algıları da insanoğlu genellikle kendi dışındaki gerçeklere uyarlamayı tercih ediyor. Yani kendi dışında arıyor… Ama olgunun da algının da nesnesi insan olunca zorun da zoru bir hakikatle yüzleşmenin ilk adımlarını, ilk fakat en zor adımını atmış oluyor insanoğlu.
Çünkü bu, insanoğlunun herhangi bir te’vile fırsat tanımaksızın yüzleştiği en büyük hakikat olarak karşısında duruyor. Yani bizzat kendisi ile ilgili “hakikatle. Evet, bu bir yüzleşme. İnsanın kendisiyle yüzleşmesi… Hakikat ise hem insanın içinde hem de dışında yani her yerde aranabilir. Önemli olan insanın tüm bunlarda ne kadar hissedar olduğu, kendisine neyi nasıl taşıdığı ve hakikat denen irfan meyvesinden ne denli nasiplendiğidir.
Zira insan kendi dünyasına dönüp baktığı zaman onsekiz bin alemin özü olduğunu az çok kestirebiliyor. Allah insan kalbine küçük kara bir leke saklamış ‘’içinde on sekiz bin alemi saklamış ’’Zübde-i alem olduğunu bilmiyor fehmedemiyor “Sen kendini küçük bir cisim sanırsın. Ama en büyük alem sende gizlidir.” sözleri birbirini destekleyen ve hakikatin ortak tonlarını haykıran benzer anlamları ifade etmektedir. ‘’Zihin fukara olunca, akıl ukala olurmuş ‘’Halbuki zihin hayatımızın anlam haritasıdır. İbadetlerimiz hayatımızın yol haritası, akıl ve izan ölçüsü mihenk taşıdır. Günümüzde insan ve medeniyete dair arayışların hepsini anlamlı kılacak şey, bazı tesbitlerin doğru yapılması ve ondan sonra insanın tevil edilmesine ihtiyaç vardır.
Allah indinde insan ne olduğu zaten açık ve tevile ihtiyacı yoktur. O nedenle insanın kendine dair “benlik algısı” ya da “ben feraseti” her zaman olduğu gibi bugün de çok büyük önem taşımaktadır.
“İnsan kendini kendinden ve Allah’tan saklayamaz, saklanamaz.” Kendine yalan söyleyecek kadar basitleşmemişse insan, kendini kandıramaz. Üstelik tek boyutlu da değildir. Kendine karşı samimi olsa dahi kendini tedavi edemeyeceği pek çok bireysel sıkıntısı, değişik dertleri, yetişme bozuklukları, davranış sorunları, nefs hastalıkları vardır. Tüm bu müşküllerini, sıkıntılarını aşması için özellikle bu zamanda ve zeminde aklını, kalbini, ruhunu, yani hepsi de insanın başlı başına kalitesini, Allah vergisi müstesna yerini ifade eden bu değerlerini yerli yerinde ve yaratılış amacına uygun kullanırsa ancak, kendine ve hayata dair doğruları, hem kendinde hem de çevresine yansıtabileceği imtiyazlı, üstün bir meleke elde etmenin doğru yolunu yakalamış ve tüm bu güzellikleri doğru yolda seferber etmiş demektir.
Zira kendine şah damarından daha yakın olan yaratıcısının özünü, nefsini ruhunu bütün acziyet ve zaaflarını bildiğini bilerek tüm doğru değerlerinde doğru seçim ve iradeyi sergileyerek gerçek kimliği ile buluşmuş allahın kendisine iltifat ile bıraktığı sevgi kapısına girmiş olur. Cüz olarak kendisine verilen bu sevgi gerçek manada insanı insan yapmaya yeterde artar bile. Her şeyi sevgisinden yaratana yakınlaşmanın en önemli kapısı kendini sevmesi ve yaratılanları sevmesidir. Çünkü İnsanı Kendini tanımak adına doğru yolda olmanın şartlarından çok önemli bir diğeri de sevmek… Günümüz insanının çok hasta olduğu ama hasta olduğunu fark etmediği şey sevgi eksikliğidir…
Allah ne buyurdu habibine ‘’ya Habibim seni sevgimden yarattım dedi. Her şeye karşı sevgi, özü sevgi, sözü sevgi olacak nefsani değil ruhani sevgi, Karşıt cinse duyulanda sevgiden bir cüzdür ama bunu iyi değerlendirmek gerekir. Çünkü sevgi, insanda mutlak karşılığı olan çok güçlü bir duygudur. Sevgi sayesinde insan empati yapar, merhamet eder, tevazu gösterir, sertlikten uzak durur, cömert olur. Yani kısacası insanı insan yapan şey sevgidir.
Sevgi, duygu gibi insanı insan yapan özelliklerinin kalın bir perde ile üzerlerinin örtülü olması, insanlarda bu güzelliklerin var olmadığını göstermez. Sevgisizlik ve duygusuzluğun, davranışlara yansıması çoğu zaman bu patolojik durumları görünür hale getirir. İnsaf ve merhamet zaviyesinden bakan bilge insanlar o nedenle; “İnsan başka davranışları başkadır.
Çünkü aynı zamanda, insanın değişebileceği gerçeği var. Mizaç, huy, karakter gibi temel kavramlar değişmez derler yedide neyse 70 de de odur derler. Evet böyle bir söz varsa da insan değişir, hem de çok değişir. Ama ne var ki değişim konusunda ortaya koyduğu niyetin yanı sıra en çok ihtiyaç duyduğu şey ümit beslemektir.
Allah’ dan ümit kesilmez kesilmesinin hükmü bellidir. Allah Teâlâ “Allah’ın lütuf ve merhametinden ümidinizi kesmeyin, çünkü Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler ümit keser” (Yûsuf 12/87) ve “Rabbinin rahmetinden haktan sapmış olanlardan başka kim ümit keser” (Hicr 15/56) buyurarak Allah’a karşı ümitsizliğin ancak kâfirler ve yanlışa dalıp gitmiş kimselerin özelliğidir insan hayatında ne denli müthiş önemi olan bir konu ki dua etmek ve af dilemek kula düştüğü ve affetmek yetkisi Allah’ta olduğu halde ve vaad Allah’ın vaadi olduğu halde, ellerini gökyüzüne açma ve yüreğini Rabbi’ ne yöneltme eylemi dediğimiz “tövbe” ibadeti, ancak kulun ümit içinde olmasıyla amel boyutu taşıyan bir eyleme dönüşmenin ilk ve mutlak şartı oluyor. (Mustafa AKINCILAR KARDEŞİMİN PAYLAŞTIĞI ÜMİDİNİ KESME DİZESİ TAM BURAYA GÖRE KOYDUM OKUNSUN DİYE’’ Sıkıntılı zamanlarında sakın ümidini kesme; çalış gayret göster. Göreceksin ki bir gün güneşli, neşeli günler sizi kucaklayacak. Güçlük kolaylıkla beraberdir, kendine gel, ümidini kesme.’’)Ümitsiz olursan kime tövbe edip af dileyeceksin “Ben kulumun zannı üzereyim.” buyuran Allah, kişi hulusun bağrını yer kelamı kibarı da ümit etmeyi öğütlüyor. Bu öğüt kulun kendini kandırmadan ümitvar olmasını her şeyden daha önemli buluyor. Ümitsiz OL’ unmaz, Ümitsiz ÖL’ ünmez. Günahsız insan yoktur. Günahım yok diyen kadarda günahkar yoktur. Ümitvar olacağız ki Allah’tan af dileneceğiz. En’ esi varsa zaten gururundan ne af diler nede ümit besler. En’ esine yani ben demeye sığınır gider. “ben”ine, kendine dair “benlik algısına…” Burası aslında konunun en konuşulmaya değer bölümü…
İnsanın kendine dair benlik algısında, çok ilginçtir ki, insan bu konuda daha çok dışından değil “içinden şekillenen” bir canlıdır. Bir bakıma kendi kendine yaptığı konuşmalar gibi diyebiliriz. İnsan bu yolla yani içinden geçen olumsuz seslerle özdeşlik kurarsa, gereksiz bir empati yaparsa, ne yazık ki ihya ya da inşa olmaz, tam aksine inkıraza yani yıkıma uğrar. Oysa bu sesler insanın kendine değil, nefsine, şeytanına, vehmine, hayaline aittir. Tüm bunların etkileyici ortak parantezine “vesvese” diyebilirsiniz. İnsan eğer, içinden geçen bu sesler hakkında kendini yeren, kendini döven, kendini hırpalayan bir yerde duruyor ya da bilmeden kendine haksızlık yapıyorsa bu haksızlığın önüne geçmenin, engel olmanın en pratik yolu bu vesveselere hakikat adına doğru bir not verebilmek için, vesvese ile şüphe arasındaki farkı akademik, ilmi, irfani boyutta ayırt etmektir. İnsan eğer, kendi kendine düşman değilse bu iyiliği kendine yapmalı ve kendi içinde bir irfan yolculuğuna çıkmaya hazırlan-malıdır.
İnsanoğlu, içinden geçen bu seslere, nefs kaynaklı bir vesvese ise bunlar ‘’ruhum başka , nefsim başka” diyerek kendi zihninde yeni bir irfan penceresi açabilir. Hele bir de bunu davranışlarıyla taçlandırırsa yavaş yavaş, tadından yenmez bir hale gelir ve kendini hakikaten sevmeye başlar. İnsan bedenini bir şehre benzetirsek, İyi birde vali atarsak değme keyfine. İnsanda yetmiş dokuz ahlakı hamide, yetmiş dokuz ahlakı zemime vardır. Ahlakı hamideler ruhun, ahlakı zemimeler nefsin istekleridir. Sen hangisini şehre vali yaparsan vücut şehri onunla yönetilir. Vesveseler şeytandan geliyorsa tekbir getirerek, besmele çekerek onu bertaraf edebilirsin. Nefsinden kaynaklı ise ancak onu rabıta ile uzaklaştırabilirsin.
‘’ Bir büyüğüm sohbette rabıtanın ehemmiyetini anlatabilmek için şöyle buyurmuştu. Nefsi görseniz çirkinliğinden korkar bayılırsınız, Rabıtanın ona yaptığını görseniz acır ağlarsınız’’ bu vesveseler şeytandan ise, “ben şeytana uymam”, Yok nefsimden ise rabıtama havale ediyorum diyebilme iradesi sadece uygulanmayı bekleyen oldukça hayat kurtarıcı, can simidi bir formül olarak kendi benliğimize dair irfan ajandasında başköşedeki yerini alacaktır. Demek ki kendini tanımak, içindeki seslere hiç rahatsız olmamak üzere doğru bir anlam vermek isteyenlerin birinci sloganı “Ruhum başka, nefsim başka” demek olmalıdır.
Velev ki tüm bunların sonunda nefse ya da şeytana uyup bir hataya düşse dahi insan, doğru düşünmeyi becerebilirse eğer, sadece aslında bizzat kendi gözüyle “hata yapabilen” bir canlı olduğunu görmüş olur.
önemli olan asla ama asla ümitsizliğe düşmemek olmalı. Yoksa nefse ya da şeytana gerek yok, tüm bu bilgileri bile bile kendimize büyük bir yazık etmiş oluruz.
İnsanın dokusu nefsi itibariyle temelde hep aynıdır. İnsan bu yönüyle her türlü rezaleti işleyebilir, türlü türlü sefaletlere düşebilir. Mademki tüm bunlarla iç içe bir hayatın içinde yaşıyoruz ve insan her türlü kötülüğe hissedar olmaya ve bizzat işlemeye müsait, öyleyse işin başında insan, nefsine ya da şeytana uymakla her türlü kötülüğü işleme potansiyelinde olduğunu kabul etmeli… Ne ilginçtir ki bu yapımızı kavramak aynı zamanda insanın iyiliğe ve güzelliğe müsait, güzelliklere bakan yüzünün de garantörü durumunda. Çünkü insan tüm bu hatalarla malul olduğu için “ben hiç hata yapmam, hiç günah işlemem” diyemez ve dememeli de… Nitekim bu düşüncenin gerçeklerle bağdaşan bir tarafı yok. Çünkü insan “melek değil…” Öyleyse nefsinin var ve diri olması, üstelik de her türlü pisliği yapabilecek potansiyelde olması, bu realiteyi aynen kabul eden ve hakkıyla hissedenler için, bir o kadar da nefse ve onun tezahürlerine karşı tedbir almayı kaçınılmaz, gerekli ve mecbur kılıyor
“Hilali göremiyorsan, hilali görenlere git ki bayramı göresin.” Tabi bugün bu yönlendirmeler, doğru adrese teslim edilmeyi bekliyor… Nefsin bu potansiyelini bilenler, düşmana karşı gardını alarak doğru bir iç duruş sergilemişlerdir. Aslında takva da hiç günah işlememek değil, her türlü pisliği yapabilecek bir nefse karşı tedbir almaktır. Sözün ve özün kısası ‘’ARA Kİ KENDİNİ BULASIN VESSELAM.’’
’’Kalem dertleri yazar ,dil dertleri söyler. Gönül her ikisine de hükmeder. ’’
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.