- 647 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
RASATHANENİN YIKIMINDAN İHA-SİHA’LARIN YAPIMINA LAİKLİĞİN TARİHSEL ÖNEMİ
Bu ülkede “Geçmiş ile günümüz arasında en düşük ve en yüksek kültürel ve bilimsel rakım hangisidir?” deseler; Rasathanenin yıkılması ile İHA ve SİHA’ların yapılmasıdır, derim. Bence, tarihimizin bu iki zıt olgusu üzerinde fazlasıyla kafa yormamız gerekiyor. Çünkü her iki gelişme de öyle hemen geçiştirilecek, göz ardı edilecek kadar sıradan birer konu değildir. Her şeyden önce bu iki tarihî olgu; din, bilim ve uygarlık bağlamında, bu ülkenin deyim yerinde ise âdeta Guam Çukuruna düşüşü ile Everest Tepesi’ne çıkışını sembolize eden birer gelişmedir.
Sultan Fatih çok yönlü yetişmiş, dinî ve tabii bilimlerde derinlemesine bilgi sahibi olmuş, dahası zamanın ruhunu okuyabilme dirayet ve ferasetine erişmiş bir hükümdar idi. Bundan böyle Akkoyunlu devletinde yetişen büyük astronom ve matematikçi Ali Kuşçu’yu İstanbul’a davet etmiş; seneler önce Fergana Vadisi’ni ve Maveraunnehir düzlüklerini aydınlatan bilimi ve Orta Asya rasat (gök gözlemi) geleneğini Anadolu’ya taşımak, oradan da yönetimi altındaki Müslüman ve gayrimüslim beldelerin yanı sıra, koca cihanı uygarlık güneşinin ışığı ile aydınlatmak istiyordu. Bu aydınlanmacı doktrinin ışığı, deyim yerinde ise arada bir sigortası atan lamba misali zaman zaman gelgitlere maruz kalsa da, III. Murat devrinde Takiyüddin’e kurdurulan ilk İstanbul Rasathanesi deneyimi ile en parlak düzeye ulaşmıştı.
Ancak 1575 yılında inşa edilen bu Rasathane, daha alet edevatı bile tamamlanmadan, ne yazık ki beş yıl geçer geçmez Şeyhülislam Kadızade Ahmet Şemsettin’in “Rasathaneler bulundukları ülkeleri felâkete sürükler” gerekçeli fetvası ile 22 Ocak 1580 tarihinde topa tutularak yıkılmıştır. Tarihçilere göre çok çeşitli sebepleri vardır bu yıkılışın. Daha Rasathanenin inşa edilmesiyle birlikte ortalık âdeta şüyuu vukuundan beter sayılacak kadar rijit ve akla ziyan söylentilerle çalkalanmaya başlamıştır. Kimi tarihçiye göre, o yıllarda Osmanlı coğrafyasında ortalığı kasıp kavuran deprem, kıtlık ve veba salgını gibi bir dizi afet meydana gelmiş ve bu afetlerin nedeni Rasathanenin inşa edilmesiyle ilişkilendirilmiş; en nihayet dedikodu ve söylentiler Rasathane ile “meleklerin mahremiyetinin gözetlendiği”, “gök ehlinin rahatsız edildiği” abartısına kadar getirilmiştir. Kimi tarihçiye göre ise bilim karşıtı bir tarikatın baskısı altında kalınmış, Rasathanenin kurulmasına öncülük eden Hoca Sadettin Efendi ile Şeyhülislam Kadızade Ahmet Şemsettin’in ayrı siyasi gruplarda yer almış olmasının hesabı görülmüştür. Kısacası söylenti ve sebep çoktur ama hedef ve gaye tektir ve gerçekleşmiştir: Rasathane, içindeki eşyalarla birlikte yerle bir edilmiştir.
Aslında Rasathanenin yıktırılmasının neden veya gerekçeleri, çok daha derinlerdedir. Yukarıdakilerin tümü sonuçtur çünkü. Esas sebep öteden beri bizim ulemanın büyük çoğunluğunun bilime olan skolastik bakışında gizlidir: Dahası “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”(1) ; “Allah içinizden iman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir”(2) ayetleri ile; “İlim Çin’de dahi olsa onu gidip alın”(3) , “Hikmet (Bilimsel düşünce) müminin yitiğidir, onu nerede bulursa alır”(4) şeklindeki hadisleri, gereği gibi anlayıp içselleştirememiş olmasındadır. Burada; ayet ve hadislere dikkatle baktığımızda, inanan kimselerin ilme önem vermeleri gerektiğinin yanında, bilginin bağımsız ve evrensel bir değer olduğu vurgusunun özellikle öne çıktığı görülmektedir. Çünkü birinci ayette insanların bütün sıfat ve özellikleri bir yana, bilgili olmaları da diğer bir yana konulmuş; sadece bilenlerin çok özel bir konumda bulunduğu gerçeği ön plana çıkarılmıştır. İkinci ayette ise iman edenler ile kendilerine ilim verilenler “ve” bağlacı ile iki ayrı kategoride ele alınmıştır. Birinci ve ikinci hadislerde de yine ilmin önemli olduğu vurgusu ile birlikte; bilgi veya bilimin dinden tamamen bağımsız, külli ve evrensel bir değer olduğu gerçeğine dikkat çekilmiştir. Şayet öyle olmasaydı, yukarıda geçen ayetlerin: “Hiç inanmış ilim sahipleriyle inanmamış ilim sahipleri bir olur mu?”, “Allah içinizden imanlı ilim sahiplerinin derecelerini yükseltir” şeklinde olması; hadislerin de “Hiç Çin’e veya Rum diyarına gitmenize gerek yok; din de ilim de bir peygamber olarak benim bulunduğum Medine şehrindedir. Onu benden veya ashabım arasında bulunan İslam âlimlerinden alın” şeklinde dar, lokal ve mahalli bir anlayış üzerine oturması gerekirdi. Ancak böyle bir durum söz konusu değildir. Aksine bahsi geçen ayet ve hadislerde bilginin “önem vurgusu”nun yanında, bilimsel bilginin dinden tamamen bağımsız, ayrı ve evrensel bir olgu olduğunun net mesajları verilmektedir. İşte Rasathaneyi yıkıma götüren sürecin altındaki esas sebep budur; yani bilimin dinden bağımsız bir olgu olduğu gerçeğinin din uleması ve Şeyhülislamlık meşihatı tarafından gereği gibi anlaşılamamış olmasıdır. Dolayısıyla dinden ve dinî anlayıştan daha ayrı ve daha evrensel olan; ve öylece kalması lazım gelen "bilim"in; güç ve meşruiyet kaygısıyla, doğası gereği durağan ve sabiteli bir kurum olan Şeyhülislamlığın insaf veya inisiyatifine bırakılan dar ve sınırlı bir alan hâline indirgenmesidir. Hatta bugün Müslüman Orta Doğu toplumlarının gereği gibi kalkınamamasının altında yatan esas sorun da budur: Evrensel bir değer olan bilimin, aynen Osmanlı’da olduğu gibi, saltanat ve meşruiyet kaygısıyla dinin veya din adamlarının çizdiği sınırlar içerisinde tutulmasıdır. Oysa bir devletin meşruiyet kaynağı dine rağmen dinî hegemonya kurmak değildir. Tam aksine dini psikososyal bir içdeğer olarak kendi doğasının akışı içerisinde özgür bırakmak, kesinlikle onun lehinde veya aleyhinde olmamak; sadece ülke kaynaklarını halka eşit ve âdil biçimde dağıtmak, insan hak ve özgürlüklerini korumak, yasama ve yürütmeyi adalet üzere sağlamak; ve bütün bunların ardından âdil ve kalıcı bir seçim sistemiyle halkın teveccühünü almaktır.
Hatalı başlayan her iş bir hata zincirinin oluşmasıyla sonuçlanır. Bundan böyle Şeyhülislamlığın yaptığı yanlışlar sadece Rasathanenin yıktırılmasıyla kalmamış; son yılların deyimi ile zaman zaman devlet içerisinde hiyerarşik güç zehirlenmesine sebep olmuş, âdeta kontrolsüz bir zulüm makinası haline dönüşmüştür. Bazıları istisna olmakla birlikte, bu kurumu temsil edenlerin gücü ve yetkisi, gün olmuş düşünür ve bilim insanlarının ensesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmış; gün olmuş sevmediği devlet erkânının altını oyan politik bir angajmana dönüşmüştür. Bütün bunların yanında “aslanın kediye boğdurulması” misali nice büyük düşünür ve bilim insanının geleceği, zaman zaman tutucu kişi veya grupların edilgenliğinde kalan şeyhülislamların cehalet, dedikodu, kıskançlık, keyfilik ve tepkisellik kokan tasarruf ve tavırlarıyla karartılmıştır. Mesela aynen Takiyüddin ve rasathanesine yapıldığı gibi, yıllarca logaritmayı Osmanlı medreselerine taşımak için çırpınan ünlü matematikçi İsmail Gelenbevi’ye de; sırf “Ramazan hilalini gözetleyip durmak yerine logaritmik hesaplarla (aynen bugün Diyanet İşleri Başkanlığı’nın takvim yapraklarında olduğu gibi) önceden vaktini tayin ve tespit edeyim” şeklindeki bir arizayı (teklif veya dilekçeyi) padişaha sundu diye büyük zulümler yapılmış, zamanın Şeyhülislamı Hamidizâde Mustafa Efendi tarafından "din adına" memuriyet sicili bozulmuş, akademik kariyeri bitirilmiştir. Dahası, bu ilmî teklif veya dilekçesi sebebiyle İslami geleneğin dışına çıkmak, Kur’an ve hadis metinlerine muhalif fikir veya çözümler ortaya koymakla suçlanan Gelenbevi, nihayet üzüntüsünden beyin felci geçirmiş, bir süre sonra da en verimli çağında ölmüştür.
Hâsılı Rasathanenin yıkımından İHA ve SİHA’ların yapıldığı günümüze, başarılarımızdan daha büyük yanlışlık ve hatalarla dolu trajik bir geçmişimiz vardır bizim. Böylesi skolastik yanlışlara bir kez daha düşmemeliyiz. Şartlar ne olursa olsun, kim ne derse desin; akıldan, bilimden ve insanlığın en muazzam birikimi olan medeniyetten kesinlikle taviz vermemeliyiz. Verilirse ne mi olur? Dün düştüğümüz hatalara bugün tekrar düşmüş oluruz. Bu da aynen geçmişte olduğu gibi; düşünce sistemimizin, teknolojik kalkınmamızın ve toplumsal olgunluğumuzun belli bir trendde yükselişini engellemiş olur. Bütün pozitif ve olumlu gelişmelerimizi kesintiye uğratır. Nihayet tarih de bir gün bunun bedelini bize ödetir. Dedelerimizin yaptığı yanlışın faturasını bize kestiği gibi, bizim yaptığımız yanlışların faturasını da torunlarımıza keser. Bunu, hem tarihin dolaylı biçimde intikamı, hem bir neslin yaptığı yanlışın bedelini diğer nesillerin ödemek zorunda kalması şeklinde değerlendirebiliriz.
Sözü daha fazla dolandırmadan Rasathanenin topa tutulup yıkıldığı günlerden devletimizin bilim ve teknoloji alanında başlattığı büyük hamlelere gelmek istiyorum. Malum, son zamanlarda bilim insanlarımız âdeta milletimizin göğsünü kabartan ve yeryüzü halklarının hayranlığını kazanan İHA ve SİHA teknolojisi ile ilgili büyük başarılara imza attı. Böylece bilimin nasıl bir güç olduğunu bu teknolojik başarıyla hep birlikte yakinen görmüş olduk. İşte bu ülkenin kurtuluşu, buradadır. Öyle bilim ve teknolojinin kaderini dinî bir kurumun eline vermekle; çalışmadan kuru kuru dua etmekle, okumak üflemekle, ezoterik güç vehimleri ile zafer kazanılmıyor. O halde, elde ettiğimiz bunca kazanım ve bilimsel gelişme iyi korunmalı ve bu teknolojik kalkınma her alana yayılarak son sürat devam etmelidir. Geçmişte yapılan hatalar bir daha yapılmamalıdır. Dahası aynen Rasathanenin yıkılış sürecinde olduğu gibi, ülkemiz ve devletimizin bekasıyla ilgili teknolojik atılımlar; ileride birileri tarafından türlü siyasi hazımsızlık ve iç çekişmelerle heba edilmemelidir. Daha önemlisi devletimiz; güya iyi niyetlerle(!), ecdadın şahlanış günlerine geri dönme hamaset ve hevesleriyle(!), tekrar Şeyhülislamlık benzeri aşırı güçle donatılmış sözde kurum ve kuruluşlar dikmek gibi boş hayallere, yanlış akıntılara sürüklenmemelidir. Çünkü “tekrar Osmanlı’ya dönüyoruz” şeklindeki uçuk kaçık hayaller çerçevesinde dünün sorunlu yetkileriyle dizayn edilecek bir devlet inşası, yapımdan çok yıkım, inşadan çok imha, çözümden çok kördüğüm meydana getirecektir. Din, siyasetin işine müdahil bir yapıya dönüştüğü an, gönüllere hükmeden manevi bir değer olmaktan çıkacak; toplumların kalkınmasını mahkûm eden bir mekanizmaya dönüşecektir. Ve bu, aynen Rasathane’nin yıkılması, yüzlerce fen, bilim ve düşünce insanının baskı altına alınması gibi; tarihte düştüğümüz hataları tekrar etmekten başka bir işe yaramayacaktır. Bu nedenledir ki, Cumhuriyeti kuran kadronun isabetli girişimleriyle; sık sık yönetim erkinin ve bilimsel düşüncenin önünde ayak bağı olan, dinden ve maneviyattan çok siyasi işlerle uğraşan Şeyhülislamlık kurumunun yerine Diyanet İşleri Başkanlığı adı altında yepyeni bir dinî hizmet teşkilatı kurulmuş; herkesin yerini ve görevini belirleyen dengeli bir yapı oluşturulmuştur.
Kısacası, demokratik ve laik Cumhuriyet, devletimizin en son ve en güzel hâli olduğu kadar, hatalarla dolu tarihimizin, dinî yanlışlıklarla örülü anlayış ve telakkilerimizin düzeltilmiş şeklidir. Bu kazanımları korumak için, bizi dünün yanlışlarından günümüzün doğrularına ulaştıran tarihî süreci iyi okumamız, devletimize ve demokrasimize sahip çıkmamız gerekiyor. Olabilir ki yirmi beş otuz yıl sonra birileri; önce çok masum duygu ve düşüncelerle, demokrat görünümlü sinsilik ve şirinliklerle mütevazıca ülkenin başına gelebilir... Ardından, bütün ipleri ellerine geçirdikten sonra da; (güya) daha iyisini yapacağız, daha din(i)dar bir toplum inşa edeceğiz(!) saikiyle, aynen ilk Rasathanenin bombalanma şartlarında olduğu gibi “Bu bilim de neymiş, bu tür şeyler fitne fesada, deprem ve kıtlığa sebep oluyor. Kur’an ve dinî ilimler bize yeter de artar” gibi Kadızadeler veya Talibanvari gerekçeler ile bu güzel ülkeyi arkaik, katı ve geri bir zihniyetle tersyüz edebilir... Ondan sonra nasıl bir vahamete duçar olduğumuzu anlarız ama aradan dört yüz kırk yıl daha geçer. Belki bazıları bana “amma da takıntılı adam, olmayacak şeyleri olacakmış gibi abartıyor” diyebilir. Onlara, bundan kırk beş elli yıl önce Afganistan’ın dünyanın birçok ülkesine Türkçe de dâhil onlarca farklı dil ve lehçede radyo yayınları yapan, etrafına bilim ve medeniyet ışıkları saçan, tıklım tıklım üniversiteleri, diledikleri gibi giyinen kız ve erkek öğrencileri, göz dolduran yüzlerce beyaz önlüklü doktor ve kimyagerleri, sabahlara kadar laboratuvarlarda araştırmalar yapan bilim gönüllüleri olan bir ülke olduğunu hatırlatmak isterim... Bugün bu ülkenin cemaatçilik ve dinleştirilen siyasetle ne hallere düştüğünü hepimiz yakinen görüyoruz...
Hâsılı gönüllerin güneşi, vicdanların kandili olan ve öylece kalması lazım gelen din olgusu, hiçbir zaman her şeyin dinleştirildiği veya dinin herşeyleştirildiği bir siyasi mekanizmaya dönüştürülmemelidir. Çünkü din gibi dokunulmazlığı olan bir kutsalı, olduğundan daha fazla anlamlar yükleyip bütünüyle hayatı kuşatan; dahası aklı, bilimi, düşünceyi ve sosyolojiyi kontrol altına alan bir güce dönüştürdüğümüzde, karanlıkların kaçınılmaz, sorunların aşılmaz olacağı muhakkaktır. Böylesi bir siyasi yanılgı, bize yanlış üstüne yanlış yapmak gibi bir açmazla karşı karşıya bırakacaktır. Diğer bir deyişle kendi fikrî ve siyasi yanlışlarımızı dinin tartışılmaz gücüyle dogmatikleştirmek; bizi sonu hüsran, istismar ve hayal kırıklıkları ile dolu bir süreci bile bile tekrar başlatmış olmak gibi bir vahamete sürükleyecektir.
Unutmayalım; biz şu halimiz ve farkındalıklarımız sayesinde Müslüman toplulukların gözde ülkesiyiz. Ve şu farklı, renkli, demokratik, özgür, laik, kalkınmış hâlimizle daha çok seviliyoruz. Bizim milletimiz zaten dindar ve samimidir. Bundan böyle bizim daha dindar olmak yerine, dini daha sade ve siyasetsiz yaşamaya; daha medeni ve olgun, daha güçlü ve ileri, daha kültürlü ve bilgili bir toplum olmaya ihtiyacımız var. İnsan doğası; daha dindar, daha sofu, daha muhafazakâr görünmeye çalışanların değil; daha güçlü, en güçlü, en çalışkan, en bilgili, en temiz, en dürüst, en nazik, en medeni, en merhametli, en adaletli, en şeffaf, en ileri, en üretken, en kültürlü, en kalkınmış olanların yanında olmaktan hoşlanır.
Mesut ÖZÜNLÜ
Dipnotlar
1 Zümer Suresi, Ayet 9.
2 Mücadele Suresi, Ayet 11.
3 Câmiü’s-Sağîr, 1/310, H. No: 640.
4 Tirmizi, İlim, 19; İbn Mâce, Zühd.
YORUMLAR
Kaderdi. O zaman öyle düşünüldü. Doğrusu öyle zannedildi. Yaşandı. Geçti.
Şimdi bir uyanış var. Zaman kendiliğini koruyarak yenilenme zamanı. Yenileniyoruz da. Geç kaldık belki. Eyvallah. Fakat her geç kalmışlık da bir kapı aralamaya muktedirdir. İHA/SİHA teknolojisinde yakaladığımız ivme ve başarı yeni bir kapı aralayışımızın göstergesi. Sadece İHA/SİHA teknolojisi ile de sınırlı değil. Ordumuz ve savunma sanayiimiz çağ atlıyor şu an. Yerli silah, zırhlı araç, gece görüş cihazı, termal cihaz ve diğer donatım malzemeleri konusunda gerçekten iyi bir noktadayız. 90'lı yıllarda ve 2000'lerin başlarında tim başına bir gece görüş cihazı bulunamazken, şimdi bütün tim personeli termal cihazlar ve gece görüşler ile donatılmış durumda. Güven veren kalekollar da cabası. Kılık kıyafet konusu da aynı şekilde.
Eskiden dağ taş gezilerek terörist aranırdı. Denk geleceksin, teröristten önce göreceksin, temas sağlayacaksın, şehit vermeden başarı sağlayacaksın falan filan. İğneyle kuyu kazılıyordu. Araziye hakim, zorla da olsa halkın desteğini sağlayan örgüt karşısında elimiz kolumuz bağlanıyordu. İHA/SİHA teknolojisi alan hakimiyetini teröristten alıp devlete verdi. Bu teknolojinin Karabağ zaferindeki, Suriye ve Libyadaki başarısı bu durumu kanıtlar nitelikte.
Çağların yorgunluğunu ve ataletini artık üstümüzden atmaya başladığımızı düşünüyorum. İnşallah devamı gelir. Terörle mücadelenin ülke içinden ziyade ülke dışında yapılacağı, kaynak kurutulmadan pisliğin akmaya devam edeceği hakikatini kavradı devlet. Zaman ve sabır istiyor tabii. Kolay iş değil.
Yazınızı edebi ve fikri açıdan faydalı buldum. Teşekkür ederim.
SİLÜET tarafından 24.2.2021 09:40:16 zamanında düzenlenmiştir.