Uzun Yollu Kısa Hayatım.bölüm 3
Lüks denilen o süper aydınlatıcı alet benim için gerçekten de lükstü, çok pahalıydı ancak bir devre büyüklerimiz ancak ortaklaşa alabilirlerdi. Çalıların en dip kuytularından dere kenarlarının karşı yamacına kadar gündüz gibi ışıtırdı. Bu aylarda geceleri salyangoz toplamaya çıkanların ışıklarıyla dağlar aydınlanır, sabaha onlarca ışık, ateş böcekleri gibi oradan oraya gezinir dururdu. Lüks sahibi olanlar salyangoz aramaya çuvalla çıkardı, ben ise bir elimde küçük poşetim diğerinde Molotof kokteyli ile dikenlerin içerisini ışık tutup görebilmek için çok büyük çabalar sarf ederdim. Kollarım bacaklarım ellerim diken yırtıklarından kan içinde kalırdı, ama bu uğraş sırf maddi getirisi için değildi, herkesin bu işin içinde olması eylemi renkli ve eğlenceli kılıyordu. Bazen Molotof kokteylini hazırlayabilecek benzinim benzinim olmazdı, bu durumda anama beni erken kaldırmasını tembihler salyangozların gece otlamalarından inleri toprak altlarına dönmezden evvel yakalayabilmek için düşerdim yollara, daha doğrusu dere ve ormanlara. Bu hayvanlar genelde sisli ve yağmurlu havalarda otlanmaya çıktıkları için çizme giymek elzemdi, daha o yaşlarda bile ayak numaram büyük olduğundan eldeki çizmeler bana olmaz, babamın mesh ayakkabılarıni giyerdim. Çocukluğum bu mesh ayakkabılarıyla geçmiştir, yenileri alındığında bir süre giymeye kıyamaz onları yastığımın altına koyar tatlı gelen lastik kokusunu içime çekerek uyurdum. Toplanan salyangozları kasabaya götürerek çok küçük miktarlarda paraya satardık, elimize para geçtiği istisna zamanlardı bunlar. Hatta bazen satışlarını birkaç gün geciktirir kilosu fazla gelsin diye içlerine toprak atar yemelerini umardık. Bu hileyi kim öğretmişti, ayrıca salyangoz toprak neden yesindi mantığı neydi hatırlamıyorum, kaldıki satışını yaptığımız yerde onları araç yıkama hortumuyla tazyikli suda yıkayarak tüm topraklarından arındırır ışıl ışılyaparlardı. Yine bu dönemde Hüseyin amcamın kahvehanesinin arka bahçesinin penceresinden izlediğimiz baş rolünde hülya Koçyiğit’in oynadığı sessiz ama renkli filmlerimizden birinde, kurbağa toplandığını ve bunların tomar tomar paralara satıldığını görmüştüm. Köyümde böyle bir sektör yoktu, ama bu işi ilk ben patlatabilir çok paralar kazanabilirdim, bu sayede o çok istediğim Lüks’ü alabilirdim üstelikte köyümüz ve çevresinde kurbağa salyangozdan çoktu. Göller dereler hemen her yer onlarla doluydu, köyüm gecelerini tüm yaz boyunca onların vıraklama sesleriyle geçirmiyormuydu, ayrıca onlar salyangozlar gibi genellikle geceleri dışarıya çıkan hayvanlarda değilllerdi. Toplamak için ne Molotof kokteyline ne de Lüks’eihtiyaç vardı kararımı vermiştim kurbağa işine girecektim. Bu fikrimi arkadaşlarıma açtığımda saçma bulup hiç sıcak bakmadılar, bende yalnız başıma işe girişip hemen ertesi gün elimde poşetimle göllere derelere koştum. Durum tam da tahmin ettiğim gibiydi her yer kurbağa kaynıyordu, fakat poşet yanlış seçimdi çok kısa sürede doluvermişti. Çuval ile gitmiş olmalıydım ama köyden bir hayli uzaklaştığım için de geriye dönmedim, arkadaşlarını alıp götürdüğümü gören kurbağalar bunu tüm dereye haber verebilir ve ben döndüğümde hepsini kaçmış bulabilirdim. Zira bunlar salyangozlar gibi ağır hareket eden canlılar değillerdi, bu riski alamazdım! Pantolonumu çıkarıp paçalarını bağlayarak bir çeşit heybe yaptım, belki on iki veya on dört yaşlarımda olmama rağmen iyi ki yaşıma göre oldukça kalıplıydım, büyük pantolon paçalarım dolmak bilmiyordu. Belki yüzlerce kurbağa toplamıştım o gün ve kimse beni pantolonsuz görmesin diye sık ormanlarımızın patika yollarını kullanarak eve gelmiştim. Hepsini evde çuvala doldurduğumda içeriden bir sürü çift göz bana bakıyordu, Tanrım ne zenginlikti bu, artık o Lüks’ü alabilecektim ve belki de bisiklet, evet bisiklet bile alabilecektim hemde vitesli olacaktı bu, zatenbölgemizin dik bayırlarında vitessiz bisiklet zor olurdu evet kesinlikle vitesli olmalıydı. Sınırlı olduğu gibi, ağzına kadar da olasılıklarla dolu bir hayatım olabileceğini ilk o zaman farketmiştim. Kurbağa çuvalını salyongazları da sürekli koyduğum evin tuvaletinin uzunca koridoruna koydum. Sabah onları satmaya kasabaya satmaya götürecek, dönüşte ise vitesli bisikletimin arkasına Lüks’ü bağlayıp mutlu mutlu pedal çevirerek köyüme gelecektim. Bisikletimi hangi renkte almalıyımın kararsızlığı ve daha çok kurbağa toplayarak kim bilir neler alabileceğimin zengin hayalleri ile güçlükle uykuya dalabildim. Tabi ben salyangozların poşetteki sessizliklerine, nasıl bıraktımsa tekrar ayni bulma eylemsizliklerine alışık olduğumdan, kurbağalardaki el, ayak ve tırnak gibi farkları düşünüp hesap edememiştim. Gece kurbağalarım çuvalı yırtarak dışarı çıkıp tuvaletin o uzun koridoruna doluşmamaları imkansızdı, babamın gece tuvalete kalkarak uyku sersemliği ile üzerlerine basıp ilerlediği o yumuşaklıkları sonradan fark etmesi ile gördüğü sahneyi ancak kendisi ifade edebilirdi. Kükreme gibi bağırış ve bir yığın küfür sesine uyanıp panikle salona koştum, gerçekten inanılmaz bir görüntüydü. Babam tuvalet kapısında dikilmiş duruyor, kapıyı yarı açık bulan onlarca belki yüzlerce her renkte kurbağalarım, salona doğru vıraklayarak koşuşturuyorlardı. Tam bir gece yarısı şokuydu her yer kurbağaydı. Babam yine küfür azar ve dayak eşliğinde çoğunu tutturup dışarı attırdı, bulamadıklarım ise günlerce evde kaldılar. Haftalar sonra bile yengemin çeyiz sandığı, anamın tel dolabı, babamın palto ceplerinden olmadık zamanlarda vıraklayamabaşlayıp gecenin bir yarısı tüm ev halkını uyandırıyorlardı. Bu durum uzunca bir süre devam etti, hele bir tanesi vardı ki aileden biri gibi olmuştu, ben evde olmadığım zamanlarda ortaya çıkıyor fakat kimse onu eline almak istemediği için müdahale edilmiyor, ben varken de ortalarda görünmüyordu. Böylelikle bütün zenginlik hayallerim facia ile son bulmuş ve benim en o Lüks’ü ne de vitesli veya vitessiz bisikleti alacak param hiç olmamıştı. Diğer işlerimiz başında inekleri otlatmak gelirdi, bu benim en sevdiğim işti bir nevi sosyal aktiviteydi, çelik çomak oyunları oynar ateş yakıp közde mısır pişirir ve mevsim meyve ağaçları arasında daldan dala atlayarak müthiş eğlenceler yaratırdık. İnekleri en uslu sayılanlar benimkilerdi, diğer arkadaşlarımın hayvanları sürekli mısır veya tütün tarlalarına kaçar sahiplerini beş dakika oturtmazlardı. Siyah ineğim Cömert’te ahır kapısına işlenmiş olan doğum tarihine istinaden bir boğa burcu dişisi olarak, taze yeşil renkte mısır yaprakları başta olmak üzere doğadaki diğer bütün canlı renklerin cazibesine dayanamaz, bulduğu ilk fırsatta onlara doğru yönelmeye bakardı. Bazen bir bağırışımla durarak kafasını yere kor tek gözü beni denetleyerek önünden otlanıyormuş numarası yapardı. Dikkatimin başka yöne kaymasını sabırla bekler, kendini unutturduğunu fark ettiği anda hedefine doğru ilerlemeye başlardı. Eğer onu mısıra varmadan fark etmişsem, oraya ne kadar yaklaşmış olursa olsun, daha da sert bağırışımla beraber yerimden kalkıp yanına gidiyormuşum gibi hareketler yaptığım için umudu kırılmış halde geri dönerdi. Ama eğer hedefine ulaşmışsa ne bağırıp çağırmalarım ne de yaptığım sahte beden hareketlerimin onu mısırlardan ayırabilmesinin imkanı yoktu. Ben bizzat gidip onu oradan çıkarıncaya kadar olan süreyi iyi değerlendirerek, seri bir şekilde mısır yapraklarını mideye indirmeye bakardı. Aslında bir hayvandan özellikle inekten beklenmeyecek kadar zekice numarasını taktir etmiyor da değildim, ama otsuz bir alanda bir saat bağlı kalma cezasından da kurtaramazdı bu onu. Ali abimiz vardı yine bizim Aydın’lar sülalesindendi, bizden yaşça oldukça büyüktü hayatı kumardı. Hüseyin amcamın kahvehanesinde küçük yaştan beri garsonluk yapması bir nevi kumarın içinde yetişmesini sağlamıştı, hastalık derecesinde kumarbazdı cebinden iskambil kağıtları hiç eksik olmazdı. Bizlerle inek otlatmaya gelir hepimizi kumara takar o varken çelik çomağın yüzüne bakan olmazdı. Hiç kimseyi bulamasa kendi kendine pişti oynar, sanki karşısında gerçek bir rakip varmış gibi kağıtları dağıtır önce kendi yerine, sonra hiç üşenmeden yer değişerek rakibi yerine geçip kağıt atardı. Bu yer değişimini yapmadan karşı tarafa dağıttığı kağıtlara bakmayacak kadar da dürüsttü. Hemen bütün iskambil oyunlarına vakıftı, onun sayesinde küçük yaşlarımızda türkiyede oynanan kağıt oyunlarının çoğunu öğrenmiştik. Kaybedenler inekleri mısırdan çeviriyordu, lakin Ali abimiz gerçekte olmayan o hayali rakibine karşı gösterdiği dürüstlüğün yarısını dahi bize göstermez, daha kartları karıştırırken hangilerini bize verip kendisine hangilerini alacağının eksiksiz programını yapar uygulardı. Hile de bize karşı müthiş yaratıcıydı, akşam kahvehanede uygulamak için bizim üzerimizde bir nevi hile antrenmanları yapsa da, yine de akşam yenildiğinden bahsederdi. Tabi onlar saf ve çocuk değildiler bütün numaralarını çözmüşlerdi biliyorlardı. Ama bizleri her defasında ezici güçle yener, sonrasında bir ağaç gölgesinde camış gibi yatardı. Bir sürü ineği vardı ve bunlar hiç yerinde durmayan iğrenç hayvanlardı, sürekli onun aksi hayvanları ile uğraşmaktan dinlenmeye vakit bulamazdık. Böyle durumlarda Cömert’i ne uslu ne güzel hayvan olduğu için gönülden taktir ederdim. Sabahtan akşama kadar Ali abinin hayvanlarını sürekli oradan buradan çevirip durmamıza rağmen, yine de hesabımızı kapatamaz ertesi güne de borçlu girerdik. Ama sağ olsun abimiz alçak gönüllülüğünü gösterir dünden kalan tüm borçlarımızı silerdi. Sanıyorum bu iyi niyetinin altında, nasıl olsa yine kazanacağının mutlak bilinci ve olmayan bir rakiple oynayarak, sürekli yer değiştirme zahmetinden de kurtulma isteği yatıyordu. Aynen de düşündüğü gibi oluyor biz yine bir yığın borçla kalkarken, o aynı ağacın altına yatmaya giderdi. Belli bir süre sonra uykusunu aldığında uyanır ve ağaç altında tek başına oturmaktan sıkılarak bizi çağırıp tekrar tüm borçlarımızı siler yine kumara takardı. Eğlendirilmekten yorulup tekrar uykusu bastırınca kumarı yarıda keser, biz daha büyük borçlarla kalkarken o yine olduğu yere zıbarırdı. Zamanla bizlerde ustalaşıp bütün hilelerini çözmüş hatta onu yenebilir duruma gelmiştik, ama o bize asla borçlarını ödemez ineklerimizi çevirmezdi, yine de buna çok aldırmazdık şükür ki onun pis hayvanlarıyla uğraşmaktan kurtulmuştuk artık ve bu bizim için en büyük kazançtı.
İlkokulu bitir bitirmez babam köyde açılan kuran kursuna vermişti beni, aynı dönemde de sıgaraya başlamıştım.Babam bunu öğrenip ağzıma yanan sigarayı sokmaya kalkışmak başta olmak üzere, türlü şiddet türleri uygulamış olsa da işe yaramamış çaresizce durumu kabullenmişti. Kurs hocamız caminin imamıydı kız erkek karışık yaklaşık otuz kişilik bir sınıftık. Hocamızın elinden sopa hiç eksik olmazdı, öğrenemediğimiz veya öğrenmekte geciktiğimiz her harf her süre ve her ayet için dayak yerdik. Çok acımasız bir adamdı bizleri yetişkin döver gibi döverdi, ve onun için kız erkek hiç fark etmiyordu. Ailelerimize bu durumu şikayetimiz bir de onlardan azar işitmemiz dışında işe yaramazdı. Herkes ona büyük hürmet gösterirdi, ne de olsa o bir din adamıydı okul öğretmeninin çok üzerinde kutsal bir mevkiye sahipti. Bütün sınıf inanılmaz bir hızla kuran öğrendik, zaten malum şartlarda aksi düşünülemezdi. Sesim güzeldi, eğer ezanı okursam babam bir paket sigara ile ödüllendirirdi beni, tütünün o yeni başlangıç tadı ve hevesiyle babamla günde en az bir kez camiye gider ezanı ben okurdum. Günde bir paket sıgara içtiğim için de diğer vakitleri türlü bahanelerle atlatırdım. Babamın camiye gitmezden evvel içmeme zorladığı çiğ yumurtanın tadı ve evde makam alıştırmaları katlanılması güç şeylerdi. Hoca babamla beni şadırvanda gördüğünde durumu bilir ezanı okumamı ya kendi teklif eder, ya da ben sürekli cami kapısının paspası altında duran anahtarı alarak ezanı okumaya başlardım. Hocamız vakit namazlarında öğrencilerine müezzinlik yaptırır, bazı ayetleri veya süreleri okuturdu. Sınıfta sürekli hep aynı şeyi tembihleyerek; bakın çocuklar eğer camide kuran okuyan arkadaşınız bir yerde takılacak olursa ayeti bilen herhangi bir arkadaşınız cemaatin içinden de olsa onun takıldığı yerden devam etsin. Unutmayınız ki kur’an asla beklemez çocuklar derdi. Tabi takılan hatırlayamayan heyecana kapılarak donup kalan çok olur, cemaatin içinden bir başkası devam ederdi , bu durum takılan öğrenci için ertesi gün sınıfta alay konusu olmak demekti. Benim de bu takılma hatırlayamama durumlarım çok olmuştur. Ancak babam tarafından sigara ödülü, hoca tarafından acımasızca dayak sistemi arası ters yönde iki öğretici itiş gücü, birazda kendi yeteneğim sayesinde bir yıl sonunda küçük bir hafız olup çıkıvermiştim. Kuranı kerimi çok defalar hatmettim, bazen de hatim edermiş gibi yaparak yarısını okumadan atlayıp geçtim. Ödül sistemim yine aynı şekilde işliyordu, babam yarısını okumadan geçtiğim bu hatimlerin hızından şüphelense de, kuran okuduğum için benimle gurur duyar ve o kadar hızlı okuyabilme becerim olduğu için de ekstradan bir paket sigara ile daha ödüllendirirdi. Kaldı ki hatmin kendisi zaten on paketti, bütün kuranı bitirmek öyle ucuz ve kolay iş değildi. Bir ramazangecesi hocam teravih sonrası amentüyü okuyordu, cemaat hınca hınç tabirinin tam karşılığı durumundaydı. Hoca ayetin birinde takılıverdi, baştan aldı tekrar takıldı bekledi bir daha denedi yine olmadı yine takıldı, hocanın takıldığı yerden cemaatin içinden ben devam etmeye başladım. Bunun benim için bir facia ile sonuçlanabileceği içime doğmuş olmalı ki, hem okuyor hem de hocanın tepkisini gözlüyordum. Gözlerini sıkıca yummuş kıpkırmızı olmuştu, bu çıkışımla yanlış yapmış olabilirmiydim? Hayır olamazdım zira kendisi değilmiydiçocuklar hiçbir durumda kuran asla beklemez diyen. Bu gurur verici hareketim hemen o gece babam tarafından üç paket sigara parası ödülü ile bana dönmüştü, haliyle üç gün camiye gitmemiştim. Sıgaram bitince bu üç gün sonunda babam ile birlikte caminin yolunu tuttum. Hoca ortalarda yoktu, abdestimi alıp kapı önündeki paspasın altına koştum fakat anahtar her zamanki yerinde değildi. Ben daha bu şaşkınlığımı atamadan hoca göründü, geldi, geldi, daha yaklaştı ve sonra hiç yüzüme bakmadan anahtarı cebinden çıkarıp camiye girdi ve ezanı okumaya başladı. Müthiş hayal kırıklığına uğramıştım, o saf çocuksu niyetimle beni dalgınlıkla falan unuttu zannetmiştim, fakat o günden sonra ne zaman camiye gitsem aynı dejavu yu yaşadım. Ben yine anahtarı yerinde bulamıyor, sonra hoca o meymenetsiz suratıyla görünüyor ve hiç yüzüme bakmadan anahtarı cebinden çıkarıp camiye girerek ezanı o okumaya başlıyordu. Bu durum günlerce aynı şekilde her öğlen namazında devam etti, sonra ben vakitleri değiştirip ikindiyi, akşam ve yatsıyı denedim ama işe yaramadı, vakitler dışında değişen hiçbir şey olmadı. O iğrenç çiğ yumurtayı içerek babamla camiye gidiyor abdest alıp ezanı okuyamadan namazı kılıp dönüyordum. Aslında namaz kılmayı sevmiyordum, amacım sevap falan değil sigara kazanmaktı, ama ezanı hoca okudu diye namazdan kaçabilme şansım da yoktu. Bazı günler ramazanda oruçta tutmuyordum, tabi bunu kimseye söyleyemiyor gizliden aşırdığım birkaç lokma ile hiç sevapsız yarı aç duruyordum. Ramazanlarda köyde çok mistik bir hava oluşur değil oruç tutmamak, namaz kılmayanlar bile o ay namaza başlar herkes ibadetini eksiksiz yapardı. Bu ayda birilerinin seni yerken görmesi demek, köyün eşeklerine tecavüz etmişsin ve bunu yaparken tüm köylüye yakalanmışsınla aynı utanç ölçüsündeydi. Namaz kılmayı sevmiyordum evet ama çok bir günahımda yoktu (henüz), Allah bunu biliyordu ki ben iyi bir insandım, küçük günahlarımı da öteki tarafta ya affeder ya da başka bir neticeye bağlardı elbet. Bu tarafta ise ezan okumadıktan sonra namaz kılıyor olmamın, sıgara almaya değer bir yanı yoktu babamın gözünde. Her Müslümanın yerine getirmesi gereken olağan bir farz vazifesiydi bu. Anlamıştım hoca bana çok kızmıştı ve artık ezanı falan okutacağı da yoktu, o halde boş yere çiğ yumurta içerek ezanını okuyamadığım namaza gitmemin de bir anlamı yoktu. Radikal bir karar alarak namazı bıraktım, beni camiden soğutmuş ekmeğimle oynamıştı adi herif, Hristiyan olsa bu kadarını yapamazdı böyle taze bir Müslümana. O günden sonra hoca ile hiç konuşmadım, nerde görsem başımı çevirdim, zaten kendisine bir ihtiyacımda kalmamıştı. Ben zaten kendim bir küçük hoca etkili kuran hatibi olmuştum, herkes sesimin güzelliğinden bahsediyor bana kuran okutma teklifleri havada uçuyordu. Artık namaza gitmemem ile ilgili babamın gösterdiği tepkiye karşı, hocanın bana ezan okutmadığı şikayetime babam; okutmuyorsa bir şey biliyordur, zaten doğru dürüst yıkanmıyorsunda, cenabet misin nesin pezevenk! Cevabı veriyordu. Ezan işini bırakıp kırkbir yasin sektörüne girdim, getirisi de çoktu içemeyeceğim kadar sıgaram oluyordu ve bunun yanında yediğim güzel yemeklerde cabası idi, üstelik namaz kılmak zorunda da kalmıyordum. Tek sorun çok uzun sürmesiydi, neden üç değil beş değil hatta neden kırk değil de kırkbir di, oku oku bitmiyordu. Zamanla bunun da kolayını bulmuştum, ilk beş veya on tanesini sesli okuyor, sonra sessize alıp çoğu ayetleri atlayarak kırk bir yasini neredeyse kırk bir dakikada bitiriyordum. Bu hızımı şaşıranlar olmuyor değildi elbette, fakat hatim hızımı bilenler tarafından bir nevi tescillenmiş durumum vardı. Zaten beni denetleyebilecek tek kişi hocaydı onunla da küstük. Fakat bu karlı sistemim de küçük bir ihmalim sebebiyle umulmadık bir anda çökecekti.
Bir gece Mahallemizde yeni vefat etmiş olan büyük amcam için yengem tarafından kırk bir yasin okumaya davet edildim. Hava soğuktu dışarıdaki çeşme de abdest almaya da gözüm kesmedi içeri de alırım dedim. Eve girdiğimde sanırım köyümün tüm kadınlarının bir arada olduğu aşırı bir kalabalıkla karşılaştım. O kargaşada abdest almak istemedim soranlara abdestliyim dedim geçiştirdim. Beni oturttukları baş köşede yasinleriokumaya başladım, tabi yine bir kaçını sesli okuyup sonra sessize alıp devam etme düşüncesindeydim. Fakat oradaki kalabalık cemaatin, yaptığım bence önemsiz işe acayip kutsiyet yükleyip, ellerinde tespihlerle bir nevi transa geçerek sıradan okuyuşlarımı sıra dışı şekilde dinliyor olmaları ilk başta ürpertti beni. Salondaki o mistik hava ve konuya olan ciddiyetlerinin üzerine, o kadar insanın da bana odaklanması sayesinde enerjilerini üzerimde hissetmem bir korku soktu içime. Abdestsiz olduğum düşüncesi zihnimde büyüyerek tüm benliğimi sarıverdi. Evet abdestsizdim bu insanlar bilmiyordu ama Allah biliyordu, herkesi kandırmıştım ve her an çarpıldım çarpılacaktım, bunu tüm hücrelerimde hissediyor kendi yarattığım korkumu her saniye büyütüyordum. Başladığım işi yarım bırakabilmemde söz konusu değildi, abdest almadığım için ölümüne pişmandım ama artık çok geçti. Herkes böylesi katışıksız trans halindeyken, gaz çıkardım bahanesiyle okumayı yarıda kesip abdeste koşmaktansa, çarpılmak az utanç vericiydi. Korkudan kalbim kuş kanadı gibi çırpınıp dursada, kimse benim bu halimin farkında değildi. Gözler kapalı, başlar önde, ellerinde tespihlerle başka alemlerde idi onlar. Artık ne olacaksa olsundu kurtuluş yoktu, ben tüm gücümle ayetlere odaklanıp hepsini sesli ve eksiksiz okumakla kendimi sürüklediğim korkudan onlarla kurtulmaya çalışarak, hayatımın o en uzun en korkutucu kırkbir yasinseansını tamamladım. İnsanlar ağzına sağlık Allah razı olsun evladım diyerek üzerime yürüdükçe ben daha da korkuyordum. Çocuktum o güzel yemekleri bile yiyemeden kendimi binbir güçlükle kırkbir yasinortamının dışına zor atabildim. Öyleki kazandığım sıgaralarımı bile almayı unutmuştum, peşimden yolladılarsa da hiç ilgilenmeden yatağımın altındaki stokuma atıp hemen yattım. Sanıyorum gecenin o soğuk etkisinin üzerimde bıraktığı ruhsal durumdan olacak, o vefat eden büyük amcam rüyama girdi. Üzerime her adımında büyüyerek haykırıyor, hep aynı cümleyi kuruyordu; Abdullah ver sıgaralarımı!. Yatağın altından o gece onun için aldıklarımı hatta diğer biriktirdiğim sıgaraları da ne varsa üzerine üzerine atıyor olsam da, o hala aynı pelesengi haykırıyordu; Abdullah ver sıgaralarımı. Koşamıyor kaçamıyordum- ki rüyada kesinlikle koşamam- ter içinde uyandım. Titriyordum kalp atışlarım dinmiyor nefesimi kontrol altına alamıyordum. Odamda bulunan soğan patates çuvallarını kapının ardına yığdım hemen, anamın benim odami, bir nevi evin kileri olarak kullanıyor olması işime yaramıştı sanki. Fakat büyük amcam yine çıkar gelir korkusuyla sabaha kadar uyuyamamıştım. Böyle durumlarda koynuna koşabileceğim ebebeynlerim olduğu bilincim vardı, fakat iç güdülerim hemen onlara koşmam için gereken talimatı vermiyordu. Bilinçsel olarak anam babamdılar, ama duygusal bağlamda onlar annem babam değildi ve her çocuğun hemen yapması gereken şeyi ben yapamıyor en güvenli sığınağım olacak koyunlarına koşamıyordum. Evet vardılar hemen yan odadaydılar, ama yoktular işte…
Benliğimde yaşadığım bu tezatların sebebini henüz bilmiyordum, kişiliğimde yaşadığım dalgalanmaların psikolojimi sallamaya başlamaları o zamanlardan başlamıştı. Bütün korkularımla yalnız başıma mücadele etmeyi öğrenecektim, lakin insanın o çocuk yaştaki yetişkin, veya yetişkinken çocuksu korku kapılarının, öyle soğan patates çuvalı koymakla kapanması da mümkün olmayacaktı…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.