- 568 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
818 – TULUAT
Onur BİLGE
Bu iki ihtiyarın bir araya gelmesi ve sohbetleri Tuluat Tiyatrosu’nu aratmıyor. İkisi de birer ömür! Lüzumsuz konuştuklarını zannederken bir de bakıyoruz ki en önemli konuları işliyorlar! Hep aynı çizgide devam etmiyorlar. Bazen tartışıyorlar, bazen atışıyorlar, bazen şakalaşıyorlar, bazen ciddileşiyorlar. Bazen dertleşiyorlar, bazen yumuşuyor, bazen sertleşiyorlar. Ne zaman ne yapacakları belli değil. Belki de onların sohbetlerinin güzelliği ondan... Oradan buradan anlatıyorlar ama dikkatle de dinletiyorlar. Bazen birbirlerine, bazen de ona buna taş atıyorlar ama dört mevsimi birden yaşıyor ve yaşatıyorlar.
Sohbetlerine: “Ayetlerin anlamlarının içinden anlamlar çıkar. İşte bunun için Sevgili Peygamberimiz bile günde yetmiş tövbe edermiş. Her gün, Allah’ı bir önceki günden daha fazla bilebiliği için, önceki düşündüklerine... O, suç işleyip tövbe etmiyordu. İsmet sıfatıyla sıfatlanmış. Günah işlemekten uzak... Ahlak işlkelerine bağlı, dürüst, temiz... Üstün ahlakı tamamlamak için gelmiş.” diyerek devam etti, Sadullah Bey. Dede de fikrini söyleyerek eşlik etti ona.
“Ben de aynı düşüncedeyim. Yani o tövbe, bizim bildiğimiz tövbeden değil... Her gün çıktığı makamlara olan hayretinden, bir önceki duruma tövbeydi. Belki de bizim adımıza tövbe ediyordu.”
“Aslında bu konular sağlam bir zemin üstünde konuşulmalı.”
“Sandalye üzerinde olmaz! Haydi, haydi yere oturalım!”
“Biz buraya senin gevşekliğinden, senin "Ben bilmem!" inden geldik.”
“O zaman “Bilmem!”ime geri dönelim!”
“Gücüne mi gitti inatçı adam!”
“Ne dedim ben? “Ben bilmem, Allah bilir!” dedim. Ne alakası varsa: “Allah’ı kimse bilmez!” dedin. Biz Allah’ı, Zatını bize bildirdiği kadarıyla biliriz. O da nasipledir. Kader denen bir şey vardır. Allah bilir, biz bilmeyiz. Kutsi hadiste: “Kalem yazdı, mürekkep kurudu!” der.
“Ya: "Ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep, bir o kadar daha olsa Allah’ın sözü bitmez!" diyen O değil mi! Bak tekrar ediyorum, bu kaçıcı bilmem ama gerekiyor.”
“Daha çok örnekler verebilirim. Haşa! “Aciz kaldığını mı zannediyorsunuz!” Anlamındadır.”
“Söylediklerin doğru ama her söz bir makamın doğrusu... Mesela daha dün siyasi olarak ne kadar doğru vardı, hepsi alt üst oldu! Hangisi doğruydu? Kim Buna doğru cevabi kim verecek ya da verebilir! Yani seni hafife alan yok! Üstelik Maşallah aslanlar gibisin! Bu en beğendiğim yanın! Camideki onca insan arasından seni dost olarak seçişim bundan değil mi! Hakkımı yeme!
İnatçı ihtiyarın birisin ama iyi arkadaşsın. Tatlı belasın! Onun için Allah seni hep korusun, bütün kötülüklerden uzak tutsun! Bunun üstüne ben bir kahve içmek istiyorum. Bana eşlik eder misin?”
“Memnuniyetle! Oğlum Ahmet!.. İki kahve bize... Okkalı olsun!”
Ahmet radyoyu açtı. “Dediler zamanla hep azalırmış sevgiler...”diyordu Zeki Müren.
“Aklıma eski konaklardaki pencere kafesleri geldi ama şimdilerde etrafta kafes de göremez oldum. “Ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok mu!” Ne güzel söylüyor! Mest ediyor insanı!” dedi Sadullah Bey. Sonra “Rüzgar susmuş ses vermiyor nedendir?” şarkısı başladı. Daha sonra da “Sevgi dolu şu gönlüm bir kuş gibi kanatlı...”
“Aklıma ne geldi biliyor musun Azizim? Nerden bileceksin! Ahirete intikal ettiğim zaman beni kalanlardan soranlara: “Sevdi, sevildi ve öldü!” desinler. Mezar taşıma da aynısı yazılsın! Bu da sana ve burada bizi dinleyenlere vasiyetim olsun!” O zaman “Bir gün sevdiğimi anlayacaksın...” şarkısına geçilmiş, ölüm ve vasiyet yerine iç açıcı şeylerden bahsedilmesi tavsiye, sağlıklı, mutlu ve uzun ömür temenni edilmiş, kahveler içilmişti.
“Ne güzel şarkılarımız var bizim! “Yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey...” Sözleri ayrı güzel, musikisi ayrı... Aşk bir poşetten alıp bir başka poşete konacak şey olsaydı, ne kolay olurdu yaşamak ve sevmek!” dedi Sadullah Bey.
Daha sonra Aagora Meyhanesi’ne götürdü radyo bizi. O da tatmin etmedi, oradan çıkardı ve “Bu akşam...” diye başlayarak bütün meyhanelerini dolaştırdı İstanbul’un. Dede gençliğini hatırlamış olacak ki başladı İstanbul hatıralarını anlatmaya. Oradan nasıl atladıysa askerlik anılarını anlatmaya başladı.
“Ayak işleri hep bana verilmiştir. Nerede getir götür işi varsa benimdir. Evliliğim boyunca da bütün zor, ağır ve pis işler bana havale edilmiştir. Askerde de aynısı oldu. Komutan bana görevi verir ve unuturdu. Kontrol etmeye bile gerek duymazdı. Çünkü bilirdi ki anında yerinde getirilmiştir! Onun için her yerin anahtarı bana verilir ve bir zarar geleceği akla bile getirilmezdi.
Hey gidi gençlik hey!.. Zamanla nerelerden nerelere geliyor insan! O zamanlarım aklıma geldikçe tövbe ediyorum gördüklerime, duyduklarıma ve yaşadıklarıma.
Bir gün etrafta “Dansöz gelecek!” söylentisi dolaşmaya başladı. Herkeste bir sevinç bir heyecan! Kadıncağız işini yapıyor. Mesleğini icra ediyor ama gel de bizimkilere anlat! Program bittikten sonra: “Onu depoya götür!” dediler. Anahtar bende... Onu oraya götürdüm. Orada emniyetteydi ama anahtarı nereye saklayacağımı bilemedim! İmzalı resim isteyen mi ararsın, komnuşup tanışmak isteyen mi! O gece sabah da oldu ben de oldum!
Askerlik anılarını anlatmaya başladı mı zincirleme gelirdi. Biri diğerini çağrıştırıyor olmalıydı. Onun için anlatmadan edemezdi. Demek ki her şey unutuluyor da erkeklerin askerlik, kadınların tanışma, evlenme ve doğum anıları unutulmuyor.
Bazen de uzun uzun susar Define. Suskunluğunda ne fırtınalar esiyor bilmiyorum. “Zorlama kendini! Bırak, kendi kedine boşalsın içindeki zehirler!” diyorum ona. Bazen: “Seni ben ellerin olsun diye mi sevdim!” diye mırıldanmaya başlıyor. Sonra da alıyor tespihini eline. Euzü Besmele’yle Ayet-el Kürsü okuyor ve başlıyor: “Estağfirullah el Azim, minkül zembil Ya Rahim!” çekmeye... Arada da “Bilerek ya da bilmeyerek işlediğim, küçük büyük bütün günahlarıma tövbe! Affet beni Allah’ım!” diye açıklama yapmadan da edemiyor.
Dede, gençliğini hatırladıkça hatırladı. O hatırasından bu hatırasına atladı durdu. Kendinden geçmişcesine anlatıyordu. Kâh İstanbul’da oluyordu, kâh Antalya’da... İkindi ezanı yakındı. Müezzinin eli kulağındaydı. Sadullah Bey yerinden kalkmaya çalışırken:
“Haydi elimizi yüzümüzü yıkayalım! Namaza gidelim! Yaratan’a biraz nazda, biraz niyazda bulunalım! Yoksa bu şarkılar sürüp gider böyle... Kalkıyor muyuz? Sen sende değil misin Birader? Haydi biraz hareketlen!” dedi ona. Dede:
“Saat kaç?” diye sordu. Cevap gelince de: “O kadar oldu mu yahu? Hayret! Vakit ne kadar da çabuk geçiyor!” dedi. O da doğrulmaya çalıştı. Kalkınca doğrulamaz ya zaten. İki büklüm olur bir süre. Sakat ayağı inat eder, hemen yükü yüklenemez. “Haydi bacak!..” der ona. Bazen eliyle dizinin altından destekleyerek onu yola koyar. Bir süre yeni sıralamaya başlamış bebeler gibi adımladıktan sonra yavaş yavaş düzeltir yürüyüşünü. Yine öyle yaptı. Kalktı ve arkadaşıyla birlikte abdest tazelemeye, bahçenin dibine doğru ilerlerken Sadullah Bey ona:
“Az önce “Vakit ne kadar da çabuk geçiyor!” dedin ya... Ömür geçti Azizim, ömür! Ne kadar da çabuk geçti!..” dedi.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 818