- 332 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Köy Öğretmenleri
“Asla unutamadığım köy öğretmenlerim
Sayın Fevzi Derat ve Sayın Mukaddes Derat Hocalarıma”
K ö y Ö ğ r e t m e n l e r i
Her ikisi de öğretmendi. Yeni mezun olmuşlar, öğretmenliğe ilk adımlarını atmışlar ve hemen evlenmişlerdi.
Öğretmenlik yapmak için ilk nakillerini almışlar, yeni okullarını görmek için yola düşmüşlerdi.
Güvercinlik adında bir köyün ilkokulu idi yeni görev yerleri. Güvercinlik, Gazimağusa’nın 12 km kuzeyinde Lefkoşa Anayolu’nun biraz içerisinde bir köydü. Yerleşime yeni açılmıştı. 1975 yılında Türkiye’den gelen göçmenler ikamet ediyordu burada.
Öğretmenlerimiz, bu köyü hiç bilmiyorlardı. İlk defa geliyorlardı buraya. Sadece Gazimağusa’ya yakın olduğunu duymuşlardı. İkisi de Lefkoşalıydı.
Lefkoşa Mağusa yoluna girip ilerlediler. 45 dakika sonra Mağusa’ya yaklaştılar. Şehre 8-9 km uzaklıkta yol kenarında Güvercinlik levhasını gördüler. Yavaşlayıp sağ tarafa doğru döndüler.
Yol, toprak ve taşlı bir yoldu. Adanın yolu asfalt olmayan ender köylerden biriydi. 3 km kadar toprak yolda ilerlediler. Taş dolu yolda yavaşça ilerlediler. Köy, nihayet göründü. Bir tepenin üzerine kurulmuştu.
Köy girişinde bir yokuş vardı. Yavaş yavaş bu yokuşu çıktılar. Yol, küçük bir yarım daire çiziyordu. Yokuşu çıkar çıkmaz köyün ilk evleri görünmeye başladı. Kerpiç evler, beton evler iç içe geçmişti. Bakımlı bir köy görünümü yoktu. Köy yolu toprak olmasına rağmen, köyün içi tamamen asfalt kaplı idi. Bu güzeldi. En azından kötü bir görüntü yoktu.
Sokaklar neredeyse ıssızdı. Arada sokakta oynayan yalın ayaklı çocuklar görünüyordu. Bazen de ellerinde kovalarla su taşıyan kadınlar görünüyordu. Bunlar köy meydanına gelen ve halka su dağıtan tankerden su alıyorlardı. Demek ki köyde su sıkıntısı yaşanıyordu.
Köy meydanına geldiler. Birkaç tane genç meydanda sohbet ediyorlardı kendi aralarında. Onlara okulu sordular. Gençler, okulu tarif ettiler. Az ileride köyün sonuna doğru ilerleyeceklerdi. Okul karşılarına çıkacaktı.
Köyün hiçbir alt yapısı hazır değildi. En başta su yoktu. Temizlik için su gerekti. Bırakın temizliği, içmeye su bulamıyordu köylüler. Haftanın belirli günlerinde Gazimağusa Belediyesi’nin gönderdiği su tankeri ile idare ediyorlardı. Hatta su alırken, bazen kavga dahi çıkıyordu.
Köyde hiçbir vasıta yoktu. Şehre gidecek olanlar, erken kalkıp 3 km yürüdükten sonra anayola varıyor, oradan buldukları araçlarla şehre iniyorlardı. Peki, acil hastası olanlar ne yapıyordu? Durum onlar için çok zordu. Bu nedenle mümkün mertebe hasta olmamaya dikkat ediyorlardı.
Köyde bir binayı kahvehane yapmışlar, akşamları orada toplanıyorlar, köyün sorunlarını tartışıp çözüm bulma yolunu arıyorlardı. Köyde televizyon da yoktu. Adeta dünyadan uzak bir şekilde yaşıyorlardı. Medeniyet, sanki bu köye uğramamış, hiç selam vermemişti. Köyde henüz bir düzen sağlanamamıştı. Herkes sefil, herkes yoksuldu.
Köy, ikamete yeni açıldığı için köylülerin bir işi de yoktu. Göçmen oldukları için, ayın belirli günlerinde hükümet, bu insanlara yiyecek yardımında bulunuyordu. Yağ, un, şeker, pirinç, makarna, fasulye, nohut, konserve balık ve süt gibi erzak dağıtıyordu. Ama bu durum nereye kadar sürecekti?
Fevzi Bey ile Eşi Mukaddes Hanım, köye girdiklerinde adeta bir harabe köy ile karşılaştılar. Şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemediler. Çünkü köy bakımsızdı. Yokluk her haliyle köyde kendini gösteriyordu. Biliyorlardı ki bu durumun düzelmesi uzun sürerdi. Neticede kendileri de bu köyde yaşayacaklar ve bu köyün bir parçası olacaklardı. Hele de köyün bu kötü durumunu görünce iyice şaşkına dönmüşlerdi. Bu sıkıntılara, dertlere ve yokluğa kendileri de katlanacaklardı? Buna nasıl göğüs gereceklerdi bilmiyorlardı.
Okula geldiklerinde şaşkınlıkları bin kat daha arttı. Okul demeye bin şahit isterdi. Bırakın duvarların boyasını, sıvalar dökülüyor, demirler pas tutmuş, iskelet gibi görünüyordu. Sınıflara üç beş masa konularak bir sınıf havası verilmişti. Duvarda bir kara tahta bile yoktu. Kara tahta olmayan bir yerde tabii ki tebeşir olması beklenemezdi.
Ne yapacaklardı? Bu kadar yoklukta nasıl eğitim verebileceklerdi? Okul sorumlusu Koray öğretmenle görüştüler. O da göreve başlayalı birkaç gün olmuştu. İşleri çok zordu. Ama umutluydular. İyimserdiler. Bu zorluğu aşacaktılar. Kendilerine güveniyorlardı. Çünkü meslekleri öğretmenlikti. Kutsaldı. Elbette bu güçlüğün üstesinden geleceklerdi. Gelmek zorundaydılar. Yoksa köy öğretmeni olmanın hiçbir önemi, hiçbir özelliği kalmayacaktı.
Koray öğretmen, “İşlerinin zor olduğunu” söylüyordu. Ama yapacaklardı işte. Oturup uzun uzun konuştular. Uzun ve kısa vadeli plan ve projeler yaptılar. Bir liste hazırladılar. İhtiyaçları, eksikleri kalem kalem tespit ettiler. Bakanlığa giderek bunları temin etmeye baktılar. Birçoğunu buldular. Bulamadıklarını da kendi imkânlarıyla hallettiler. Tanıdıkları işadamlarına, ticaret ile uğraşan kişilere, marketlere, kırtasiyelere gittiler. Onlardan yardım aldılar.
Öğrencilerin hiçbirinde okul kıyafeti yoktu. Kimilerinin ayağında terlik vardı. Kimileri kendilerine büyük gelen ayakkabılar, pantolonlar veya gömlekler giyiyordu. Masum, gariban öylece gelip gidiyorlardı okullarına. Önce bunlara kıyafet bulunacaktı. Sonra defter, kalem, silgi, çanta gibi zaruri ihtiyaçlar giderilecekti.
Okulun suyu yoktu. Su temin edilecekti. Sağlıklı denebilecek bir tuvalet yoktu. Derme çatma bir tuvalet vardı. Çocuklar sağlıklı değildi. Öğrencilerin hepsi bir sağlık kontrolünden geçirilmeliydi. Doğrusu yapılacak çok, ama çok iş vardı. Bunları hep bir plan çerçevesine koydular. Zamanla hepsini çözeceklerdi…
Koray öğretmen, Mağusalı olduğu için arabası ile gidip geliyordu. Onun için köyde kalma sorunu yoktu. Ama Fevzi Bey ve Eşi için durum öyle değildi. Onlar Lefkoşalı olduklarından her gün gidip gelemezlerdi. Her ikisi için de bu, zor olacaktı. O nedenle köyde kalmak zorundaydılar.
İlk gün şaşkın şaşkın Lefkoşa’ya döndüler. Kendilerine göre ihtiyaçlarını belirleyip ertesi gün geldiler köye. Muhtarla görüştüler. Öğretmenlere ayrılan lojmanın anahtarını muhtardan aldılar. Lojmanı temizleyerek yerleştiler. Muhtar da onlara köylü birkaç bayan vererek yardımcı oldu.
O gün için acil ihtiyaçlarıyla birlikte bir de yatak getirmişlerdi. Diğer malzemeler zamanla taşınacaktı.
O geceyi gaz lambası ışığı altında geçirdiler. Elektriği bağlatamamışlardı. Bir gün sonra o işi de hallettiler. Köyde elektrikten anlayan bir genç muhtarla birlikte geldi. Elektrik direğinden bir kablo ile elektrik bağladılar.
Evde su olmadığı için temizlik tam anlamıyla yapılmamıştı. Muhtar, o konuda da yardımcı oldu. Bir tankerle eve su getirmiş ve su ihtiyacı giderilmişti. Tabii bunlar geçici bir çözümdü. Su, yeteri kadar yoktu. Ancak içmeye, bulaşık yıkamaya yetiyordu.
Mukaddes Hanım, eline süpürgeyi almış ve temizliğe başlamıştı. Ama istediği gibi temizlik olmuyordu. Çünkü imkânlar yok denecek kadar azdı. Ev, bir türlü istediği kıvama gelmiyordu. Etraf, hala toz içindeydi. Mukaddes Hanım ne kadar uğraştıysa da ev, bir türlü temizlenmiyordu. İlla da su gerekiyordu. Evin her yerini su ile bir güzel yıkamak gerekiyordu.
“Bizdeki şansa bak” diyordu Fevzi Bey. “Kurada çeke çeke nereyi çektik?”
Mukaddes Hanım, onu teselli edercesine:
“Üzülme. Başa gelen çekilir. Artık bir sene buna katlanacağız. Birkaç gün sonra alışır gideriz” diyordu.
Aradan birkaç hafta geçmişti artık. Bu düzene iyice alışmışlardı. Evi, yavaş yavaş tertipleyip kıvamına getirmişlerdi. Köylüler de onlara iyice alışmışlardı. Gelip gidenler oluyor, yardım ediyorlar, evlerine davet ediyorlardı.
Köylüler ile iyi anlaşmışlardı. Kendilerini sevdirmişlerdi. Onlardan ayrı, uzak kalmıyorlardı.
Hafta sonlarında Lefkoşa’ya gidiyorlar, dönüşte eksik olan ne varsa, onu alıp getiriyorlardı. Bu arada bir de eski bir televizyon uydurmuşlar, eve getirerek dünya ile irtibat kurmuşlardı. Köyde televizyon da olmadığından köylülerden televizyon izlemek için gelenler oluyordu. Kendileri de bu duruma memnun oluyorlardı.
Okulu da hep birlikte düzene koymuşlardı. Sürekli bakanlık ile görüşüyorlar ihtiyaçlarını tamamlıyorlardı. Defter, kalem, silgi, tebeşir, boya takımları, cetveller, bol miktarda top tedarik etmişlerdi. Eğitim, okulda artık resmen başlamıştı. Bakanlık da öğrenciler için okul kıyafeti göndermiş, böylece bu eksiklik de giderilmişti. Artık her öğrencinin bir önlüğü vardı. Ayakkabısız kimse kalmamıştı. Çocukların yüzü gülüyordu. Mutlulukları gözlerinden okunuyordu.
Fevzi Bey’in en çok sevindiği olay da öğrencilerinin çok zeki ve çalışkan olmasıydı. Koray öğretmen de aynı durumdan memnundu. “Bunların içinden ilerde mutlaka önemli mevkilere gelebilecek çocuklar var.” diyordu.
Bir defasında okula müfettiş gelmiş, okulun durumu hakkında bir rapor hazırlamıştı. Bu arada birkaç öğrenciye sorular sormuş, hepsinden de çok doğru, olumlu ve mantıklı cevaplar almıştı. Sınıf içinde hepsine birden teşekkür etmiş, tüm öğrenciler hep bir ağızdan “Sağ ol!” diye bağırmışlardı.
Müfettiş, o kadar memnun kalmıştı ki tüm okul personeline bakanlıktan bir teşekkür kâğıdı göndertmişti.
Koray öğretmen, sabah törende bu teşekkür belgesini tüm öğrencilere okumuştu. Çocuklar alkışlayarak sevinçlerini ortaya koymuşlardı. O gün bambaşka bir ders işlemişlerdi hep birlikte.
Günler gelip geçiyordu. Köylüler de bulundukları ortamı en iyi şekle getirmeye çalışıyorlardı. Önce köyde bir kooperatif kurmuşlar ve kalkınmaya başlamışlardı. Köye bir otobüs alınmıştı. Kooperatif adına birkaç tane traktör alınmıştı. Bir de kooperatif kalkınma bakkaliyesi açılmıştı. Köylüler, ufak tefek ihtiyaçlarını buradan gidermeye başlamışlardı. Artık yok kelimesiyle karşılaşmıyorlardı.
Köyde, gençler arasında, üniversiteye giden bir iki kişi de vardı. Bunlar, liseyi Türkiye’de bitirmişler, sınava girerek okul kazanmışlardı. Tüm yokluklarına rağmen aileleri onları okutmak için çabalıyordu.
Gençler, köyde bir araya gelip vakitlerini en iyi şekilde değerlendirmeye çalışıyorlardı. Aldıkları bir futbol topuyla kendi aralarında boş bir arsada maç yapıyorlardı. Köyde yapacak başka bir iş olmadığı için genelde herkes top oynuyordu. Bazen de voleybol maçı yapıyorlardı. Neredeyse hemen hepsi işsiz olduğu için yapacak başka şeyleri yoktu.
Fevzi öğretmen, kahvehaneye çıktığında bu gençlerle konuşuyor, onlara akıl fikir vererek yol da gösteriyordu. Kendilerine spor yapmalarını, bol bol kitap okumalarını, boş vakitlerini en iyi şekilde değerlendirmelerini söylüyordu. Hatta bir spor klübü kurmalarını teklif etmiş, bunun için de neler yapmaları gerektiğini tek tek anlatmıştı. Gençler de kendilerine söylenileni yapmış ve köyde bir spor klübü kurmuşlardı. Şehirde kaymakamlığa giderek klübün resmi tescilini de yaptırmışlardı.
Fevzi öğretmen, gençlere her türlü konuda yardımcı oluyor, onlara ağabeylik yapıyordu.
Kısa bir süre sonra köyde kurulan Güvercinlik İdmanyurdu Spor Kulübü adını tüm adaya duyurmaya başlamıştı. Futbol takımlarının yanı sıra birçok spor faaliyetleri de yapıyorlardı. Bunların başında voleybol, atletizm ve tekvando sporu geliyordu.
Fevzi öğretmen futbol takımının ilk antrenörü olmuştu. Haftanın belirli günlerinde onlara antrenman yaptırıyor ve futbolu öğretiyordu. Hafta sonları diğer köylere dostluk maçları yapmaya gidiyorlardı.
Kendi yarattığı bu takımı Kıbrıs liglerine sokmayı istiyordu. Ama bu gençler, böyle bir yükün altından nasıl kalkacaklardı? Ne araçları, ne paraları vardı. Forma, futbol ayakkabıları dahi yoktu. Hakem parasıydı, deplasmana gitmeydi, toptu, formaydı, ayakkabıydı bunların hiç biri yoktu onlarda. Sadece arzu ve istekleri vardı. Ama bunlar da bazen yeterli olmuyordu işte. Biliyordu ki bu durum, tatlı bir hayal olarak kalacaktı belleklerde… Onlar için imkânsız olan maddi külfetin altından hiçbiri kalkamazdı.
Bu kadarı da yapılmıştı ya yeterdi şimdilik bu kendisi için.
Sporun yanı sıra kültürel faaliyetlere de heveslendiriyordu gençleri. Kitap okumalarını istiyordu. Onlara getirip okuduğu kitapları veriyor, değişimli olarak hepsinin okumasını sağlıyordu. Onlar da okuyordu. Şehirden getirdiği günlük gazeteleri okuyunca götürüp kahvehaneye bırakıyordu. Böylece herkes bu gazetelerden faydalanıyordu. Gazeteler, bazen eski oluyordu. Varsın eski olsundu. Okunmamış her gazete yeni sayılırdı onun için. Okumanın sınırı yoktu. Ancak okuma ile insan bir yere varırdı. Bu bilinci aşıladı onlara.
Köyde halk oyunları dahi başlatmıştı. Bir folklor ekibi kurarak gerek Kıbrıs Halk oyunlarından, gerekse Türk halk oyunlarından öğretti gençlere. Gençler de becerikliydiler. Her gösterileni hemen kavrayıp yapıveriyorlardı. Gençlerle çok iyi anlaşıyordu. Tüm gençler ona saygı duyuyordu.
Köyde çok sıkıntılı günler yaşıyorlardı. Ama bu sıkıntılara alışmışlardı. Onlar da köyün bir parçası olmuşlardı. Köylülerle iyi bir iletişim kurmuşlardı. Köylüler sevmişti bu öğretmenleri. Çekilen sıkıntılar aynı olunca onlar da bu köye bağlanmıştı adeta.
Öğrencileri de iyi idi. Ama devamsızlıkları çok oluyordu. “Nerdesin?” diye sorunca alınan cevap hep aynı idi. “Goyun güdmeye gettim öretmenim.” Bunu duyunca gülümsüyordu içten. Eh artık o kadar olacaktı. Köyün başka geçim kaynağı yoktu ki. Tek kaynak hayvancılıktı. Hemen her ailenin beş on kadar koyunu vardı. Ve bu koyunlar mutlaka ovaya götürülüp otlatılması gerekiyordu. Bunu da genelde çocuklar yapıyordu. Bu çocuklar, daha şimdiden sanki geçim sıkıntısı nedir biliyorlarmış gibi ailelerine böyle de olsa yardımda bulunuyorlardı. Fevzi Bey, çok iyi biliyordu ki bunların birçoğu yüksek tahsil yapacak ve bir yerlere geleceklerdi. Makam mevki sahibi olacaklardı. O kapasiteye sahip çocuklar vardı. Bu yüzden bunlarla çok yakından ilgileniyordu.
Son sınıfta okuyan 5-6 kişi vardı ki bunlardan üçü mutlaka başaracaktı. Hakan, Ekrem, Adnan bu kapasiteye sahipti. Dörde gidenlerden de Burhan, Recep, Zeki, Tahir, Mahmut, Cengiz çalışkan öğrenci idiler.
Derslerde hepsi istekliydi. Sorulan her soruya cevap veriyorlardı. Elleri havadan hiç aşağı inmiyordu. Sanki birbirleriyle yarışıyorlardı. İlkokul öğrencileri olmalarına rağmen kapasiteleri daha yüksekti. Ortaokul ve lise dengindeydiler adeta. Veya öğretmenleri hep öyle düşünüyordu…
Bu çocukların heba olmalarını istemiyordu Fevzi Bey. Okusunlar istiyordu. Şu köyden, doktor, öğretmen, avukat, polis, subay çıksındı. Bunların eksik yanları yoktu. Mutlaka okumalıydılar. Bir yerlere gelmeliydiler. Üniversiteye girmeliydiler. Özel bir biçimde ilgileniyordu bunlarla.
Derken koca bir yılın sonuna gelmişlerdi. Son sınıftaki öğrencilerine evinde özel ders vermeye başlamıştı. Her akşam çocuklar evine geliyordu. Fevzi Bey, avluya sandalyeler koyuyor, onlar için özel yaptığı bir tahta üzerinde ders veriyordu. Çocuklar, utana sıkıla öğretmenlerini dinliyordu. Çıt çıkartmadan sessizce derse katılıyorlardı.
Fevzi Bey, gerçekten büyük fedakârlıklar yapıyordu. Bu işe gönüllü olarak soyunmuştu. İşini de sonuna kadar yapacaktı. Eğer çocuklardan biri o akşam derse gelmez de kaytarırsa evine gidiyor, ailesi ile görüşüp anında alıp getiriyordu. Çünkü kolej sınavları yaklaşıyordu. Bütün bu gayreti, çocukların daha iyi bir eğitim yapabilmelerini sağlayabilmekten ileri geliyordu.
Eskiden kolej sınavlarında çıkan soruları sürekli çözüyor, çocukların pratik kazanmalarını sağlıyordu. O kadar çok soru çözmüşlerdi ki artık sorular çocuklara çok basit gelmeye başlamıştı. Benzer soruları anında çözüp doğru cevaba ulaşabiliyorlardı. Bunu gören Fevzi Bey, her geçen gün daha çok umutlanıyordu.
Mukaddes Hanım da hiç eşinden geri kalmıyor, o yaşanan zorluklar içinde çocuklarla ilgileniyordu. Mola saatlerinde çay yapıyor, çocuklara kendi elleriyle yaptığı keklerden veriyordu. Usanmadan adeta onlara hizmet ediyordu. Bu durumdan da büyük bir keyif alıyordu. En azından evin içi dopdolu oluyordu. Onlarla sohbet ediyor, dertleşiyordu. Derdi olanın derdine çareler buluyordu. Çocuklar, kendine karşı çok saygılı davranıyordu. Böylece çektiği sıkıntıları da bir nebze unutuyordu.
Bir gün Fevzi Bey, yüzü kıpkırmızı gelmişti eve. Gözleri adeta şişmişti. Ağlamış bir insanın durumu vardı yüzünde. Belli ki bir şeye canı sıkılmıştı.
Çocuklara “Bu akşam, ders çalışmaya gelmeyeceksiniz” demişti sıkılarak. Bir suçluluk duygusu vardı yüzünde. Sesi bir başkaydı. Ağlamaklıydı. Ses çıkmıyordu sanki ağzından. Sıkıntılıydı. İçi içini kemiriyordu.
Çocuklar sevinmişlerdi o gün dinleneceğiz diye. Ama ertesi gün de Fevzi Bey, “Derse gelmeyeceksiniz” demişti. Ertesi gün de… Daha ertesi gün de…
Neler oluyordu? Fevzi Bey, neden derslere ara vermişti? Neden çocukları görünce yüz rengi atıyor, sıkılıyor, biçimden biçime giriyordu?
Çocuklar anlamışlardı. Yolunda gitmeyen, ters olan bir şeyler vardı. Kendi aralarında konuşsalar da bir cevap bulamıyorlardı. Neydi yolunda gitmeyen bu terslik? Öğretmenleri de bir şey demiyor, bir şey anlatmıyordu. Sanki öğretmenleri kendilerini görünce onlardan yüzünü kaçırıyor, arkasını dönüyordu. Bir suç işlemiş gibi çocuklardan kaçıyordu.
Hafta sonu idi. Bayrak töreni bitmiş, herkes evinin yolunu tutmuştu. Çocuklar, kendi aralarında anlaşmış, okuldan ayrılmayıp öğretmenleriyle konuşmak istemişlerdi. Sessizce Fevzi Bey’in yanına gelmişler ve büyük bir saygı içinde ona sormuşlardı: “Neden derslere ara verilmişti?”, “Kendisi neden kaçıyor bir şey söylemiyordu?” “Bir hata mı yapmışlar veya bilmeden bir suç mu işlemişlerdi?”
Bunların nedenini öğrenmek en doğal haklarıydı.
Fevzi Bey, çocukları dinledikten sonra hiç konuşmadı. Uzun bir sessizlik yaşadı. Çok acı düşüncelere daldı. En nihayet konuşmaya başladı:
“Evet çocuklar. Haklısınız. Ne olduğunu bilmeniz, öğrenmeniz gerekiyor. Hata benim. Hepinizden çok özür diliyorum. Ben, sınav gününü önümüzdeki hafta biliyordum. Meğer geçen hafta sınavlar yapılmış. Dolayısıyla hiçbiriniz sınava giremediniz. Tüm emeklerimiz boşa gitti. Tekrardan hepinizden özür diliyorum. Çok üzgünüm” dedi.
Çocuklar, büyük bir olgunluk gösterdiler:
“Öğretmenim, siz hiç üzülmeyin. Sizin, bizim için yaptıklarınızı biz biliyoruz. Gecenizi gündüzünüze kattınız. Bize bir şeyler verebilmek, bir şeyler öğretebilmek için çok çaba harcadınız. Adeta yoktan var ettiniz. Yaptıklarınızı asla unutamayız. Burası olmazsa başka yer olur. Önemli olan temeli alabilmektir. Siz, bize en sağlam temelleri verdiniz. Sayenizde bilgi dağarcığımız zenginleşti. Çok şey öğrendik. Artık nereye gidersek gidelim başarılı oluruz. Bunu da size borçlu olacağız. Her şey için size teşekkür ederiz. Bize çok büyük şeyler verdiniz. Emeğiniz bizde çok büyük. Üzerimizde hakkınız var. Biz, sayenizde mutlaka yüksek tahsilimizi yapacağız. Size söz veriyoruz.” dediler.
Bu ne yücelikti? Bu ne olgunluktu? Bu ne saygı, bu ne terbiye idi? Fevzi Bey, gururla çocuklarına baktı. Çok duygulandı. Gözünden küçük küçük zerrecikler akmaya başladı. Ama çocukların önünde ağlamak istemiyordu. Kendine hakim oldu. Onlara “Size güveniyorum. Mutlaka başaracaksınız. Yolunuz açık olsun.” dedi.
Artık Fevzi Bey’in tek arzusu, bu çocuklardan hiç değilse bir ikisinin yüksek tahsil yapmış olmalarını görmekti.
Okullar kapanmış, Çocukları mezun etmişlerdi. Bunlar, köyün dalından düşen ilk meyveleriydiler. Gerçekten farklı düşüncelere, farklı yapıya sahiptiler. Mükâfatsız kalmamalıydılar.
Fevzi Bey, onlara bir sürpriz hazırlamıştı. Zengin bir hayırsevere rica etmiş, çocukların bütün masraflarını karşılatarak onları Girne’de yaz kampına göndermişti. Böylece onlara hayatları boyunca unutamayacakları bir yaz tatili hediye etmişti.
Tatil bitince de çocuklar için son görevini yerine getirmiş, onları yanlarına alarak ortaokula kayıtlarını kendi elleriyle yaptırmıştı. Çünkü ailelerinin imkânı olmayacaktı. Belki de götürüp kayıt yaptıran biri çıkmayacaktı. O nedenle işi şansa bırakmak istemedi ve bunu onlara karşı son bir görev olarak kabul etti.
Sıkıntı, dert yüklü bir ders yılından sonra tayini Lefkoşa’ya çıktı. Başlarda zor bulduğu ama zamanla bütünleştiği ve çok sevdiği köyü şimdi geride bırakmıştı.
Bu köye bir daha 15 yıl sonra gelecekti. Bu defa Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Dairesi Müdürü olarak ziyarete gelecekti.
İlkokul, hala aynı idi. 15 yıl önceki anıları gözlerinin önünden film şeridi gibi geçti. Hemen öğrencilerini sordu.
Hakan, Edebiyat öğretmeni olmuştu. Bu satırların yazarı olarak öğretmenine şükranlarını sunuyordu. Ekrem, biyolog, Adnan, Mahmut, Burhan, Tahir astsubay, Cengiz polis, Recep Doktor, Zeki de profesör olmuştu. Buradan mezun olan daha birçok öğrencisi üniversiteyi bitirmiş ve devletin önemli mevkilerinde görev almışlardı.
Fevzi Bey, hani ayıp olmasa, hani utanmasa bu duyduğu haber karşısında çığlık atacaktı. Sadece içinden: “Biliyordum, biliyordum. Hepinizin okuyacağınızı, bir yerlere geleceğinizi biliyordum. Bana verdiğiniz sözü yerine getirdiğiniz için size çok teşekkür ediyorum. Azmin karşısında hiçbir engel duramaz. Aferin size.” dedi.
1997 yılında yayınlanan
Güzel Bir Dünya adlı kitabımdan
Sayfa 11-17
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.