TUZSUZ HELVA
TUZSUZ HELVA
O yıl kış, çok çetin geçeceğe benziyordu. Ambarda ekinler, samanlıkta samanlar iyiden iyiye azalmaya başlamıştı. Gidişatın hiç de hayra alamet olmadığını sezen ebeveynler çoluk çocuğa pek belli etmeseler de ‘’ya kış uzarsa!’’ diye diken üstündeydiler.
Köyün hali vakti yerinde birkaç kişisinden biri olan Kerim Ağa radyosu olan tek haneydi. Arada sırada komşular gelip ajans dinlese de köy yerinde bu her zaman mümkün olmuyordu. Köylüler ona ağalığı münasip görseler de o diğer komşularından biraz daha halliceydi. Onun komşularından tek farkı hayvanına saman, kızanlarına ekmek, katık derdi olmamasıydı. Tarlaları verimliydi. Birkaç da ortakçısı vardı. Evin bir oğluydu. Bir kız kardeşi daha vardı ama o komşu köyden varsıl biriyle evlenmişti. Hem o yıllarda kadınların baba köyündeki miras hakları sadece kâğıt üstündeydi. Miras ne bilinirdi ne de uygulanırdı. Kerim Ağa o bakımdan çok rahattı. Komşuları gibi baba toprağı beş on kardeş arasında bölünmemişti.
Ne yaman çelişkiydi. Hem kardeşin çok olsun ki, kimse sana yan gözle bakamasın, her işin başında bir adamın olsun hem de ileriki yıllarda toprakların bölünmesiyle o kadar da fakirleşesin… Anadolu buna benzer çelişkiler ile doludur..
Kerim Ağa iyi adamdı. Evi köy odasına yakındı. Tabii köy odası da camiye. O yıllarda daha köylerine okul yapılmamıştı. Köy odasına gelenler Kerim Ağa’ya memleket haberlerini sorarlardı. Zemherinin sonuna doğru ‘’hava durumu’’ daha da sorulur olmuştu. Kerim Ağa akıllı adamdı. Leb demeden leblebiyi anlardı. Garibanların hava durumunu sormalarından; samanlıkta samanların, ambarlarda ekinlerin azalmakta olduğunu sezerdi… Kimseye tepeden bakmaz ‘’Allah yarattığı kulunun rızkını verir’’ diyerek onlara moral vermeye çalışırdı…
Kerim Ağa’nın bir de oğlu vardı. Artık evlendirme çağına gelmişti. O yıllarda oğlanları evlendirmek için bıyıklarının terlemesine, askerlik çağına gelmesine bakılmazdı. Ergen olmaları yeterliydi. Soruldu, sual edildi. Komşu köyde kendi yağı ile kavrulabilen İncelerin Şaban’ın ortanca kızı Elif’e karar verildi. Anadolu’da her şeyin yüzyıllara sarih bir kuralları vardı. Önce ‘’anne babasının gönlü var mı? Kız birine sözlü mü? Hatta beşik kertmesi var mı?’’ gibi inceden bir araştırma yapılırdı. Tüm bu araştırmalar için de öyle aleni yaygara kopartılmaz, genellikle yaşlı ninelerden, yakın dostlardan sorulur bilgi alınırdı. O kış Kerim Ağa oğlu Selim’e İncelerin Şaban’ın Elif için birkaç defa dünürlüğe gidildi. İş hayırlısıyla tatlıya bağlandı. Kışın uzayacak gibi olması diğer birçok komşuları gibi İncelerin Şaban’ı da tedirgin ermeye başlamıştı.
Kerim Ağa akıllı adamdı. Biricik dünürünün vaziyetini anlamakta gecikmedi. Kendi mandaları ve ortakçıların mandalarını da arabalara koşarak dünürüne kışı rahatlıkla çıkaracak, hatta önümüzdeki kışa bile takviye olacak kadar saman ve tahıl götürdü. Kerim Ağa’nın bu davranışı komşularca ‘’daha İncelerin Şaban’ın sırtı yere gelmez’’ diye sohbetlere bile konu oldu…
O yıl kış çok daha uzamadan vakti zamanı gelince yerini bahara bırakmıştı da fakir fukaranın korktuğu başına gelmemişti. Olan olmayandan idare ederek o yıl ki kış sağ salim atlatılmıştı. Artık bahar ile birlikte yeni bir yaşam başlamıştı köylerde. Ormanlarda börtü böcek kış uykusundan uyanmış, kelebekler uçmaya, arılar çiçekten çiçeğe konmaya başlamışlardı. Bunun yanında kış boyu ahırdan dışarı çıkamayan kuzular, koyunlar meralarda otlarken; köylüler de tarlalarda öküzleri ile çift sürmeye başlamışlardı. Ekmesi, dikmesi, hasadı derken artık düğün mevsimi de gelmişti. Hali vakti yerinde olanlar için çok sorun olmasa da Anadolu’da yoksullar için düğün inadına yoksullaşmak demekti.
Elif o yıl gelin olmuştu. Kaynanası da biricik oğluna böyle güzel bir gelin aldığı için pek sevinçliydi. Elif gelinin gülünce gözlerinin içi gülerdi. Boylu poslu, örülmüş saçları başına bağladığı sarı yazmanın dışına taşar; buğday karası saçları kendisine çok yakışırdı. Ağzı var dili yok denecek kadar da sakin biriydi.
Evdekiler pekmezli un helvasını çok severlerdi. Hatta Kerim Ağa çokça yaptırır köy odasına bile götürdüğü olurdu. Evde kimsenin olmadığı bir gün Elif gelin eleği tekneyi ortaya serdi. Bir miktar un eledikten sonra annesinden gördüğü gibi unu ocakta yanan ateşin üzerindeki bakır tavada kavurmaya başladı. Biraz da pekmez ilave etti. Dibine sarmaması için de ha bire karıştırıyordu.
Bir an düşündü. Helvaya tuz katılacak mıydı, katılmayacak mıydı? Tereddüt eti. Helva tavasını ateşin üzerinden aldı, kenara koydu. Üzerini de kapadı. İki ev ötedeki Selim’in halası aklına geldi. Üzerindeki yarı kadar unlanmış eteğini çıkardı. Üstüne yeni bir şeyler takıştırdı. Dışarı çıktı. Düşünceli düşünceli yolda yürürken Zöhre halası:
‘’Elif gelin, niye öyle tuzsuz helva gibi sallanırsın. Canın bir şeye mi sıkıldı?’’ diye sorunca birden aklına helvaya tuz katılacağı geldi. Niçin geldiğini fark ettirmeden Zöhre hala ile ayak üstü biraz laf ettikten sonra evine döndü. Tavadaki pişirmekte olduğu helva içine bir miktar da tuz ilave ederek ağaç kürek ile karıştırarak pişirmeye başladı. Helva da tam yeme kıvamına gelmişti ki Kerim Ağa evin kapısından içeri girdi:
‘’Gelin kızım helva mı yaptın? Kokusu daha dışarıdan fark ediliyor.’’ diyerek salondaki her zaman oturduğu yere çömeldi. Elif gelin, pek konuşmazdı. Hazırladığı helvadan bir tabak Kerim Ağa’nın önüne koydu. Gerisin geri oradan ayrılırken Zöhre halasının söylediği; ‘’Gelin, niye öyle tuzsuz helva gibi sallanırsın’’ sözü hala kulaklarında çınlıyordu…
Salih KOÇ
31 Ekim 2021 / Büyükçekmece
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.