- 650 Okunma
- 3 Yorum
- 2 Beğeni
658 – YİRMİ BEŞ KURUŞ
Onur BİLGE
“Yirmi Beş Kuruş,
Sen benim zenginliğimdin. Gazoz kapaklarımdın. Allı yeşilli, gümüş rengi… Şıkır şıkırdın avuçlarımda, ceplerimde dolu dolu… Varlığınla o kadar mutluydum ki! Sen vardın ya… Oynayabiliyordum çocuklarla. Seni kaybetmemek için nasıl bir savaş veriyordum onlara karşı!
Bilye yerine onları koyuyorduk ortaya. Sonra çıkarmaya çalışıyorduk çizginin dışına. Çıkardıklarımız bizim oluyordu. Oyun bitince boşaltıyordum ceplerimi, birer birer sayıyordum onları. Onlar sen oldun yıllar yıllar sonra…
Bir bayram günüydü. Mahallemizde çok zengin bir amca vardı. Bayram günlerindeki el öpmelerde herkes bize akide şekeri veya kâğıtlı şeker verirken o para dağıtırdı. Onun için en kıdemli komşumuzdu. İlk onun kapısında alırdık soluğu! O gün erkenden uyanmış, bayramlığımı giymiştim. Kunduralarımı da giymiştim. Onlar da yeniydi.
Baktım, karşımızdaki evde oturan komşumuzun oğlu da kapının önündeydi. Onlar yeni taşınmışlardı. Musa, mahallede yeniydi. Nereden bilecekti Abdülmuttalip Amca’nın bayramlarda para verdiğini! Hemen seslendim:
“Musa! Haydi el öpmeye!.. Abdülmuttalip Amca’nın evinden başlayalım!”
“Olur!” dedi, geldi. Doğru onun konağına gittik. Konak dediğim, dışarıdan tahmin edebildiğim kadarıyla dörder odalı iki katlı bir ev ama bizimkilerin yanında saray gibi…
Güle oynaya, seke zıplaya konağa gittik. Cümle kapısından girdik içeriye. Kapıda altın renginde bronz olduğunu sonradan anladığım, o zamanlar altından yapılmış olduğunu sandığım, nişan yüzüklü bir hanım eli vardı, kapı tokmağı olarak. Avucunda da pinpon topu kadar bir küre… Elin altında da aynı madenden bir parça… Elime o eli aldım, kaldırıp kaldırıp vurmaya başladım. Dört kere vurunca biraz beklenir, kapı açılmazsa bir kere daha denenir, yine açan olmazsa ısrar edilmez, geri dönülürdü. Âdet öyleydi. Hatta “Postacı Kapıyı İki Kere Çalar.” diye bir söz bile vardı. Analığım tekrarlardı. Sonradan öğrendim, o da bir roman adıymış.
Çok heyecanlıydım. Hem bayramlığımı giymiştim, hem de kendimce para kazanacaktım. Bir önceki bayramda daha küçüktüm. Daha az para alabilmiştim. Bu bayram biraz daha büyümüştüm. Belki büyük çocuklara verilen para kadar kazanacaktım. Bunun için sadece el öpecektim. Bundan kolay ne vardı!
Çok bekletmedi aceleciliğim beni. Kalbim gümbür gümbür atıyordu. Elim tekrar altın ele gitmişti ki kapı açılıverdi. Önce bir demir sürgünün çekiliş sesi, sonra bir kapı gıcırtısı… Açan o değildi, galiba karısıydı. “Bayramınız mübarek oldun!” diye yüzüne baktım. “Hoş geldiniz çocuklar!” diye gülümsedi. Elini uzattı, öptük. Başımızı okşadı ve bize yirmi beşer kuruş uzattı. Bir kuruş değil, iki buçuk kuruş, beş kuruş, on kuruş değil… Tam yirmi beş kuruş! O da analığımın boynundaki kırmızı kurdeleye takılı beş Reşat altını gibi sapsarı, pırıl pırıl!
Yirmi beş kuruş! Bildiğim en büyük bozuk para! Ellerim ufacık, sıcacık. Para serin… Avucumu kapatınca serinliğini daha çok duyuyorum. Gittikçe ısındığını hissediyorum. “Neler alınır acaba buna?” diye düşünüyorum. Ben bisiklet istiyorum. “Bisiklet alabilmek için bunlardan kaç tane olması gerekir acaba?” diye düşünüyorum.
Parayı alır almaz teşekkür ettik mi etmedik mi bilmiyorum, hemen arkamızı dönüp, bahçe kapısından çıkıp gittik. Dikkatim elimdeki parada… Eviriyorum, çeviriyorum, bakıyorum. Arkasında Ters C harfi gibi ay yıldız vardı. O, Bayrağımızda da vardı ama böyle orak gibi değildi. C gibiydi ay… Ben daha okula gitmiyordum. Üstünde TÜRKİYE, altında CUMHURİYETİ yazısı varmış. Bu tarafa tura deniyormuş. Yazı tarafı, düz tarafıymış. Orada da bir buğday başağı ve 25 KURUŞ yazısı varmış. Ben onu da okuyamıyordum ama onun yirmi beş kuruş olduğunu biliyordum. Bozuk paraları iyi tanıyordum. Çünkü onlarla bakkaldan ekmek falan alıyordum. Onun altındaki de tedavüle girdiği yılmış. Onu da sonradan öğrendim. Çok da ilgilendirmedi beni o teferruat. Bana lazım olan o büyük rakamdı.
Sağ elimde, başparmağımla işaret parmağımın arasındaydı. Kenarları çepeçevre kabarıktı. Kabarık kısmın içi de bir sıra tırtıklıydı. Ortasındakiler de kabarıktı. Parmakla hissediliyordu. Daha sonra epey düşündüm, sordum, öğrendim, paraların neden böyle kabartmayla, değişik boyda ve değişik işaretlerle yapıldığını. Meğer âmâ olanlar, gözleri yazıları iyi seçemeyenler bile büyüklüklerinden ve kabarıklıklarından değerlerini anlayabilsinler diyeymiş.
Elimde oynuyorum. Havaya atıp kapıyorum. Sevinçle eve dönüyoruz. Annelerimize babalarımıza göstereceğiz. Ben bisiklet parası biriktireceğim. “Daha kaç bayram gelecek? Kaç bayram sonra param bisiklet almaya yetecek?” Onun derdindeyim.
“Bir sıçrarsın çekirge, iki sıçrarsın çekirge, üçüncüde geçersin ele!” diye bir söz vardır ya… Bende tersine işledi! Bir attım kaptım, iki attım kaptım, üçüncüde parmaklarımın arasından kaydı gitti!.. Yerde yuvarlandı ve yolun kenarındaki taş duvarın dibindeki göçüğün içine girdi. Elim girmez, duvarın taşı oynamaz, onu oradan kimse alamaz!.. Yandım ben!.. Bittim ben!.. Bisiklet gitti!.. Bayram başlamadan bitti!..
Başladım ağlamaya! Musa teselli edemiyor. O benden bir yaş küçükmüş. Yaşlar akıyor, yanaklarımdan süzülüyor! İçim eriyor, yüreciğim üzülüyor! Gözyaşlarımla beraber burnum da akıyor. Güzelim yirmi beş kuruşum!.. Bayram harçlığım! Param!..
Sanki acıyacak halime de girdiği delikten çıkıp gelecek, cebime girecek! O delikten ayıramıyorum gözlerimi! Oraya çakılıp kaldım! Ayrılamıyorum! Param çıkıp gelmez! Kimse duvarı yıkmaz, paramı oradan almaz! Param! Param!..
Orada ne kaldım, bilmiyorum. Eve nasıl döndüm? Sanki o gün öldüm! İlk o zaman öğrendim değerli bir şey kaybetmenin ne kadar acı olduğunu!
Çok şey kaybettim hayatta. Kaybede kaybede kaybetmelere alıştım. Bir o gün çok sevinmiştim o yirmi beş kuruşu gördüğümde ve elime aldığımda, bir de seni ilk gördüğümde ve benimsediğimde… İlk onu kaybettiğimde yıkılmıştım, son olarak da seni kaybettiğimde öyle! Aradaki kazançlarımda hiç o kadar sevinip mutlu olmamıştım. Kayıplarımda da o denli kahrolmamıştım!
Sen benim gazoz kapaklarımdın. Az ya da çok ama hep cebimde, hep elimin altındaydın, vardın. Azalsan da çoğalsan da yok değildin hepten! Hiç böyle temelli çekip gitmemiştin, kırıp döküp her şeyi! Ne varsa bitirip, beni sende, beni bende bitirip…
Sen benim yirmi beş kuruşumdun! En kıymetli varlığım, varım yoğumdun! Ne kadar sevinmiş, ne kadar mutlu olmuştum, avucumun içindeyken! Ne kadar da güzeldin! İlkin soğuk, sonra serin… Sıcaklığımla sıcacık olmuştun! Sonra kaydın ellerimin arasından yılan misali! Ellerin oldun!
Öyle bir kayış kaydın, öyle bir deliğe girdin ki ulaşmam imkânsız! “Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde… Kalbur saman içinde…”
“Masal oldun!” diyemiyorum. Bütün masalların sonu güzel olur. Keloğlan, padişahın güzeller güzelli kızıyla evlenerek muradına erer! Hem taç giyer, zamanı geldiğinde hem de tahta oturur! Koskoca bir ülkenin sahibi olur ve herkes onun tebaası… Sırtında sırma işli atlas ipek urbası, samur kürkü… Kurum kurum kurulur! Bir sürü de oğlu kızı, torunları falan olur! İşte böyle biter masalların hası!
Onlar erer muradına, biz çıkarız kerevetine! Gökten üç elma düşer. Biri onlara, biri sana, biri bana… Uydurana, asırlardır aktaranlara hiçbir şey yoktur! Hayalini bile vermezler elmanın kimseye! Oysa üç değil, binlerce de düşürülebilir. Yağmur gibi olmasa da dolu gibi yağdırılabilir, dünkü dolular gibi her biri bir kişinin başına! Bu da uydurmadaki cimrilik! Hasis insanlar! Eli sıkı, pinti, kılın Kıtmir’i… Başka bir değim daha var ya, haydi onu da söylemeyeyim! Hemen hemen herkes bilir bu eş anlamlıların gerisini…
Dünyada Yahudilerin, Türkiye’ de Kayserililerin, Antalya’da Aksekililerin cimri oldukları söylenir. Hep bunlar uydurmadı ya o masalları! Hem öyle olsaydı bile, hayal ürünlerinde de pintilik yapacak değillerdi ya! Bu işte başka bir bityeniği var ama ne?
Sen masal bile olamadın, Yirmi Beş Kuruş! Masal bile olamadı, aramızdaki, bu anlata anlata bitiremediğim acayip aşk hikâyesi! Aşk hikâyesi de değil! Tam mânâsıyla yılan hikâyesi!..
Yanarım yanarım, kendime yanarım! Senin gözünde, gazoz kapağı kadar değerim yokmuş ya, ona yanarım!..
Bu anımı aynen Kaptan’a da anlattım. “Mala ne kadar da düşkünsünüz!” der, Allah-ü Teala!” dedi ve sustu.
Gazoz Kapağı”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 658
YORUMLAR
Kapı tokmakları. Tıpkı bizim tokmaklar gibiymiş sizink,ilerde Erzurumda da bu tokmak ve yanında nal şeklinde bir tokmak olur gelen çocuk veya hanımsa "hanım elini" değilse, nal şeklinde olan kullanır; Tokmağın çıkardığı ses, evden kimin kapıya bakacağına karar verirdi.:)
Harika okuyor mu yaşıyor muyum bilemedim. Sağ olun.
Yazı gelirse ben kazanacağım!, Tura gelirse sen kaybedeceksin!!!?, ya dikine gelirse yada rögara düşerse... ben kaybederim.
Kaybolanın yeri belli ise kayıp sayılmaz ki...?