- 644 Okunma
- 4 Yorum
- 7 Beğeni
655 - RUHUM
Onur BİLGE
“Ruhum,
Zamansız uyudum uyandım. Aniden gelen bir uykuydu. Akşam yemeğinden sonra şekerleme yaparken dalıp gitmişim. Güneş de uyuyor ama mehtap uyanık… Kürekleri aheste çekmeye gerek yok.
Yan komşunun oğlu gece yarısı Yaşar Güvenir’in plağını koymuş pikaba. Ben diyeyim on, sen de yirmi kere çaldı. Daha da çalıyor. “Allah akıl fikir versin!” diyeceğim ama benim de yapmadığım bir şey değil. Şimdi pikabım olsaydı yine yapardım. “Sensiz saadet neymiş, tatmadım bilemem ki! Alnımın yazısıydın, ne yapsam silemem ki! Seni uzaktan sevmek, aşkların en güzeli….” diyor. İlk defa şarkı arasında şiir söyleyen adam… Yaşar Güvenir yazıp bestelemiş. Ölen eşi için yazmış güftesini. Onun için bestelemiş. O mecburen uzaktan sevecek artık. Yaşarken uzaktan sevmenin ne demek olduğunu bana sor!.. Ölüm ile ayrılığı tartmışlar, elli dirhem ağır gelmiş ayrılık!
Ruhum, sanki bir daha geri gelmeyecekmiş, zavallı bedenimi senin terk ettiğin gibi terk edecekmiş sandım. O kadar derin uyumuşum. Zorla kendime geldim. Ölüm, böyle bir şey olsa gerek. Narkoz almış gibiyim. Yakup’un, aynı plağın aynı tarafında, pikabın iğnesini kaçıncı kez aynı yere koyuşunda uyandım, bilmiyorum. Belki o zaman sesini iyice yükseltmiştir. Annesi babası, kardeşlerini alarak misafirliğe falan gitmiş olmalılar. Besbelli ev ona kalmış. Meydanı geniş bulmuş, istediğini yapıyor!
Ben de seviyorum bu şarkıyı. Hele vefat üzerine yazılmış ve okunuyor olduğunu düşündüğümde içime işliyor ama çok fazla dinlenince de kabak tadı veriyor! Yakup lise sonda okuyor. Babası soğuk demirci… Annesi evcimen… Kendi hallerinde insanlar. Antalya’nın neredeyse yarısı gibi Korkutelililer.
Ne güzel uyumuşum! Ne vardı sanki pikabın sesini bu kadar açacak! Şimdi kalksam: “Kes şunun sesini!.. Mahalleyi ayağa kaldırmaya hakkın var mı senin!..” desem, hemen keser ama kalbi kırılır, keyfi kaçar. Ben de analığımla babalığım evde olmadığı nadir zamanlarda onun yaptığının aynısını yaptım.
İsyankâr olduğum günlerde Kaptan’a ruh hakkında sorular sorduğumda şimdiki gibi sessiz kalıp dinlemedim. Ben de laf yetiştirdim. O kadar sakin ki sanki teskin edici bir ilaç almış! Ondan çok şey öğrendim. En azından, tartışma esnasında sükûnetimi muhafaza etmem gerektiğini… Öfkelendiğimde gayzımı yutabilmeyi... Öğrendim ama ne kadar tatbik edebileceğim meçhul.
Kalan saçlarının önlerini uzatan, arkaya tarayarak tepedeki açılan yeri kapatan, ak saçlı ak sakallı, değirmi yüzlü, çok güzel gözlü, nur yüzlü, svecen bir ihtiyardır o!
“Ruhun mahiyetini tam manasıyla kimse bilemez. Allah kimseye onun hakkında fazla bilgi vermemiştir. Ruh, Allahın emrindendir. Demek ki ayarı kısılmış beynimizle ve cüz’i aklımızla idrak etmemiz mümkün değil.”
“Bazen birilerine o kadar çok kızıyorum ki aklımı yerinde muhafaza etmekte zorlanıyorum! Anlayış gösterince de seslenmediğim için asabım bozuluyor.”
“Ruh sağlığını mümkün mertebe muhafaza etmeye gayret et, azizim! Bedenin tedavisi, ilacı, protezi var. Günümüzde kalp nakli bile yapıldı ama akıl ve ruhun tedavisi bu tarzda mümkün değil. Çünkü o bir bütün. Bölünemez, parça nakli yapılamaz, ilacı, protezi yok. Onun için akıl ve ruh bir kere hastalandı mı madde boyutunda tedavisi imkânsız! Ancak mânâ boyutunda mümkün olabilir.” dedi sakince.
“Bence ruh diye bir şey yok. Uydurma!” dedim.
Onu kızdırmak, söyletmek istedim. Bal gibi de biliyorum ruhun var olduğunu. Ben uyurken uyanık olduğunu… Bedenimden çok da uzaklaşmadığını… Uykunun küçük ölüm olduğunu söylerdi analığım. Uyuduğumuzda bizden muvakkaten alındığını, tekrar verildiği için uyanabildiğimizi… Ölümün denemesinin bize her gün en az bir kere yaptırıldığını… “Bakalım ne kadar dayanabilecek?” diye geçirdim içimden.
Ruh olmaz olur muydu! Ya sen benim neyimdin, ruhum değil de? Yokluğunda canlı cenaze değilim de neyim?
“Yani şimdi sen sevildiğini bedeninle mi hissediyorsun? Sevince bedeninle mi seviyorsun? Âşık olunca bedeninle mi kendinden geçiyorsun? Yani sen şimdi bedeninle mi düşünüyorsun? Bedeninle mi düşlüyorsun? Rüyayı bedenen mi görüyorsun? Yani gözlerini açarak, beni gördüğün gibi… Rüyada duyduğun sesler gerçek dünyanın sesleri mi? Birisiyle konuşurken sayıklar gibi mi konuşuyorsun düşünde?”
“Ruh olsaydı, verdiğin örnekler senin başına da gelirdi. Aşk denilen hormonu ruh mu salgılıyor? Beyin olmasaydı akıl olur muydu?”
“Duygular sayesinde başlıyor o salgı. Beyin kendiliğinden görmüyor mesela. Göz vasıtasıyla görüyor. Beğeniyi de göz iletiyor beyne. Gönül iletiyor. Aşk, beğenisiz olmuyor. Ruhi kaynaşmadır aşk. Sebepsiz, nedensiz… O bir etkileşim, ruhsal alışveriş. O kadar ki uzaktan bile oluşabiliyor. Harfler aracılığıyla falan mesela... Yalnız mektuplaşmak suretiyle hiç görmedikleri halde birbirlerine âşık olanlar var. Düşün! Ne görme ne konuşma var. Sadece yazışıyorlar. Ne değme ne sarılma var. Maddesel hiçbir iletişim yok. Sadece duygusal yakınlaşma var. Tamamen ruhsal…”
“O salgı duygularla başlamıyor. O salgı başladığı için duygulanıyoruz.”
“Onun adı başka...”
“Unutma ki, enerji de maddenin başka bir şeklidir. Canlı vücutlarında gerek kinetik, gerekse statik elektrik enerjisi vardır. Enerjiyi vücuttan çıkarıp, yerine ruhu koymak doğru olmaz.”
“Ruh, enerji değildir. Enerji yakılabilir, harcanabilir. Ruh tüketilemeyen bir bütündür. Ruhun yaşı da belli değildir, cinsiyeti de. Enerji de maddedir. Üretilebilir tüketilebilir. Fakat ruh üretilip tüketilemez. Üretimi tüketimi mümkün olsaydı, ondan ona nakli de mümkün olurdu. İnsandan insana, insandan hayvana, hayvandan insana… Karmakarışık bir şey olurdu.
Akıl, ruh ve gönül... Bunlar sıkı fıkı arkadaştırlar. Uyurken ya da koma halindeyken, beden devreden çıkmışken ruh yoluna devam eder. Rüya görür, hayal görür... Tek başına dolanır durur. Hisseder, sever, sevinir, güler, üzülür, ağlar. Beden iştirak eder ya da etmeyebilir. Beden bir yerde sabitken akıl ve ruh uzaklarda olabilir. Enerji yenilenebilir. Ruh yenilenemez.”
“Bir de “Görmeden, yazı ile…” diyorsun. Yazı madde dünyasına ait değil mi?”
“İnsanlar arasında iletişim vasıtası ama bedene bağlı değil. Yazı müstakil… Sadece sese âşık olanlar da vardır. Haydi, ses için bedene bağlı olduğunu, madde olduğunu söyleyelim! Yazı öyle değil ki! Yazı olmasın. Arada üçüncü şahıs olsun. Kızın ya da delikanlının annesi veya ablası… Onu ona anlata anlata o hiç birbirlerini görmeyen kişileri birbirlerine âşık edebilir.
Bir kız, Almanya’daki ağabeyini anlata anlata arkadaşını ona âşık etti ve evlenmelerini sağladı.”
“Eğer ruhun cinsiyeti yoksa neden âşık olsun ki?”
“Ruhun cinsiyeti yok… Meleklerin de yok… Allah’ın da yok… Ruh, sevmeyi bilir. İletişim kurar. Beden bundan etkilenir. Erkek bedeniyse ayrı, kadın bedeniyse ayrı tepki verir. Kadınlarda göğüs kısmında başlar mesela o bahsettiğin salgı… Erkeklerde farklı yerden... Bedenin organlarına, organlarının işlevlerine göre değişiklik arz eder. Fakat bir şey aynıdır. Hisler... Sevme, sevilme, sevinme, üzülme, acı duyma, pişman olma, arzu duyma, nefret etme... Her ikisinde de ayrı mıdır? Azdır veya çoktur ama aynı cins duygulardır. Bunları erkek başka kadın başka hissetmez. Bunlar ruhsal olaylardır. Bedenle alakası yoktur.”
“Yanlış yerde biliyorsun.”
“Sen öyle san! Kalbin içi allak bullak olur mesela ama ona kaynar su falan dökülmemiştir. Sevgidendir!”
“Bahsettiğimiz hormonlar değil. Kaldı ki melekler de yoktur.”
“Melek yoksa kitap da yok, din de...”
“Eğer ruh ölümsüzse, öyleyse ruh tanrı olabilir mi?”
“Ruh, ilah değildir. Ancak ilahi bir boyutu vardır. Ölümsüzdür.”
“Ruh neden ölmesin?”
“Amma da saçmaladın ya! Bir de İslam Tarihi okuduğunu söylemiştin. “Ruh, Allah’ın emrindendir. Onun hakkında insanlara çok az bir bilgi verilmiştir.” Ruh ve kıyametin kopma zamanı için Allah böyle söylüyor.”
“İslam tarihi okudum elbette ama orada yazılanlara körü körüne inandığımı söylemedim. Bizi beden alakadar ediyor. Bedenin kullanımı... Boş ver, sen öyle mutlusun. Ben ise inanmıyorum ve sorumluluk taşıyorum. Bu şekilde mutlu oluyorum."
“Yaşatma Allah’ın işi... Yaşatma ruhla oluyor. Canlılığın kaynağı da ruh… Allah’la, Hay sıfatıyla bağlantılı”
"Sen, "Allah’tan..." deyip, tüm sorumluluklardan sıyrılmış, mutlu mesut yaşayıp gidiyorsun. Ben "Din yoktur!" diyorum, her yıl ölen ve öldürülen milyonlarca insanın acısı, beni araştırmaya zorluyor.”
“Din yoksa sorumluluk da yok!”
İsyankâr"
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 654