- 650 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
LEŞKER-İ GAZA CEPHEDEYKEN...
LEŞKER-İ GAZA CEPHEDEYKEN...
Aktüel programları açıyor, anlatılanları dinliyor, üzerinde azıcık kafa yoruyor, merak edip kaynakları karıştırıyorum… Hemen her şey; sanki “Dünyanın son demlerini yaşadığını” anlatmaya çalışıyor. Devletlerin kuruluşu, birbirleriyle mücadeleleri, “bu yok oluşa giden ateşin” fitilinin ne zaman ve nerede ateşleneceği, hangi milletin ne kadar hüküm süreceği, bazılarının; yeryüzünün ne kadarının ya da nerelerinin “aslında kendilerinin olduğunu” iddia etmeleri... Emellerine ulaşmak için; “meşru olup olmadığına bakmaksızın” her yolu denemeleri… İşin en ilginç yanı da, “bir avuç olmalarına karşın tüm dünyayı avuçlarının içine almaları”... Ve, insanlıkla da bir çocuk gibi oynamaları… Şımarık ve yaramaz evlat gibi, her dediklerini yaptırmaları, “insanlığa efelik yapanların ve gücü elinde bulunduranların” da “kılcal damarlarına kadar” sızmış olmaları… Etrafından ve kenarından dolanarak anlatmaya çalıştığım bu ateş çemberinin yanı başında yaşamaya çalışıyoruz. “Yangının dumanını gördüğümüz, barutun kokusunu aldığımız, bataklığın ıslaklığını hissettiğimiz” bir coğrafyada ve zaman diliminde nefes alıp veriyoruz. Yanı başımızda yaşananlara küsmemizden mi? Onlara sırtımızı dönmemizden mi? Umursamayışımızdan mı? “Ne halleri varsa görsünler” dememizden mi? Kendi hallerine terk etmemizden mi? Yönümüzü; kurtuluşa ereceğimize inandırıldığımız, güneşin battığı yöndeki “tılsımlı kaf dağının arkasına” dönmemizden mi? Birbirimize tutunmaya çalıştığımız komşuluk bağlarına makas atmalarından mı? Bizi, kendi yağımızla kavurabileceğimize ikna etmelerinden mi? Bize dokunmayanların, bin yıl yaşayacaklarına ikna olmamızdan mı? Belaya bulaşmaktansa çalıları dolaşmak istememizden mi? Bilmem hangi sebeptendir; belâ kapımızı çok tamam çalmaya başladı bile. Sebebi her ne olursa olsun; kendimize gelmeye başladığımız, ayaklarımızın üzerinde doğrulmaya çalıştığımız, yaşananlara “kendi gözümüzle bakabildiğimiz” ve “kendi göbeğimizi kendimiz kesebildiğimiz” günlerdeyiz. Doğruları söylemenin, haksızlıkları göz önüne sermenin, mazlumları uyandırmanın “başımıza ne işler açacağının” da farkındayız. “Nereden çıktı şimdi bunlar? Hiç de hesapta yoklardı. Kuracağımız düzene çomak sokmak da neymiş?” Diyerek bataklığa çekmeye çalıştıkları, bu planı da bin bir türlü yolla denemeye çalıştıkları bir zamandayız. El alem ne derse desin, “yangını yerinde söndürmek,bataklığı kökünde kurutmak” üzere bir harekât başlattık. Buna da; barışı simgeleyen, Yüce kitabımızda övgü bulan, arazilerimizi süsleyen “Zeytin dalı” adını verdik. Harekâtın başarılı olması için her türlü hazırlık yapıldı ve “ölse de sağ kalsa da kazanacağına inanan” mehmetçiğimizin koşarcasına cepheye gitmesi… Onların yolunu kesip kucaklaşan ve poşetle nevale veren vatandaşlarımızın içtenliği… Sosyal medyada örgütlenen kardeşlerimizin; sureler ve hatimler yollama çabalarını takdire şayan buluyorum. Üzüldüğüm ve kızmakta haklı olduğuma inandığım şu ahvali de belirtmeden geçemeyeceğim. Kahkahaların gırla gittiği diziler hala aynı izleme oranlarında… Şamatanın tavan yaptığı bilmem ne yarışmalarının reytingleri en yukarılarda… “Vur patlasın çal oynasın, umurumda mı ki dünya” diyenlerin sazlı-sözlü çiğ köfte partileri sosyal medyanın canlı yayınında… Milletin malını; çalgı-çengi eşliğinde, halaylar çekerek savuranlar ise, “mutluluğun doruk noktasında”… Milletçe tecrübe edindiğimiz ve inandığımız bir şey var ki bunu asla unutmamamız gerekir… Cephedeki askerin başarısının altında yatan, dua askerlerinin içten yakarışlarıdır. Madem bizim adımıza mücadele veren leşker-i gazamız (savaşan askerimiz) var, bizlere de en azından leşker-i dua (dua askeri) olmak düşmez mi? Hadi isterseniz hemen başlayalım, ne dersiniz?