Saat 17.58
Zaman sizi yaşama mı ikna eder yoksa ölüme mi? Elle tutulmayan gözle görülmeyen, bir hacmi olmayan zaman dediğimiz kavram aniden bastıran bir yağmurun ardından gelen kirli ve kahverengi sel suları gibi size ait parçaları tek tek dolaşarak sokakları içinde daha çok çöp ve çamur biriktirerek götürür. Zaman sizi bir şeylere ikna eden bir adamdan ziyade yalnızca mide ve ağızdan ibaret, obur bir adama benzer; ömrünüzü çiğneyip çalkalayıp midesinde ardından posasını da hafızalarınıza yerleştiren sevimsiz bir obur. Bu obur adam bazı anlarda öylesine yavaş, öylesine yavaş çiğner ki sizi, sanki daha çok acı vermek istiyormuş gibi.
Zamanın obur ve sevimsiz olduğunu ve insanın acı çekmesini isterse ne kadar yavaş çiğnediğini keşfetmemi sağlayan bir şey gelmişti başıma.
O gün güneş kendini dağların arkasına batırıp, portakal reçeli renklerde göğü boyamış "elveda gidiyorum" şarkısını mırıldanıyordu. Hiçte sevmezdim o şarkıyı, belki çok fazla dinlediğim içindir. Kendimi sabah kahvaltısında kimse yemediği halde sırf sofrayı dolu göstersin diye inatla buzdolabından çıkarılan reçel gibi hissediyordum, hatta bir reçeldim diyebilirim. Yürüyen adımlarımı izliyorum. O zaman bir şaşkınlık ve hayret sarıyor içimi. Nasıl yürüyorum ben? Birbirini takip eden onlarca kasa hareket etmesini söylemiyordum hiç. Sadece yürümek istediğimi düşünmem kafiydi yürümem için. Basit şeyler değil bunlar, çok hayret verici. Yeri ve ayakkabımın içini hissedişim bunlar da hayret verici. Kendini bir reçel gibi hisseden tuhaf bir adam demeyin, bunlar gerçekten hayret verici şeyler. Hayret etmekten fevkalade memnunum diyorum, beni yaşatan şey işte bu hayretimdir. Nereye gideceğimi bilmiyorum. Geleceği bir adım ötesini düşünmek hep beni yormuştur. Doğaçlama, önüne arkasına bakmadan hınzırca sobelenmek hayat tarafınca, ne olacağını ne yapacağını planlamaktan daha eğlencelidir. Sadece yürümek istiyorum şimdi. Yarimi özlediğimi de söylüyordu kalbim. Yarimi özledim. Gülünce kısılan gözlerini, sesinin naif tınısını, saçlarındaki dalgaları özledim. İşte beliriyordu önümde yolum, yarimin yanına gideceğim. Caddeler, sokaklar, sokak lambaları, birbirine karışan onlarca ses. Şehrin gürültü adı verilen orkestrası. Sayılmayacak kadar çok enstürmana sahip. Ben de bir enstürmanı olabilirim bilmiyorum. Karşıya geçmem gerek, saat tam 17.58. Tam o sırada pastanenin camından yarimi görüyorum masada. Çalışmayı bırakmış olmalı diyorum, önlüğü yoktu çünkü üzerinde. İri dalgalı saçları yüzünün kenarlarını süslüyor yine karşısındakinin gözlerine en az bir reçel kadar yoğun bir ilgiyle bakıyordu. Sonra ellerini tutuyordu karşısındakinin, sonra diğer eliyle gözlerinin önüne gelen saçlarını düzeltiyordu, yüzü biraz geriliyordu, sonra göz göze geliyoruz biz. Bir bahçenin bütün güzel yeşil renklerini toplamış gözlerinde yanlışlıkla vazo kırmış bir çocuğun annesine yönelttiği pişman ve telaşlı bakışlar var. O bakışları görmeseydim, söyleyeceği bütün o yalanlara inanırdım çünkü ben saf bir adamdım, insanlara her zaman inanırdım.
Sırtımı dönüyorum yola. Çatırdayan büyük bir şeyin gürültüsü kulaklarımı dolduruyor. Uzayın bir yerinde atomlarıma kadar ufalanıyorum sanki. Bir savaş esnasında bütün askerlerimi vuruyorlar. Doğurduğum bütün çocukları öldürüyorlar. Annelerimin hepsini ziftten bir nehrin içinde boğuyorlar. Tam durduğum yerde, tam göğsümün içinde İsa’yı çarmıha geriyorlar. Bütün dalgalar bütün limanları vuruyor, yüzmeyi bilenler bile ölüyor hatta... hatta... sanırım balıklar bile boğuluyor.
Felaketim oldu, ağladım. Saat hala 17.58’di. Boğazımda kocaman bir yumru. Adem’in bile boğazına böyle dizilmemiştir cennette yediği. Böyle yutkunulmaz kocaman bir çığ olmamıştır, kimse bu kadar boğulmamıştır belki. Saat hala 17.58. Felaket oldu, saat hala 17.58.
Yürürsem yerdeki karıncaya bile takılıp düşerim, saat hala 17.58. Kendimi reçel gibi hissediyorum, belki gidip reçel yersem iyileşirim, saat hala 17.58. Zaman denen obur adam dişlerini ağır çekimde geçiriyor bana. Çok ağır çekimde ufalıyor beni. Zamanın reçeli bile çiğneyebileceğini düşünmemiştim.
Saat hala 17.58
YORUMLAR
Çok nevi şahsına münhasır bir yazıydı okuduğum. Teşbihlerin her biri bir diğerinden güzel ve ezber bozucu. Saat 17. 58
Sıhhatte sanırım öyle.Batmak üzere bir güneş, umut dağlarının arkasına doğru süzülen.
Doğurun. Köşenizden buraya taşıdınız beni. Buradan da anlam dinginliğine doğru ilerleyeceğimi sanıyorum. Düz bir metre gibi olsa zaman, hiç bir şeyi tecrübe etmeden dünü bugüne bugünü yarına aktarmadan yürür giderdi ve o zaman 17. 58 korurdu tazeliğini. Zaman bizi harcamaz, zamanı harcayan bizleriz. Belli ki koca bir servete kavuşmuşsunuz 17.58 de.Ve büyük kazanımlar onları doğru sarf edemeyenleri harcar,bir sabah milyoner uyanan yılbaşı talihlisi gibi. Belki ukalalık sayacaksınız yinede yazayım. Her tecrübe bir sonraki belanın kalkanı olur.Ve her kalkan, onu kullanmayan yada kullanamayana ağırlık ve zahmet.
Yazı son zamanlarda okuduğum en güzel yazıydı.Bu kadar güzel bir şey imal eden birinin saat kadranında feth edeceği çok yer olmalı. Meşgalesiyle İşgal edilmeden.
Ve teşekkür ederim yazdığınız için.
Tutunulan tek şey diye düşünülense yitirilen, yitirdiğini anladığın saat aslında hiç varolmamış olduğunu kabullenmek oluyor aşk diye düşündüklerinin ,konu aldatılmaksa . Düşünceler dans ederken kafanda hebâ edilmiş saat, dakika, saniye ve hatta salisiye nasıl da sığıyor ve sonsuzlaşıyor o lanet an’ın içinde... insan hiç bitmeyecek sanıyor elbette
Mutluluklar sadece o an’a mutsuzluklar ise birileri ya da bişeyler uğruna hep boşa harcanmış an’lara odaklandığı ve onları topladığı için kalpte belki de takılıp kalıyor insan...takılıp kalıyor 😔
O kadar içten ki yazı hissettim.
👏👏👏
Sevgiler