- 502 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BALIKLAR
-Rüzgâr sert esiyor.
-Olsun yine de dışarıda oturalım.
Aceleyle üst katlarda yer kapmaya çalışan insan kalabalığının içinden geçip vapurun sol yanına doğru ilerliyor. Sırtını vapurun gövdesine verip ayaklarını boyası akmış paslı demirlere dayadıktan sonra Selim’i de çağırıyor yanına. Çatık kaşlarıyla arkadaşına öfkeli olduğu her halinden belli olan Selim montunun yakasını iyice kaldırarak oturuyor.
-Nereden çıktı bu temiz hava sevdan anlamadım ki! Rüzgâr fena çarpacak, kapacağız şifayı.
-Hadi ama bir şeycikler olmaz sana. Sızlanıp durma. Hem vapurun içi hastalık kokuyor. Burası daha güvenli.
Selim tam ağzını açacak gibi olurken gürültüyle gelen bir arkadaş grubu yanlarına oturdu. Ellerinde fotoğraf çekmeye yarayan o uzun çubuklardan, bir sağa bir sola, kâh denizi arkaya alarak kâh başka türlü bir sürü fotoğraf çekiliyorlar. Selim içten içe öfkelenip arkadaşını da burada bırakıp içeri gitmeye davranacak gibi oluyor fakat girişin çok uzağında olduğunu fark edip istemeye istemeye olduğu yere geri çöküyor.
İskelenin birkaç metre uzağında yere oturmuş bir adamın saksafonundan çıkan sesler belli belirsiz ulaşıyor vapura. Saçı başı dağılmış perişan ihtiyar, notaları karışmış bir ezgiyi düzensiz aralıklarla tekrar ediyor. Selim bu kılıksız adamın saksafon çalmayı nereden öğrendiğini merak ediyor. Belki de zamanında bir orkestrada meşhur bir müzisyendi. Nereden nereye… Vapur düdüğünü çalarak iskeleden uzaklaşıyor. Sanki tüm yolcular arasında imzalanan bir gizli antlaşma varmışçasına derin bir sessizlik hali başlıyor şimdi. Selim huzurlu. Rüzgâr hala sinirini bozsa da insanların çenelerini kapatması onu sevindiriyor. Yanındakine sokuluyor:
-Hayırdır, sus pus oldun yine arkadaş?
Ses yok. Dostu, derin bir hülyaya dalmışçasına boğazın karşı kıyılarında bir noktaya gözünü dikmiş, yüzünde hafif bir tebessüm var. Selim iyice sıkılıyor bu duruma. Sorusuna bir cevap alamayışına biraz da bozuk atarak:
-Yahu güya birlikte iki lafın belini kırarız dedik, çıktık seninle bir yola. Sabahtan beri konuşmuyorsun. Hayır, madem kukumav kuşu gibi dalıp dalıp gideceksin beni niye sürüklersin peşinden be adam! Evde bir sürü işim vardı. Tuttum senin aklına uydum. Of…
Arkadaşı yüzündeki tebessümü hiç bozmadan Selim’in omzuna eline koyup:
-Ne işin vardı evde birader? O dededen kalma küflü köşkünde, bilmem hangi zamandan kalma kütüphanende dünyadan uzak, kitaplarına gömülmüş bir halde akşamı sabaha, sabahı akşama devredecektin. Fena mı oldu, iki insan içine karıştın işte.
Selim arkadaşından çok kere işittiği bu sözleri duymazdan gelerek:
-En azından benim küflü köşkümün bir karakteri bir hatırası var. Bu kişiliksiz şehirden, insan güruhundan bin kere iyidir. Ah ah canım kitaplarım, birkaç saat uzak kalmak bile yetiyor.
Selim her seferinde istemeye istemeye dostunun şehir turu teklifini kabul eder, sonra yol boyu çeşitli bahanelerle evine, kitaplarına koşmak ister, yine arkadaşının ısrarlarına dayanamayarak akşama değin onun peşinden sürüklenirdi. Hastalık hastası bir mizacı vardı. Nişanlısı Aynur’dan da bu sebepten ayrılmışlardı. İlk zamanlar Aynur’a olan öfkesi nefrete kadar varmıştı. Lafının bile edilmesine tahammül edemiyordu. Lakin sonra öfkesi dinginleşti hatta Aynur’a hak bile vermeye başlamıştı. Onun gibi pimpirikli bir adamın yanında çok bile durmuştu. Artık öfkesi eksik, kalbi kırık bir adamdı. Kalabalıktan, insanlardan tiksindiğini ekseriyetle dile getirirdi. Az arkadaşı vardı. Dostuysa bir tane… Onunla da sürekli didişirdi. Çoğu zaman laf olsun diye muhalefet olurdu ona. Ama sözüne çok değer verirdi. Söylediklerinde haklılık payı yok değildi. Küf kokan köşkünde münzevi bir hayat sürmekten bazen kendisi de sıkılıyordu. İnsanları sevmese de onların içine karışmayı içten içe istiyordu.
İki arkadaş kendi dünyalarına dalmışken içeriden gelen kadın sesi onları hülyalarından uyandırdı. Üç kişiden oluşan bir müzik grubu çalıp söylüyordu. Kadının sesi çok uzaktan geliyor gibiydi. Vapurun penceresi sesi gölgeliyordu. Selim’in nadir zevklerinden biri de köşkteki müzik odasına geçip dedesinden kalma taş plakta sevdiği şarkıları dinlemekti. Selim bu duruma da iyice hayıflandı:
-Al işte senin aklına uyduk, içerideki müzik ziyafetini kaçırdık! Hayır, canım dışarıda ne var? Hem soğuk hem tatsız!
Tam bu sırada arkadaşı istifini bile bozmadan vapurun beş on metre uzağında, denize bir girip bir çıkan yunus balıklarını işaret etti. Sürü halinde dolaşan bu sevimli yaratıklar yılın belli zamanlarında boğazın sularında arzı endam ederdi. Sayıları ona yakındı. Yunus balıkları Selim’in aklını başından almaya yetmişti. İçerideki kadını da müziğin cezbedici tınısını da unutuvermişti. İçinde dışarı fırlamaya hazır bir çocuk, oturduğu yerden doğrulup balıkları daha yakından görmeye çalışıyordu. Arkadaşı montunun ucundan tutup, Selim’in bu çocuksu neşesine dayanamayıp kahkahalar atarak:
-Yavaş yahu düşeceksin şimdi.
-Dur dur, bir şey olmaz. Ah keşke daha yakından görebilsek. Ne muazzam yaratık bu yunuslar!
-Arada sırada köşkünden çıksan daha neler göreceksin Selim Efendi.
Selim dostunun söylediği hiçbir şeyi duymuyordu. Balıklar derin sularda çoktan kaybolup gitmişti. Ama o hala yunusları görmek ümidiyle gözünü kırpmadan, koyu mavi sulara bakıyordu. Artık göremeyeceğinden iyice emin olduktan sonra olduğu yere oturdu. Bir rüyadan yeni uyanmışçasına dostuna dönüp:
-Vay be. Nereye gittiler kim bilir.
-Kim bilir. O değil de balıklar aklını başından aldı senin. Ne soğuk ne müzik! Hayat işte böyle Selim Efendi. İki dakika önce niye içeride değiliz diye dertleniyordun. Bak balıkları gördün işte fena mı oldu? Selim arkadaşının bu sözlerine gözlerini devirerek:
-Hah, beyimizden hayat dersini de aldık tam oldu. Ama hakkın var. Keyfim yerine geldi be. Bugün istediğin kadar uğraş benimle, sesimi çıkarmayacağım. Nereye dersen oraya!
-İşte böyle. Yavaş yavaş öğreniyorsun.
Selim’in içindeki çocuksu neşeye hep gıptayla bakar, belli etmezdi. Evet, bazı zamanlar hatta mütemadiyen çekilmez bir adamdı Selim. Fakat onda kimselerde olmayan, coşkun bir hal, ara ara tezahür eder, dostuna da büyük bir neşe verirdi. O andan itibaren Selim’in çekilmez ne kadar özelliği varsa unuturdu. Çünkü Selim’de belli etmese de yaşamaya karşı doyumsuz bir iştah vardı. O sadece kalbi kırık bir adamdı. Bütün bunları düşünürken Selim’in sesiyle irkildi:
-Ooh, yine daldın sen. Ne diyeceksen bana de. Vallahi sesimi çıkarmayacağım. Ama var ya iyi ki içeriye oturmamışız. Müzik her zaman dinlenir de şu güzel yaratıkları nereden görecektim. Hasta da olsam gam yemem.
-Bak şimdi böyle diyorsun. Sonra hadi gidelim dediğimde mırın kırın etmek yok.
-Tamam, canım, senin de eline fırsat geçti artık. Aman neyse bugün ne dersen o. Yarın düşünürüz.
-Buna da şükür!
Karaya adım atmak istemeyen iki denizci gibi istemeden de olsa vapurdan indiler. Kalabalıktan yine büyük bir uğultu yükselmeye başladı. Selim hiç konuşmadan, dönüp dönüp arkalarında kalan denize bakıyordu. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı…
KULE
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.