GEÇMİŞE MEKTUP
Bu adaletsiz dünyada geriye bırakacağım tek miras yazdığım mektuptur. Bir çeşit isyan veya acılar içinde bir yakarış. Siz ne derseniz artık. Doğduğum köy küçük, eski, yokluklarla dolu, cahil, ilkel insanların yaşadığı bir yerdi. Köyde çoğu kişi okuma, yazma bilmiyordu. Geçmişi düşününce aklıma gelen tek şey utanç oluyor. On iki yaşımdayken on üç yaşındaki kuzenimle zorla evlendirildim. Kardeş gibi bir arada yaşadığınız çocukla, daha çocuk yaştayken evlenmek zorunda kalmanız nasıl bir çaresizliktir, size anlatamam. Sözde büyükler düğün günü sevinçten göbek atarken, biz iki küçük çocuğun içinde yaşadığı yıkıntıları kimse anlamak istemiyordu. Hayatı, insanlığı, yaşamayı anlamamışlardı ki bizi anlasınlar. Tek anladıkları şey ilkelce çoğalmaktı. Düğün bitmişti, etrafımızı saran koca koca insanlar sırıtarak bize anlamadığımız, tuhaf şeyler söylüyorlardı. Damadı erkekler, beni ise kadınlar çekiştiriyordu. Bizi odaya kapatırlarken kayınvalidem yani teyzem, bize gelip çarşafı alacağını söyledi. Kuzenim ve ben bir süre şaşkınlıkla bakakaldık. Teyzemin gelip, uyumak için yattığımız çarşafı altımızdan almasına bir anlam veremiyorduk. İkimizde tam olarak bir şey bilmiyorduk. O odada kuzenimle çaresizce bakışmalarımız aklımın ucundan hiç gitmiyor. Bir süre sonra odanın kapısı birden açılıverdi, teyzem içeri girdi, bizi giyinik halde yatakta oturuyor görünce şaşırarak dışarıdaki insanlara seslendi. Annem, teyzem, halam, anneannem, babaannem, yengelerim her biri hışımla üstümüze geldi. Teyzem gelinliğimin fermuarını tutarak, oğluna açması için baskı yaptı. O an ‘’Yer yarılsaydı da içine girseydim keşke!’’ dedim içimden. Şimdi düşünüyorum da, ‘’Yer yarılsaydı da bu zihniyetteki ebeveynlerimiz içine girseydi keşke!’’ diyorum. Girselerdi de bizleri, yani çocukları rahat bıraksalardı keşke! Kuzenim, zavallı çocuk annesinin bağırmasından korkarak titreyen elleriyle fermuarımı tuttu. Fermuarımı tutarken parmak uçları sırtıma değiyordu, buz gibiydi, terden ıslak parmak uçları mızrak gibi değiyordu bedenime. Böyle bir ölüm yok vuruluyorsun, canın yanıyor ama ölmüyorsun, bedenen ölüm kadar kolay değil ruhsal ölüm. Ne kadar canın yansa da ruhunu teslim edemiyorsun, hala yaşıyorsun acılarla dolu dünyanda. Bitmiyor! Hiç bitmiyor hatırlamalar geçmişi! O an bir Azrail aradım can çekişirken dört gözle, fakat ne gelen var nede giden. Tepemde duran vicdan yoksunları Azrail’imizmiş meğer yıllar sonra anladım bunu. Bizi bedenen öldürmediler ama çocukluğumuzu başarılı şekilde öldürdüler. Belki de hayattaki tek başarıları buydu insanların çocukluklarını yok edip, ömür boyu izi geçmeyecek travmalarla yaşamak zorunda bırakmak! İlk defa bir erkek, üstelik kardeşim gibi gördüğüm bir erkek bedenime dokunmuştu. Kuzenim ağlamaklı, şaşkın, annesinin korkusuna söylenenleri yapmaya çalışıyordu. Gelinliğimin fermuarı inmiş, sırtım açılmıştı. Benim ise gözlerimden yaşlar akıyordu, o utanç nasılda yakmıştı beni yanaklarım al al olmuştu. Tüm bedenim alevler içindeymiş gibi cayır cayır yanıyordu. Yaşarken cehennemi görmüştüm sanki. Bir çocuk cehenneme gitmeyi hak etmez? Etmemeli! Hem günahım neydi ki? Ağlıyordum! Korkudan ses çıkaramadan ağlıyordum. Kuzenim utançla başını eğmiş, annesinin şuursuzca ağzından savurduğu cümleleri dinliyordu. Bize biraz daha baskı yapıp odadan çıktılar. İkimizde kafese hapsedilen iki temiz, masum, bembeyaz, esir güvercin gibiydik. Birde kanatlarımız olsaydı şu utançtan iki büklüm olan sırtımızda! Dört yanımızı saran, önümüzde dağ gibi duran şu duvarlar yıkılsa. Başımızın üzerindeki koca tavan yok olsa. Biz ise uçup gitsek temiz yerlere, güzel yerlere birlikte. Okula gitsek mesela, parka gitsek, lunaparka gitsek. Dönme dolaba binsek, dönme dolap dursa dönmese bir daha ve hep en tepede kalsak ulaşamasa bize böyle insanlar ömür boyunca. Hep duyduğum ama hiç görmediğim bu yerlere gidebilsek. Hiç geriye dönmesek! Kuzenimle birlikte ağlıyorduk sessizce, ben bunları düşünürken birden onun aklına bir fikir geldi. Çekmecenin üzerinde duran el aynasını havlunun içine koyup, demir karyolanın ucuna vurdu. Kırılan parçaların biriyle kendi bacağını hafifçe kesti. Akan kanını çarşafa damlattı. Şimdi hepimize basmakalıp gelen bu durum, aslında o zor anlarda bir kurtuluş yoluydu o çaresizliği yaşayana. Kapının önünde nöbet tutan sözde büyükler çarşafı alınca rahatlamışlardı. Fakat hiçbir şey onların sandığı gibi değildi. Kuzenimle birlikte kaldığım ev teyzemlerin evinin yanıydı. Bütün gün gözleri üzerimizdeydi, onlar gardiyan biz ise mahkumduk. Biraz zaman geçtikten sonra, hiç utanmadan bizden torun istediler. Bu sefer torun baskısıyla boğuluyordu ruhlarımız. Hayata oyun olarak bakan iki çocuk olarak, büyüklerimize karşı bir oyun oynamaya karar verdik. Bir süre sonra teyzeme hamile olduğumu söyledim. Teyzem büyük bir heyecanla, gözlerini kocaman açarak bana ‘’Yoksa kirlenmiyorsun?’’ diye sordu. O an ne diyeceğimi bilemeden donup kaldım, ne cevap vermeliyim diye hızlıca düşündüm. Hayatımda hiç bu kadar kararsız kalmamıştım. Ne cevap vermeliyim? Evet mi, hayır mı? Birden ‘Evet’ dedim! Teyzem kirlenmediğimi duyunca coşkuyla ayağa fırladı. Hamilelik döneminde hastane, doktor, hemşire yüzü gören kadın hiç yoktu köyümüzde. Teyzem bana inanmıştı, koşarak gitti, bu müjdeyi duyurdu tüm köye, eniştem, annem, babam, halam herkes mutluluktan havalara uçmuştu. Herkes kuzenimi büyük bir iş başarmış gibi överek, el üstünde tutuyordu. Teyzem bir yandan, annem diğer yandan mavi renkte kundak, patik, yelek, yorgan, çorap örüyordu doğacak bebek için. Teyzemin gözünden hiçbir şey kaçmıyordu, aylar geçmesine rağmen karnım büyümemişti. Beni bir kenara çekip kızarak uyardı, bebeğe iyi bakmadığımı, sıska, kuru bir kız olduğumu söyleyerek beni yermişti. On iki yaşında bir çocuk olduğum için bu detayı atlamıştım, karnımın büyümesi gerektiğini akıl edememiştim. Eve gidip karnımın büyümesi için elbiselerimin altına yastık, kıyafet gibi şeyler koyarak karnımı büyütmüştüm. Uzun bir süre hamilelik yalanıyla rahat bir nefes almıştık kuzenimle, fakat çocuk aklı dokuz ay on gün gibi bir zaman dilimini düşünememiştik. Hamilelik sürem çok uzamıştı, kuzenimle yolun sonuna doğru geliyorduk. Oyunumuzun bundan sonrasını planlamamıştık. Etrafımızın ‘’Doğur artık!’’ baskısından bıkarak, kuzenimle kafa kafaya verip düşünmeye başladık. İkimizin de aklına gelen tek şey, çaresiz kaçmaktı. Bütün yaşanan utançları, baskıları, korkuları, sorumlulukları başka türlü yok edemezdik. Karar verdik biz yok olmalıydık. Kuzenimle ağlayarak vedalaştık, sarıldık son bir kez kardeşçesine birbirimize. Nereye gideceğini o da bilmiyordu, sabah olur olmaz ilk o ayrıldı evden kimseye görünmeden. Ben ise onun kadar şanslı değildim teyzeme yakalandım, bütün gün gözü üzerimdeydi. Oradan kaçabilmek için aklıma son bir oyun geldi. Çevremizde doğuran birkaç kadının çığlıkları hafızama yer etmişti. Hemen o çığlıkları taklit ederek, doğurduğumu söyledim. Teyzem telaşlanmıştı, elleri, ayakları birbirine dolandı, ebenin evine doğru bağırarak koşarken ben odama gittim. Teyzemin bebek için ördüğü mavi renkli kundağın içine çok sevdiğim, oyuncak bebeğimi, Zeynep’i içine koyup sardım. Yatağın üzerine bırakarak hızlıca oradan kaçtım. Kusura bakma teyze, kusura bakma anne, bütün büyüklerim kusura bakmayın bebek kız doğdu. Benim gibi masumdu. Çok geçmeden jandarma beni yakaladı, olanları duyunca beni aileme vermediler, çocuk esirgeme kurumuna verildim. Yıllar sonra on sekiz yaşıma gelince mecburen oradan ayrıldım. Dışarıda kimsem yoktu, sudan çıkmış balık gibiydim, yapayalnız. O an tesadüfen, ben öyle zannetmişim meğer, bir gençle tanıştım. Bu genç çok yakışıklıydı, oturup konuşmuştuk hayatımda ilk defa bir insan bana böylesine sevecen, ilgili, samimi, güven verici yaklaşmıştı. Onun bu sevecen halleri başımı döndürmüştü, içten içe sevinmiştim. Çocukluğum kötü geçti ama bundan sonrası çok güzel olacak diye umutlanmıştım. Hayalim bu yakışıklı, güzel kalpli gençle evlenmekti. Ne yazık ki umduğum gibi olmadı! Güvendiğim, sevdiğim o adam beni kandırıp, geneleve satıp kaçtı. Hayatım alt üst olmuştu. Yıllar boyunca süren acı bir sömürü, hiç bitmeyen aksine gün geçtikçe artan bir utanç ve nefret dolu bir dışlanma yaşadım. Şu an elli yaşındayım, bedenen ve ruhen bitik durumdayım. Keşke yaşadığım her şeyi bir anda unutabilsem, bir daha da hatırlamasam. Ama imkansız! Unutulmuyor! Benim hikayem böyle, peki ya kuzenim? Acaba o nerede? Ne yapıyor? Yaşıyor mu? Benim zihnimde hala on üç yaşında masum bir çocuk ve hep öyle kalacak. Bu satırları asıl utanması gerekenlere yetişkinlere, ebeveynlerimize, büyüklerimize yazıyorum. Ne olur! Biraz akıl, biraz edep, biraz empati, biraz vicdan! İnsanı insan yapan.