BÜYÜK TUTKULARIN KÜÇÜK KAHRAMANI
SUNUŞ
İbrahim Şahin bir öretmen, zamanında o da yaşamış öykünün kahramanı Küçük Mustafa’nın macerasını. O nedenle böylesine içtenlikli bir başyapıt yazabilmiş.
‘’Büyük Tutkuların Küçük Kahramanı’’ öyküsündeki Küçük Mustafa ev, okul, dershane üçgeni arasına sıkıştırılmış bir ilköğretim öğrencisi. Çantası kendisinden büyük, hem de ağır. O nedenle ağırlığın altında giderek kısalıyor Mustafa’nın boyu. Ailesi onun doktor olasını istiyor oysaki Küçük Mustafa’nın gözü tiyatroda.
2007 Şubatı’nda Şahin Bey Belediyesi İstanbul Kültür Üniversitesi’nin katkısıyla bir ay süren bir sinema eğitimi vermişti. Ben de katılmıştım bu kursa.
Bu eğitim senaryo eğitimini de kapsıyordu. 250 kursiyerin arasında sevgili İbrahim Şahin’in ‘’ Küçük Mustafa’sından esinlenerek yazdığım senaryonun çekimine karar verilmişti. Senaryoyu okuyan ekibin lideri ‘’ Öykü bu! Bunu çekelim. Ben de yaşadım bütün bunları!’’ derken aradığını bulanların sevincini yaşıyordu.
İbrahim Şahin’in öyküsü ‘’ Sinema Sevdalısı’’ adıyla çekildi TSTV yararına başta Gazi Antep Kısa Film Festivali ve pek çok sayıda uluslararası yarışmalara katıldı.
Filmi izleyen çok kişi hüzünle’’ Bu çocuk benim! Bu çocuk benim oğlum!’’demekten kendini alamadı.
Elinizdeki kitapta senaryoya esin veren Küçük Mustafa’nın öyküsünü de okuyacaksınız. Kuşkum yok, bu ve diğer öyküler sizin de ilginizi çekecek.
Fevzi Günenç
Öğretmen-Yazar
BÜYÜK TUTKULARIN KÜÇÜK KAHRAMANI
Ben, Mustafa KÜÇÜK. Bakmayın küçük olduğuma, adımın Küçük olduğuna. Sekizinci sınıf öğrencisiyim, yaşım tamı tamına 14.
Annem, babam kendince okumuş birileri. Kazançları gayet iyi. Evin tek çocuğuyum. Evin tek çocuğu olmak
bazıları için iyidir. Ama öyle değil. Annenizin bütün hayallerinin ümidi, babanızın bütün hayallerinin ümidi siz olacaksınız.
Başlangıçta babanızın isteklerinizi yerine getirmesi. Süslü oyuncaklarla dünyalarınızı süslemesi hoşunuza gider.
Bende de öyle oldu. Ta ki çocukların yaşıtları olduğunu öğrenene kadar
Ne zaman ki babanız parayı arkadaşınıza tercih etmeyi istedi; o zaman dünyanızın sınırının çizilmiş olduğunu anlıyorsunuz. Siz arkadaşlarınıza iç çektikçe; aranıza her gün perdeler çekilir kat kat.
Oyuncak devrinin bitmesi, okul devrinin başlaması öğretti sınırların başladığını. Günden güne de yeni sınırların çizildiğini.
Okula başladım. Defter- kalem; çifter çifter. Süslü mü süslü. Arkadaş mı? O yok. Niye mi? Onlar sokakta oynuyorlarmış akşama kadar. Güya onların oyuncakları olmadığı için oynuyorlarmış. Benim oyuncaklarım varmış. Hem artık ben ders çalışmalıymışım. Sokakta oynarsam onlara benzermişim. Başlangıçta annemin babamın her dediğini yaptım. Her dediklerini doğru bildim. Çünkü onları çok seviyordum. Bir süre sonra arkadaşlarımdan, yaşıtlarımdan, kendi yaşımdan; çocukluğumdan kopup uzaklaştığımı anladım. Kendi kendime:’’Ben kimim? Bu dünyaya niye geldim? Ne olacağım? Ben, ‘’ Mustafa Küçük’müşüm.’’ Doktor olacakmışım. Ya doktor olmak istemezsem? İsteyecekmişim. İstemezsem sürünürmüşüm. Bu yaşa geldim sürünen birini görmedim. Herkes bir şeyler yapıyor, bir şeyler yapmaya çalışıyor.Ben kendi kendime konuşurmuşum.Babam beni psikologa götürdü.Psikolog:’’ Bu yaşta çocukların büyüklere anlamsız gelen soruları sorması; çevreyi ve kendilerini tanıma isteklerinden kaynaklanır.’’ dedi. Çocuğun kendini tanıması, keşfetmesi… Ben de kendimi keşfettim. Ben çocuksam; yaşıtlarım sokakta oynarken ben niye eve hapsoluyorum? Ben çocuksam nerde çocukluk duygularım? Gülmeler, avaz avaz bağırmalar, yorulmaksızın koşmalar, doyumsuz şakalar... Bir şekeri, baharda bir çağlayı tadında paylaşmalar... Hiç biri olmadı, olmayacak. Babam bana cicili oyuncaklar alırken; bir bir satın almış çocukluğumu. Çocukluğum tutsak. Çocukluğum yaşanmamış bir masal.
’’Çevreyi keşfetmek? ’’ Keşfettiğim okulla dershanenin yolu. Parkın yolunu bilmem. Bilmem kırlara çıkan yolu. Papatyanın rengini, karanfilin kokusunu. Kuşların cıvıltısını, göklerin mavisini... Testlerin sayısını bilirim. Doğru şıkları bilirim. Patika yollara inat; problemlerin çözüm yolunu bilirim değişik değişik… Demirin pasını, ağırlığını, pamuğun beyazını, kozasını bilmem. Çantamın ağırlığını bilirim. Sorsalar; ’’Hangisinin ağırlığı fazladır? A-DEMİR B-ÇANTA C-PAMUK D-TOPRAK
Hiç düşünmeden işaretlerim; çanta. Onunun ağırlığını bir ben bilirim. Boyum her gün bir santim çekti. Doksan derecede çekmiş yün kazak misali... Dershane! Çanta! OKS! Üç yılda lise dönemimde çekersem sıfıra düşeceğim. Babamın paraları boşa gidecek. Fen Bilgisi öğretmenime göre; çekmezmişim. Bu dönemde çocuklar hızlı bir şekilde boy atarmış. O zaman boyum uzadığı oranda kısalırsa? Nötr kalacağım. Küçük Mustafa oluşum kaçınılmaz.
Niye mi? Dershane? OKS’ yi kazanıp ilerde doktor olacakmışım. Daha arkadaşlarımın adını öğrenmeden gezegenlerin adını öğrendim. Arka sokağın adını bilmesem de bilirim Honkong’u, Himalaya’nın yüksekliğini. Boyumun uzunluğunu öğrenmeden Misisipi’nin uzunluğunu öğrendim. Tekerlemeleri öğrenmeden ağıtları öğrendim. Komşumuzun oğlunun, kızının adını öğrenmeden komşu devletleri öğrendim. Dost nedir bilmeden, dost devletleri, düşman devletleri öğrendim. Çocuk şarkıları gibi atalarımın imzaladığı paktları ezberledim su gibi... Bütün bunları yapamazsam doktor olamazmışım. Doktor olmak isteyen kim? Doktor olmazsam sürünürmüşüm. Hiç de bile. Tanıdığım bir sürü insan var doktor olmayan. Hiç biri de sürünmüyor. Sabahtan akşama hepsi; at gibi koşuyor, tıkıdık tıkıdık... Veli Efendi Hipotrumuna çıkarsan; yarış birincisi olur vallahi. Bana ne kimin yarış birincisi olduğu, olacağı. Bana ne; kimin doktor olduğu, kimin doktor olacağı. İsteyen doktor olur, isteyen hemşire, bilmem ne… Bana ne! Ben tiyatrocu olmak istiyorum! İnsanları güldürmek hoşuma gidiyor. İnsanlar eylenmek için tiyatroya gitmiyor mu? Ben de eylenmek istiyorum! Ben de insanları eğlendirmek istiyorum.
İnsanlar para kazanmak için yaptıkları işi bir müddet sonra şu ve ya bu nedenle bırakıyorlar. Dünyanın hiç bir yerinde ölmeden tiyatroyu bırakan birini duymadım. Duyamazsınız! Tiyatrocular bu işi kazancı iyi olduğu için yapsalardı; adları vergi rekortmenleri ya da dünyada en fazla geliri olan insanlar listesinde yer alırdı. Demek ki insanlar sevdikleri mesleği, sırf sevdikleri için ölene kadar sürdürüyor. İşlerini severek yaptıkları için insanların sevgilerini kazanıyor, gönüllerinde taht kuruyor. İşte bütün bunlar nedeni ile insanların cebinde para olma yerine gönüllerinde taht kuracağım.
Annem babam çocukluğumu satın aldı, belki gençliğimi... Geleceğimi satın alamayacaklar! Mustafa gönüllerde, sahnelerde ’’Küçük Mustafa’’olarak yerini alacak. Annemin ve babamın paraları sizin sevginizi almaya yetmeyecek! Sizin alkışlarınız tomar tomar paradan daha sıcak. Para cebe girer ama gönüllere asla. Siz söyleyin! Benden tiyatrocu olur mu?
Öylesine bir alkış tufanı koptu ki inanamazsınız. Boyum birden bire uzamaya başladı. Fen bilgisi öğretmenimin dediklerinden de hızlı. Yükseldikçe yükseliyordum. Ayaklarım yerden kesilmiş uçuyordum.
Seyircilerden biri; sahneye doğru, üzerime doğru geliyor. Yüzünde görülmemiş bir gülücük, sevecenlik. Hemen anladım bu bir tiyatrocu. Ancak bir tiyatrocu bu kadar gülebilir, bu kadar sevecen olabilir. Onların rol yaptıklarını sanırız. Rol yapmıyor. Sevgiyi yüreğinde yaşıyor, tebessümü yüzünde.
Birden göz göze geldik. Gözünden yüreğime bir kıvılcım yayıldı. Vücudumun bütün damarları titremeye başladı. Adamda boy, iki metre…
Eğildikçe eğiliyor. Bir şey aradığını düşündüm. ’’ Amca cüzdanınızı mı düşürdünüz? ’’ dedim. Adam demez mi: ’’Seni arıyorum, seni öpeceğim.’’
—Amca, sen kör müsün?
—Kör değilim, o kadar küçüksün ki; eğiliyorum eğiliyorum, bir türlü öpemiyorum.
Demek ki benim boyum uzamamış. Sevinçten ben öyle sanmışım. Hemen zıpladım, sarılıp tutundum, amcanın omzundan.’Şimdi öp amca! ’’ dedim. Amca beni öptü.
Benim yüreğime ılık, bir esinti. Alkışlardan da sıcak bir duygu…
Beni karşısına oturttu. Kendisini tanıttı. Ünlü bir tiyatrocuymuş. Sözlerim, yeteneğim kendisini çok etkilemiş. Ben küçükmüşüm ama yeteneğim çok büyükmüş. Beni tiyatrocu olarak kendisi yetiştirmeye söz verdi. Öyle bir duyguyu ancak yaşayan anlar.
Ben demedim mi, ben tiyatrocu olacağım. Ben demedim mi tiyatrocular bu işi sadece para kazanmak için yapmazlar, yetenekleri olduğu için yapar, çok sevdikleri için yaparlar. En yüce sevgiyi onlar tadarlar, en yüce
sevgiyi onlar tattırırlar. O sevgiyi bir kişiden tattım, bin kişiye tattırmazsam ben Küçük Mustafa değilim.
ÖĞRETMENİM SİLAHIMI ELİMDEN ALDI
Hayata tutunmam, ilk gözümü açmam, başarıdan başarıya koşmam hep silahla olmuştur ama benim silahım öyle herkesin bildiği silahtan değil. Bir ben bilirim silahımı… Ne zaman, nasıl kullanacağımı…
İlk varlığımı karanlık, neresi olduğunu bilmediğim bir ortamda, güldür güldür sesleri işitmemle hissettim. Korkumdan adını sonradan öğrendiğim tekmeleri fırlatmamla ilk silahıma kavuştum. İşe yarıyordu silahım. Ne zaman rahatsız edilsem kütürdetiyordum çevremi saran karanlık çemberine. İlk vuruşta varlığım hissediliyordu, bir sessizlik bir okşama… Okşamayı ne kadar sevsem de hemencecik dalardım uykuya. Bazen de uykularım kaçar sıkılırdım. Sırf muhabbet olsun diye yine kullanırdım silahımı, varlığımı hatırlatırdım ve başlardı bir el okşamaya… Yine dalardım uykuya. Bu silahı ne kadar kullandım bilmiyorum. Tek bildiğim ikinci silahıma kavuştuğumda yok oluşu.
İkinci silahım ilk gözümü açtığımda, ilk nefesi içime çekişte ciğerlerimin yanışında attığım acı çığlık oldu. Çığlık acı da olsa silahıma diyecek yoktu. İlk avım; yumuşak, sıcacık bir göğüs ve içime çekip zevkten uykuya daldığım ciğerlerimin acısını yok eden süt oldu. Artık yeni bir silahım vardı. Ne zaman içimi ısıtmak istesem, ne zaman sırtımın sıvazlanmasını istesem basıyordum çığlığı. Öyle bir çığlık ki en ağır uykulardan uyandırıyor, en uzaklardan işittiriyordu. Sanki annem kanatlı bir kuştu. Her çığlıkta göğsü ağzımda eli sırtımda olurdu. Anneme göre farklı bir çocukmuşum. Ağlarken gülermişim. Bir bilse niye güldüğümü...
Bu silahımın ömrü de kısa sürdü. Yeni silah bulana kadar çokça bocaladım.
Silahımın sona erdiği gün çok kötü bir gündü. Annemin elinden tutmuş yeni elbiselerim, çantamla okulun yolunu tutmuştum. Sevincim annemin elimi bırakıp: ‘’ Ben gidiyorum.’’ demesi ile sona erdi. Silahıma sarıldım. Avazım çıktığınca çığlık atıyordum, bir baktım etrafımda herkes bana bakıyor, gülüyorlardı. Birden sustum. Susmamla annem gitti. Şimdi ben ne yapacaktım. Annem yok. Silah yok. Yok yok… Olmalıydı, hem de eski silahımı aratmayan bir silah.
Bir baktım sınıftayız. Öğretmeniz konuşuyor, sorular soruyor. Kimisi sorulara cevap vermiyor, kimisi de kimi cevaplara gülüyorlardı. Gördüm ki konuşanlara öğretmen: ‘’aferin’’ diyor, teşekkür ediyor hatta yanına kadar gelerek başını okşuyor. ‘’ İşte’’ dedim. İşte! Aradığım silah bu. Bir yolunu bulup öğretmene başımı okşatmalıydım. Birden fırladım. ‘’Öğretmenim biz sizi çok sevdik, elinizi öpebilir miyim? ’’ dedim. Söylediğim öğretmenimin hoşuna gitti. Ben elini öpmeden beni öptü, okşadı. Adımı sordu. Adımı öğrenince: ‘’ Alican elimi öpme, tokalaşalım. Ben sizin hem öğretmeninizim hem de arkadaşınız. Birlikte çok oyun oynayacağız.’’ dedi. Ben, birden; ‘’ yaşasın’’ derken arkadaşlarımın alkışladığını gördüm. Öyle hoşuma gitti ki anlatamam. Öğretmenim bana: ‘’İstersen hemen şimdi oyun oynayabiliriz.’’ dedi. Benimle birlikte tüm sınıf ‘’ İsteriz, isteriz’’ diye haykırdı. Öğretmenim bana: ‘’ Alican sen söyle ne oynayalım? ’’ dedi. ‘’ Benim bir maymunum var oyununu oynayalım öğretmenim! ’’ dedim. Öğretmenim: ‘’ Tahtaya gel, arkadaşlarına sen oynat.’’ dedi. Tahtaya kalktım. Başladım: ‘’ Benim bir maymunum var, otur dersem oturur.’’ Arkadaşların hepsi oturuyor. ‘’ Benim bir maymunum var, kalk dersem kalkar.’’ Herkes kalkıyor. Ben söylüyorum, arkadaşlar oturuyor.. Ben söylüyorum arkadaşlar kalkıyor... Başka oyunlar da oynadık, hepsini ben oynattım. Öğretmenimiz: ‘’Bugünlük bu kadar yeter, yarın yine oynarız, şimdi evlerinize gidiyorsunuz. ‘’ dedi. Çıkarken öğretmenim elimden tuttu. Annemin yanına kadar birlikte yürüdük. Öğretmenim, anneme:’’ Alican çok sevimli bütün arkadaşları sevdi.’’ dedi. Annem: ’’ Aferin oğluma.’’ dedi ve beni öptü, okşadı. Öptü okşadı… Yeni silahımla ilk gün öğretmen olmuştum.
Ertesi gün bahçede oyun oynuyorduk. Öğretmenimizin işi çıkmış: ‘’ Alican arkadaşlarını sen oynat.’’ dedi. Öğretmenim de benim öğretmen olduğumu kabul etmiş demek ki… Arkadaşımın biri sordu:
— Alican niye tüm oyunları sen oynatıyorsun?
— Ben öğretmen oldum.
Sözümü duyan üst sınıftan bir ağabey
—Daha sen dur, 29 harfi öğreneceksin.’’ dedi.
— Vay be demek bizim öğretmen 29 harfi biliyor.
— O ne ki koca koca kitapları okuyor. Dünyanın her yerini biliyor.
— Olsun ben de öğrenirim.
— Bizim öğrenmemiz için çok büyümemiz gerekir.
İçeri girdik. Öğretmenimiz: ‘’ Şimdi kalem tutmayı öğreneceğiz.’’ dedi. Kalem tutmayı ben zaten biliyordum. Öğretmen kalem tutmayı öğrenenlere: ‘’ Kalemi tutmayı öğrenenleriniz defterine içinden geldiği gibi bir şeyler çizsin.’’ dedi. Ben hemen bir çiçek çizdim, öğretmenime verdim. Öğretmenim: ‘’ Çok güzel çizmişsin Alican, bunu panomuza asalım.’’ dedi. Panoya asılan ilk resim, benim resmim olmuştu. Demek ki ben 29 harfi de öğrenebileceğim. Diğer günlerde de öğretmenimiz ne söylerse yapıyordum. Ne sorarsa ilk parmak kaldıran ben oluyordum. ‘’Kim dayak yemek ister? ’’ dese ben diyecek kadar.
Her gün yeni bir şey öğreniyorduk. Her öğrendiğim bilgide öğrendiğimin çok küçük olduğunu da. Tıpkı 29 harfin hiçbir şey olduğunu öğrendiğim gibi. Oysa 29 harf öğrenmeden önce ne çok şeydi. 29 harfi öğrenmemle yeni bir silahım oldu. Sınıfta ilk okumayı öğrenen ben olmuştum. Bunun üzerine babam bana bir bisiklet aldı. Demek ki başardıkça babama istediğim her şeyi aldırabilecektim. Ta ki hayallerimin uçup gidişinde gözyaşı dökmeden, çığlık atmadan, içten içe yanan köz gibi ağlayışıma kadar.
O ana kadar başarıdan başarıya şaha kalkmış at gibi koşmuştum. ‘’Şaha kalkmış at ne demek’’ demeyin, onu da her şeyi öğrendiğim gibi sonradan öğrendim.
Ben başarıdan başarıya koştukça babam hediyeler alıyor: ‘’Servetim senin.’’ diyordu. Tek hedefim bir araba aldırtmak sevdiğim kızı arabamla gezdirmekti. Gülmeyin, bu büyüdüğümde aldıracağım hediye idi.
O yıl, 3. sınıfı bitirip 4. sınıfa birincilikle geçmiştim. Sınıfımızdan Kıvılcım yaz tatilinde Marmaris’e gideceklerini söyledi. Bana: ‘’Babana söyle siz de gelin, birlikte tatil yaparız.’’ dedi. Ben düşünmeden ‘’geliriz’’ dedim. Kıvılcım: ‘’Ya baban kabul etmezse…’’ dedi. Benim babam, bana dememiş miydi: ‘’Servetim senin, sen ne istersen yaparım.’’ Eve ilk gidişte hemen babama arkadaşımın söylediğini söyledim. Babam: ‘’ Arkadaşın doğru söylemiş, gidemeyiz.’’ dedi. Ben de:
— Ben çok istiyorum baba.
— Oğlum biz de çok isteriz istemesine de istemek yetmiyor. Marmaris’e gitmek için önce para lazım.
— Bizim paramız yok mu?
— Var fakat sadece günlük ihtiyaçlarımıza yeter, tatile yetmez. O zaman anladım ki babamın bana araba alması imkânsız.
Artık ben başka bir ben oldum. Eskisi gibi çalışmamaya, sorulara parmak kaldırmamaya başladım. Annem babama: ‘’ Bu çocuk içine kapanmaya başladı.’’ diyor, babam: ‘’Benim oğlum büyüdü artık şımarık çocuklar gibi yersiz davranmıyor, iyidir.’’ diyor.
Farkı çok geçmeden öğretmenim de fark etmiş olmalı ki bir gün İngilizce dersine İngilizce öğretmenimiz girdiğinde: ‘’ Alican sen İngilizce dersine girme, seninle biraz muhabbet edelim.’’ dedi. Bir odada baş başa kaldık. Önce ‘’nasılsın, evde neler yaparsın, arkadaşlarınla aran nasıl? ’’ gibi gereksiz sorular sordu. Ben kestirmeden kısa kısa cevaplarla geçiştirdim. Sonunda öğretmenim: ‘’ Sen her şeyi boş vermeye başladın, sebebini benimle paylaşmanı istiyorum.’’ dediğinde öğretmenimi kıramadım. Baştan sona silahlarımı anlattım. Çalışmaktan artık zevk almadığımı söyledim, bunun üzerine öğretmenim:
— Bak Alican, hayatta en büyük silah başarıdır. Bir silahı düşün, silahı hedefe tutturamazsan hiçbir anlam ifade etmez. Başarı da bunun gibi. Sen silahı hep yanlış hedefe çevirmişsin. İnsan, silahı ile sevdiklerini vurmak istemezken sen, önce kendini yaralamışsın, sonra da silahı babana yöneltmişsin. Sakın baban duymasın, aramızda sır olarak kalsın. Başarının yolu bilgiden geçer. İnsanlar bilgilerini geliştirdikçe başarılarını arttırır, başarılarını arttırdıkça yaşam seviyelerini yükseltir.
Öğretmenimin konuşmaları beynime bir çivi gibi saplandıkça saplanıyordu. Öğretmenim, beni çivilemeye ısrarla devam ediyordu. ‘’ Boşuna dememişler; ‘’ Kalem kılıçtan keskindir’’ diye.’’ dedikten sonra cebinden bir kalem çıkardı: ‘’ Senin bugünden sonra silahın bu olmalı.’’ dedi ve kalemi bana hediye etti.
Öğretmenimden aldığım en anlamlı hediye, hayatım boyu en büyük silahım oldu.
İlerde çocuklarıma hediye edebileceğim en büyük varlığım, öğretmenimin hediyesi.
FIRTINA AYŞE
Biz bazı arkadaşlarımız defterlerimizi, kitaplarımızı çok severiz. Bazıları da çok sevdiklerini söyler. Ne sevgi ne sevgi! Yazıyorlar, okuyorlar… Hiç düşünmüyorlar ‘’ Defter kitap sıkılır mı?’’ diye. Defterler de sıkılır kitaplar da. Canları gezmek ister. Oynamak ister. Öğretmenler demiyor mu kitaplarda anlatılan olaylar, kahramanlar ölmez.
Ölseydi dört yüz yıl önce yazılan Sefiller’in kahramanı Jean Vajean ölürdü. Ölür unutulurdu.Kitabın yazarı Victor Hugo ‘’B kitapta anlatılan olaylar, insanlar yaşadığı müddetçe yaşayacaktır.’’ Dememiş miydi? İşte zeki öğrenciler bunların bilincinde. Öğretmenler bizim zeki olmadığımızı hep söyler. Yalan…Madem kendileri zeki, biz zeki değiliz , niye bizimle baş edemediklerini söylüyorlar.* Niye baş edemiyorlar?
Defterlerimiz, kitaplarımız bizim can yeleğimiz, can simidimiz. Defterleri, kitapları düzenli bir şekilde yığarsın masana. Çekip kapadırsın odanın kapsını. Geçersin bilgisayarın başına. Canın sanal alemde gezmek mi ister?Gez. Şarkı mı dinleyeceksin, indirecek misin? Dinle, indir. Sınır yok, yasak yok. Canın sohbet etmek mi istiyor? Tuşlar parmağının altında. Hepsi parmağının dokunmasına bağlı. Deniz derya. Sınırsız, bir saat, on saat takıl yine de bitmez. Arada annen uğrar, bakar kapıdan. Parmağın tuşlarda da olsa korkma. Dersin’’ Ödevim var, proje yapıyorum.’’ Annen sevinir. ‘’ Kızım ders çalışıyor.’’der Başlar hizmete. Sevdiğin pastalarla donatır masanı. Meysunun biri bitmeden biri gelir.Dünyanın en muktedir insanı olsan kendine bu kadar hizmet ettiremezsin.İyi ki öğrencisin, iyi ki kitaplarımız var. Hizmetin sürmesi için deftere arada bir yazı yazacaksın hizmet kesintiye uğramasın.
Deftere yaz yazmanın yollarını bulmak zeki bir öğrenci için zor değil.. İşlerin en kolayı. Saf bir arkadaşına verirsin defteri… Olmadı gözdağı verirsin birine. Alır kalemi eline yazar istediğini senin defterine.
Geçen de Begüm’ün saçlarını şöyle doladım elime, koydum defteri önüne. Hemen başladı yazmaya. Çok uyanık kız. Yazmasa başına gelecekleri biliyor. dfHoş da bir kız.Birazcık korkak olmasa hemen katarız kendi gurubumuza. Ama nerde… Onun kendini aşması zor.
O gün annemin canı sıkılmış, odama geldi. ‘’ Ben şuracıkta sessizce otururum, sen dersine çalış kızım.’’dedi. Çaresiz kaldım.Aldım elime bir kitap, başladım karıştırmaya. Annem de eline bir defter aldı henüz defteri açmadan:
- Kızım bu defterin kapağında Türkçe defteri yazıyor.
- Anne, Türkçe defteri yazıyorsa; İngilizce defteri olacak hali yok ya.
- İşte ben de onu diyorum.
- Anne, sen ne diyorsun anlamadım.
- Kızım, İngilizceye benzer bir şeyler yazıyor. Ne yazdığını anlamadım.
Defteri elime aldım ki ne göreyim. ‘’ sö ta yy bbb o a y ef ay en v ab üü…’’
Bizim uyanık Begüm, benden de uyanık. Okumayacağımı düşünerek sayfayı doldurmuş. Sayfa dolu olmasına dolu da bir cümle yık. Anında toparladım. Başladım okumaya:
Anne bizim Türkçe öğretmeni var ya… Türkçe öğretmeni…Çok hızlı konuşuyor. Konuştuklarını yazmanın olanağı yok. Ben konuştuklarını unutmayayım diye gazeteciler gibi özetledim.
- Aferin kızım! Sana verdiğim emekler feda olsun. Harcadığım paralar helâlı hoş olsun .Bu sözü duyunca rahatladım. İçimden derin bir oh çektim. Başladım yazılanları okumaya, pardon sallamaya.
- Sö… Var ya sö; sömestri. Ta… Tatil, yyy… yan gelip yatmak yo demek.
Demek böyle öğretmenler de var. Bir de öğretmenler için ‘’ Başıboş bırakır.’’ Derler.
- Yok, yok, vallahi bize derste göz bile açtırmıyor. Bırak dersi teneffüste bile takip ediyor.
- Keşke her öğretmen öyle olsa. Gör bakayım öğrenciler o zaman yaramazlık yapıyor mu? Olumsuz davranışlara yönelebiliyor mu? Kötü yollara sapabiliyor mu?
Annemin içi rahat etsin diye okumaya (sallamaya) devam ettim:
- Bizim öğretmenimiz diyor ki ‘’ Sakın ha annenizi babanızı üzmeyin. Kötü arkadaş edinmeyin, onlara yalan söz söylemeyin. Karşılaştığınız sorunları gizlemeyin.
Ben okuyorum annem kafa sallıyor. Ben okumayı uzattıkça uzatıyorum. Bir baktım ki annem uyumuş. Okuduklarım masal gibi geldi.
Annemin uyumasını fırsat bilip geçtim bilgisayarın başına. Başladım yazmaya; Fırtı[email protected]. Fırtına bizim Ayşe’nin lakabı. Biz ona her ders başka bir öğrencinin yanına oturduğu için Fırtına deriz. Ayşe’ye göre iki ders aynı kişi ile konuşmak sıkıcı oluyormuş.
Anneme yaptıklarımı Fırtına’ya maille gönderdim. Karşılık anında geldi. ‘’ Annemle babam teyzemlere gitti. Evde yalnızım. Atla gel.’’
Bir not yazıp annemin başucuna bııraktım’’Ben Ayşe’yle ders çalışmaya gidiyorum. Gecikirsem merak etme.’’
Can yeleklerimi yani içinde defter kitap olan çantamı aldım, çıktım dışarı. Düşünsenize kitap olmasa, defter olmasa bir kız çocuğu dışarı nasıl çıkar. Hem de gece… Nasıl eve geri gelir gece geç saatlerde? Elinde bir kitap, bir defter varsa istediğin saatte dışarı çıkarsın. İstediğin saatte geri dönebilirsin. Elinde kitabın varsa elini kolunu sallayarak okula da gidebilirsin. Kitapsız okula girdiğin anda ilk duyacağın söz ‘’ Sen nasıl öğrencisin? Nerde senin kitabın, defterin?’’ Demek ki bir kitap, bir defter öğrenci olmaya yeterli.Bir de kıyafetin düzgünse, ayak altında dolanmıyor, göze batmıyorsan örnek öğrencisin.
Yiğit silahsız
Güzel, sevdasız
Öğrenci deftersiz
Öğrenci kitapsız olamaz
El ayak temiz
Kıyafet düzgün
Örnek öğrenci olursun
Saat gecenin 10’u ortalık sessiz. Fırtına ve ben odada yalnız. Ne bir engel, ne bir baskı... Başladık düşünmeye... Bizim düşünce konularımız belli: Kimin kime aşık olduğu ya da olacağı. Günün geyiği, yarının şamatası... Bunların hepsi heyecan verici; maceralı konular.
Bugünkü proje konumuz "Eylem Plan’: "Uygulama Plan’: "Savunma Plan", "Kutlama Plan’: Bunların adlarımı bile telaffuz etmek zor. Sınıftaki başarılı sayılan, başarılı gösterilen arkadaşlar, bir kibrit kutusuna bir delik açıyor, bir boya atıyorlar. Bilmem ne dersinin, bilmem ne projesi diye sunuyorlar. Öğretmen beğeniyor, 100 P. veriyor. Öğretmenler kendileri iç:in de " Bizler her ders için gülük plan yaparız, yıllık plan yaparız. Bazı arkadaşlarınız evde yatıpp, ellerini sallayarak okula geliyorlar.’’ diyerek bize laf dokunduruyorlar. Bir anlasalar bizim evde yan gelip yatmadığımızı, bizlerin yaptığı planlar, kendilerinin yaptığı planlardan kat kat fazla zaman aldığını . Bizlerin projelerinin bir kibrit kutusuna delik açmaktan daha zor olduğunu. İnanın bize 100 P. değil, 1000P. verirler, üstelik başarı abidesi diye okullara her birimizin heykelini dikerler.Eylem Planı öyle olay hazırlanmıyor! Önce eylemi belirleyeceksin! Belirlediğin eylem okulun bütün öğrencilerinin beğenisini kazanacak. Eylemin en ince ayrıntısına kadar ineceksin. Bütün bunları düşünmek için kafa yapısına yani ince bir zekâya sahip olacaksın Merak mı ettiniz? Eylem uygulanmadan kimseye söylenmez. Söylenirse Uygulama Planı hükümsüz kalır. Merak etmeyin öğrenirsiniz. Planı ne zaman mı hazırladık? Orası sır kimseye söylenmez. Projenin ikinci aşamasında Uygulama Planına geçtik. Uygulama Planı daha da zor. Annene, babana öğretmene, müdüre yakalanmayacaksın; sıra arkadaşına bile kuşku yaratmayacaksın. ispiyon ekibine koz vermeyeceksin. Bütün bunlar zeki öğrencinin harcı değil de nedir? Projenin üçüncü aşaması eylem öncesi ve eylem sonrası yakalanırsan yapacağın savunmayı hazırlamak. Savunmada eylemi uygulamadan yakalanırsan işin zor. insanlara en çok işlemedikleri ya da işleyemedikleri suçlar için baskı yaparlar. Eylem sonrası savunma kolay. Uyguladığın eylem şaşkınlık yaratır. Zekânızı, ustalığınızı yansıttığı için sorgucuya sorgu değil kutlamak kalır. Bizim işimiz avukatın işinden de zor. Avukat Başkasının hayatını kurtarırken siz savunmalarınızla kendi hayatınızı kurtarıyorsunuz. İşte bu gücü kendinde bulamayan arkadaşlar aramızda yer alamıyor. Aslında onlar da aramıza katılmak isteği ile yanıp tutulur. Projenin dördüncü aşaması; "Kutlama Plânı”. Planların en kolay. Bakarım kutlayacaksın. Plânın bu aşamasında okulun en korkak öğrencisi bile sizin yanımızda yer alır; başarılı kutlamak başarmaktan daha kolay olduğu için tabi. Projemiz tamam. Saat kaç mı oldu? Onu da siz düşünün biz bu kadar iş yaptık. Ya siz?
Ertesi gün, her birimiz belirlenen y erde, ders başlamadan bir saat önce yerimizi aldık. Başladık beklemeye. Önce saniyeleri saydım Sonra dakikaları gelen yok. Birinci ders zili yine gelen yok, teneffüs zili çaldı yine gelen yok Çaresiz ikinci dersi bekledik. Gelen yok! Niye mi bekledik? Plânımızı uygulamak için. Eylemimizi şimdi açıklayabilirim. Çünkü iş işten geçti. Bizim eylem suya düştü. Plânlar çöpe...
Eylemimizi öğrenciler arasına balon bir haber uçurup, okulu tatil edecektik. Meteoroloji bizden önce davranmış.. Akşam haberlerinde söylemiş. Biz eylem planlarken haberleri dinleyemedik.
Sonrası mı? Ne siz sorun, ne ben anlatayım. Malum dönemin sonu geldi. Karneler bizi, bizim defteri kitabı sevdiğimiz kadar sevmedi. Karneleri gören annemiz, babamız bizi hiç sevmedi. Annesinin, babasının sevgisini kazanmak isteyenler bizim gittiğimiz yolu hiç denemesin. Hem büyükler ‘İşini sevmeyen hayata küser? derler’‘ Sizi bekleyen bir hayat var. Kendi hayatınıza, kendi ayaklarınızla koşun’’ derler.
Büyüklere, arada bir kulak vermek lazım.
ANAMI KARIŞTIRMAYIN
Öğretmen Umut, çok öğrencinin sevmediği Matematik dersini sevdiren bir öğretmen olarak bilinirdi. Onun dersini öğrenciler can kulağı ile dinler, diğer derslerde giriştikleri ders kaynatma girişimlerine baş vurmazlardı.
Öğretmen Umut, bu durumu şöyle açıklıyordu soranlara:
- Ben hiçbir zaman dersimde öğrencilere üstünlük kurmamışımdır, onlarla bir dost, bir arkadaş olmuşumdur. Hiçbir öğrenci benimle konuşmak için tereddüt etmez. Dertlerini bile rahatça benimle paylaşırlar. Dersteki örnekleri günlük hayatla bütünleştirir, böylece problemleri soyut olmaktan çıkarıp somutlaştırırım. Biraz da işin içine drama katıldı mı öğrenciler derste olduğunu unutur, kendilerini bir eğlencenin içinde hisseder. Ben de bu arada çaktırmadan dersin kazanımlarını aşılarım.
O gün Öğretmen Umut, derse girdiğinde kendisine dikkatlice bakan iki gözle karşılaştı. Bu gözler farklıydı. Sanki kendinden hesap sorarcasına bakışlar. Göz mercekleri dışarı fırlamaya an kalmış. Dersin aksayacağını düşünmese göz bebeklerinin çapını çıkartacak, merceklerin kaç saniyede kendisine çarpacağını hesaplayacaktı. Bütün bunları bir yana bırakıp öğretmenliğini uygulamaya koyuldu.
Öğrencinin baktığı gibi bakmadı öğrenciye. Sevecen bakışlarla adım adım ilerledi. Eli ile başını okşadı. Okşayan bir seste:
- Hoş geldin yenisin galiba.
- Hoş bulduk. Gelmedim zorla gönderdiler.
- Nasıl?
- Senin anlayacağın sürgün.
- Önce tanışalım. Ben Matematik Öğretmeni Umut İŞLER. Senin ismin Nedir?
- Kemal Yedibela. Siz kısaca Yedibela da diyebilirsiniz
- Hayır, Ben Kemalciğim diyeceğim.
Kemalciğim, geliş nedeninin sende kalsın. Benim gözümde bu sınıfta diğer arkadaşların nasılsa sende öylesin. Bu sınıfta arkadaşların bir birini sever. Onlar seni de sevecektir. Bak gör şimdi. Sınıfa döner:
- Alkışlayın çocuklar arkadaşınızı. Bir de hoş geldin deyin.
Sınıfta bir alkış tufanı, aynı an, aynı seste ‘’Hoş geldin’’ yankıları.
Yeni öğrenci:
- Hocam, benim kimsenin sevgisine ihtiyacım yok. Bırakın sevmesinler. Ben yalnız takılırım.
Öğretmen:
- Bak Kemalciğim, yalnızlık Allah’a mahsustur. İnsanlar bir arada yaşar. İnsanları birbirine bağlayan sevgidir, hoşgörüdür, paylaşımdır. Okulların en büyük amacı sizlere bu duyguları kazandırmaktır.
- Hocam bırakın bana nasihat vermeyi. Babamdan da her gün nasihat dinlemekten usandım, bir de sizden dinlemeyeyim. Buyurun siz dersinizi anlatın
Öğretmen dikkatleri başka alana kaydırmak, öğrenciye yaklaşmak için derse geçti. İlk soruyu yeni öğrenciye sordu:
- Bak Kemalciğim, baban senin yaşının üç katının 5 fazlası ise babanın yaşı kaçtır?
- Hocam, bana babamdan bahsetmeyin, sabah sabah dayağını yedim geldim. Hem de ben babama söz söyletmem. Ne de olsa babamdır.
-
Sınıfın bir kısmı gülüyor. Bir kısmı 47 diye bağırıyordu. Öğretmen 47 diyenleri tek tek notla ödüllendirdi.
Kemal, öğretmene şaşırdı. Birden: ‘’Hocam siz ne yapıyorsunuz? ’’
- Problem çözüyoruz.
- Bu ne biçim problem? Benim babam 37 yaşında. Siz kalkmış 47 diyenlere not veriyorsunuz. Sorun benim babamsa bırakın yaşını ben söyleyeyim. Sizin gibi öğretmenler yüzünden her dönem eve dokuz zayıf götürdüm, dokuz katır yükü dayak yedim, yetmedi dokuz okul değiştirdim.
Öğretmen:
-Bak Kemalciğim, sen dikkatini derse vermediğin için anlamadın dikkatle dinle ikinci soruya sen cevap ver, sana da not vereyim. Şimdi senin annenin yaşı, senin yaşının iki katının 7 fazlasıdır. Annenin yaşı kaçtır?
- Hocam, lütfen işin içine annemi karıştırmayın.
- Evladım bana ne annenden, biz problem çözüyoruz.
- Problemse kendi ananızı hesaplayın, bırakın anamı.
Kemal, sen ileri gidiyorsun.
-Her öğretmen öyle dedi. Bu okulda birinci günüm. Siz suç işliyor siz de beni suçluyorsunuz. Evde hesap veren ben oluyorum.
Öğretmen anladı ki durum ileri gidecek. Öğrenciye:
- Sen dışarıda kapının önünde, sessizce bekle, teneffüste baş başa görüşelim.
Aradan kaç dakika geçtiğini matematik bilgisi ile övünen Umut öğretmen bile anlamadan kapı çalındı. Nöbetçi öğrenci, Müdürün kendisini çağırdığını söylüyordu. Nöbetçi öğrenciye, ‘’Dersi bölemeyeceğini teneffüste uğrayacağını’’ söyledi.
Yine aradan ne kadar zaman geçtiğini anlamadan kapı çalındı. Gelen nöbetçi öğrenci. Elindeki not kâğıdını kendisine uzattı. Kâğıtta: ’’Beni sınıfa getirtmeyin. Çağrıldınız yere gelin.’’ İmza
Umut öğretmen istemeyerek dersini böldü. Müdürün yanına gitti. Kapıyı çaldı. Müdür, telaşlı bir gözle bakıyordu kendisine. O sınıfta gördüğü öğrencinin ise hışımlı bakışları gitmiş yüzüne bir tebessüm bürümüştü. Gülümsüyordu...
Müdür isteksiz cümlelerle:’’ “Okulumuza nakil gelen Kemal Yedibela’yı dışladığınız, derste hiç ilgisi olmadığı halde öğrencinin babasından ve annesinden söz ettiğiniz; öğrencinin sizi uyarmasını üzerine onu dersten attığınız öğrenci tarafından yazılı bir dilekçe ile bildirilmiştir. Bu durumda sanırım kendinizi savunmak zorunda kalacaksınız.”
Öğretmen Umut hiçte şaşırmadı. Kendinden emin bir sesle Kemal ile beni baş başa bırakın dedi.
Kemali aldı karşısına:
_ Kemalciğim ben gerektiğinde özür dilemesini bilirim. Senden özür dilesem, senin gözünde suçlu olacağım ayrıca müdürün gözünde de. O da sorun değil. Yarın bir başka derste bir başka sorunlarla sen baş başa kalacaksın. Senden tek bir isteğim olacak. Anlıyorum ki derse ilgin yok, olmasın. Sadece sana iki soru öğreteceğim. Bana ayıracağın zaman 5 dakika. Sonra da suçumu üstleneceğim ne dersin? Suçumu üsleneceğim sözünü duyan Kemal düşünmeden ‘’tamam’’ dedi.
Öğretmen Umut, 5 dakikada yaş problemlerini çaptı böldü çıkartı ve öğretti. Aynı yöntemle Kemale kendi yaşını hesaplattırdı. Doğru cevabı alınca da not defterini cebinden çıkartarak ‘’senin sözlü notun da 5’’ dedi. Ali’nin elini tutarak:’’ Müdürün yanına birlikte gideceğiz ve ben suçumu üsleneceğim.’’ dedi. Müdürün yanına vardıklarında Kemal öğretmeninden önce söze atıldı. Yanlış anladığını öğretmenin kendisini affetmesini istedi ve öğretmeninden özür diledi.
Dönem sonunda Kemal karnesinde ilk defa 5’ler gördü.
ÖLÜMÜNE ÇAKMAK YAKMAK
Cebbar Gözaçık, bir iki yıl gibi kısa sürede fabrika üstüne fabrika açıyor, servet üstüne servet katıyordu. Ne var ki tanınmıyordu. İstiyordu ki gazetelerde çıksın, televizyonlarda çıksın. Hemşerileri duysun. Hemşerileri içinde bir yeri, bir ağırlığı olsun.
Hemşehrilerine kendini duyurmanın en kolay yolu bir dernek kurmak. Bu aklı kendisine muhasebecisi Seyfi vermişti. Aklına da yattı. Hemen derneği kurma görevini muhasebecesine verdi. Derneğe dışardan insan alınmayacak; şöyle aile çevresi… Söz her alanda dönüp dolaşıp kendinde bitmeliydi.
Dernek kuruldu. Başkan: Cebbar Gözaçık, II.Başkan: Safiye Gözaçık (Cebbar Gözaçık’ın eşi) , Muhasip üye: Seyfi Doğrusöz, Üye: Cemile Dönmez (kızı) , Üye: Durmuş Dönmez (damadı)
Derneğin kurulduğu, köy ve çevre köylerin tespit edilen ileri gelenlerine duyuruldu.
İmza
Kuğu Köylüleri ve Çevre Köylüleri
Sosyal Kültür ve Dayanışma Derneği
Başkan
Cebbar Gözaçık
Kısa sürede kutlama mesajları peş peşe gelmeye başladı. Demek ki dernek işe yarayacak. Cebbar Gözaçık, kolları sıvadı. Dernek adına bir faaliyet yaparak kendini hemşehrilerine duyuracak hatta ilginç bir yöntemle basının gündemine gelecek. Bunun için de hemşerilerinden yararlanacak. Hemen muhasebecisine görev verdi.Dernek adına bir duyuru yazısı hazırlattı.
Sayın Hemşehrimiz, ………..
Derneğimiz…./ …./…./ Tarihinde sizlerle bir tanışma toplantısı yapacaktır. Katılmanızı rica ederiz.
Yer: Şirketimiz Toplantı Salonu
Tarih:…../…../….
Saat: .. ….
…./…../….
İmza
Cebbar Gözaçık
KKÇKSKDD Bşk.
Bu yazıyı köy ve köylerin ileri gelenlerine göndertti.
Belirtilen tarih ve saatte beklenenin üstünde gelen oldu. Cebbar Gözaçık çok mutluydu. Gelenlere ikramdan kaçınmıyordu. İkram üstüne ikram…
Cebbar Gözaçık konuşmaya başladı. Derneğin amacını uzun uzun anlattı ve ilk faaliyet olarak başta kendi köyü olmak üzere bir hizmet götüreceğini söyledi:
- Arkadaşlar, köyümüz Ok Deresi’nden güçlüklerle geçiyor. Ben bir köprü yaptırmayı düşünüyorum, ne dersiniz?
Emekli Astsubay:
- Başkanın o dereden su akmayalı on yıl oldu.
- O zaman okula bir kütüphaneye ne dersiniz?
- Okul kapanalı beş yıl oldu. Gençler şehirlere göç etti. Köyde kalanlar yaşlı nineler, dedeler…
- O zaman onlara yardım edelim. Mesela bizim köyün en yaşlısı Arif Amca’nın evi yıkıldı yıkılacak aşamadaydı. Ben o evin tadilatını üstlenebilirim.
Öğretmen Hüseyin:
- Başkanım, Arif Amca öleli yedi, Hüsniye Nine öleli dört yıl oldu. Bakan olmayınca ev de tamamen yıkılmış.
Cebbar Gözaçık, hata yaptığının farkına vardı. Mahcup duruma düşmemek için bir açıklama gereğini duydu:
- Arkadaşlar ben üç beş yıl yurt dışında kaldım. Birkaç yıldır da işimi oturtmaya çalıştım. Bu arada köyümü unutmuş değilim sadece birkaç yıl haberdar olamadım. İşte bu geçen süreyi telâfi etmek için bu derneği kurdum. Sizlerle de el ele vererek köylerimize hakkettiği değeri vereceğimize inancım sonsuz. Ben istiyorum ki hemen bir şeyler yapalım işin maddi boyutunu ben finanse edeceğim.
Öğretmen Hüseyin:
- Başkanım, bence sizin dediklerinizi yapmadan önce köylülerin tanışıp kaynaşacağı bir etkinlik düşünmek daha doğru olur. İlerideki aşamada köylülerin düşüncelerine, istek ve önerilerine yer veririz.
Cebbar Gözaçık, öneriyi süzgecinden geçirdi. Kendi kendine: ‘’Fena fikir değil. Bütün köylüler tanıyacak iyi de ya basın… Basını çağırmanın bir yolu olmalıydı.’’ Birden Arşimet’in çığlığında haykırdı:
- Buldum!
Köylüler bir ağızdan:
- Başkanım neyi buldunuz?
- Şey, arabanın anahtarını arıyordum, cebimdeymiş, hay Allah!
Cebbar Gözaçık, kendisini toparladı, baktı ki bir sessizlik hakim, hemen konuşmaya başladı:
- Arkadaşlar madem ki bir tanışma kaynaşma etkinliği düşünüyorsunuz, siz tarihi belirtin, ben organizeyi yaparım.
Öğretmen Hüseyin:
- Başkanım, bir piknik organize edebiliriz. Herkes yiyeceğini getirirse sizlere maddi külfet oluşmaz.
- İyi de piknik için yazı beklemek gerekir. Ben isterim ki hemen yapalım. Zararı yok yaza bir de piknik düzenleriz. Bilirsiniz hizmette sınır yoktur.
Emekli Astsubay:
- Başkanım o zaman siz ne düşünürsünüz?
- Ben derim ki bir düğün salonu kiralayalım. Yiyelim, içelim, tanışalım. Masraflar bu defalık benden dedik bir defa, sözümüzü yiyecek halimiz yok.
Toplantıya katılanların hepsi koro halinde:
- Masraflar sizdense hayır demeyiz.
İçlerinden biri:
Çalışanların gelebilmesi için uygun bir gün seçmeliyiz.
Başkan:
- Bir cumartesi günü için ne dersiniz?
Toplantıdakiler birbirinin yüzüne baktı. Değişik bir ses çıkmaması üzerine hepsi uygundur anlamında başını salladı.
Cebbar Gözaçık:
- Saat olarak kaçı belirleyelim?
Öğretmen Hüseyin:
- Bence gündüz saatleri çalışan olur, kendi işi olan olur. Akşam saatlerine almak doğru olur.
Diğerleri:
- Bizce de…
Cebbar Gözaçık:
- Sizin için doğru olan benim için de doğrudur. Sizce akşam; 19.00 uygun mudur?
Hep birden:
- Uygundur.
Cebbar Gözaçık:
- Tarih için 15 gün sonrası uygun olur mu?
Öğretmen Hüseyin:
-Takvime bakalım, cumartesi günü ayın kaçına geliyor.
Takvime baktılar birinci cumartesi: ayın17si, ikinci cumartesi 24.
Cebbar Gözaçık:
- Ben bu Cuma gününe kadar düğün salonunu ayarlar davetiyeleri bastırtırım. Sizler uğrar alır, ulaşabildiklerinize elden dağıtırsınız. Ulaşmadıklarınızı liste hazırlayın bana bildirin posta yolu ile gönderelim. Bu arada İstanbul ilinde ne kadar hemşehrilerimizin bulunduğunun bir listesini hazırlayalım, her birine ulaşmaya çalışalım.
Her bir katımcı:
- O iş kolay.
Karşılıklı teşekkürler edildi. Vedalaşma sonrası ayrıldılar. Toplantıya katılanlar memnun ayrılmıştı.
Cebbar Gözaçık, sinsi plânlarını hayata geçirmek için muhasebecisini çağırdı:
- Seyficiğim, on beş gün sonra köylülerle bir tanışma partisi düzenlemeye karar aldık.
Bunun için bir düğün salonu tutacağız. Sen önce şu bizin Bin Bir Çiçek Düğün Salonunu bir ara, ayın 24. akşamı salonları boş mu bir öğren, sonra ful dolu olursa fiyat ne olur sor, selamımı söylemeyi de unutma!
- Tabi efendim, hemen.
Seyfi, odasına koşarcasına gider, beş dakika geçmeden kapıda belirir. Konuşmaya, kapıda başlar:
- Düğün Salonu ayın 24.’nde boşmuş efendim.
- İyi, fiyata ne dedi?
- 3.000. YTL.
- Başka fiyat araştıralım mı? Ne dersin?
- Hiç gerek yok. Bu fiyata bulamayız. Ful dolu dediniz efendim.
- Tamam o zaman şimdi gazeteye bir ilan vereceğiz. İlanda derneğimizin bir tanışma partisi düzenlediğini, bu partide ilginç bir yarışma düzenleneceğini, yarışmanın ünlüler arasında kendilerini ve yaptıkları işi tanıtmaları ve aldıkları alkışlara göre değerlendirileceğini, yarışmaya ilgi duyan basın kuruluşlarının davet edildiğini yaz. Yazıyı düzenle, gazeteye göndermeden bana getir bir göreyim.
- Tamam efendim.
Seyfi çıkar. Cebbar Açıkgöz, yarışmaya kimleri katacağını düşünür. Aklına ilk gelen; Yazar Buket Gürler. Kendi kendine:’’ Koskoca yazara da ilkokul öğrencilerinin yoğurt yeme yarışması gibi sizi konuşma yarışmasına davet ediyoruz denmez ki. Biraz gönlünü okşamalı gelmeye ikna etmeliyim.’’
Onca telefon çevirmiş, hiçbirinde bu kadar heyecanlanmamıştı. Telefon bağlantısı kuruldu. Kalp atışları, ‘’dııt, dııt….’’ sesleri ile yarışıyordu. Küt, küttük, dıt dıt…
Yüzünde damlacıklar oluştu. Bir an telefonu kapatmayı bile düşündü. Birden karşısında:
- Aloo, buyurun ben Buket Gürler.
- Şey ben Cebber.
- Cebber mi? Cebber kim?
- Şey Buket Hanım, ben köylünüz Cebbar, Cebbar.
- Şu bizim Sümbül Teyze’nin oğlu Cebbar mı?
- Evet, evet o ben, ben.
- Cebbar nereden arıyorsun
- İstanbul’dan.
- Kaç gün kalacaksın İstanbul’da?
- Ben İstanbul’a yerleştim.
- Ben yeni duyuyorum.
Bu cümleyi Cebbar hemen değerlendirdi:
- İşte Buket Hanım, köylülerin bir birinden kopmaması, kolay haberleşmesi, dayanışması için bir dernek kurdum.
- Cebbar bunu çok iyi düşünmüşsün. Kutlarım. Bu konu da ben de üzerime düşen görevi yapmaya hazırım.
Cebbar’ın işi daha da kolaylaştı. Birden yüzündeki yaşlar durdu, kalp atışları duyulmaz oldu. Derin bir oh çekerek ağzında ki baklayı çıkardı:
- Buket Hanım, biz ayın 24.’ünde bir tanışma partisi düzenledik. Sizleri de davet etsek; hemşerilerinizle bir söyleşi yapsanız ilk konuşmacı olarak sizleri alsak ne dersiniz?
- Seve seve gelirim. Hemşehrilerim, benim canım.
- Davetiyenizi gönderiyorum Buket Hanım, gelmenizi bekleyeceğiz. Görüşmek üzere.
- Teşekkürler Cebbar Bey, görüşmek üzere.
Cebbar Gözaçık, büyük bir iş başarmışçasına mutluydu. Plânlarını adım adım uygulayacak, ayın 24.’nde gazetelere çıkmayı başaracaktı. Bu süre içerisinde muhasebecisi ilanı hazırlamış incelemesi için Cebbar Gözaçık’a verdi. Cebbar Gözaçık büyük bir dikkat ve istekle okumaya başladı:
DUYURU
Kuğu Köylüleri ve Çevre Köylüleri Sosyal Kültür ve Dayanışma Derneği İstanbul’da bulunan köylülerin tanışıp kaynaşabileceği bir parti düzenlemiştir. Katılım ücretsizdir. Bütün hemşehrilerin katılımını bekleriz.
Tarih: 24…/…/
Saat: 17.00
Yer:Binbir Çiçek Düğün Salonu- Şişli
Not: Partiye ünlüler davet edilerek; ünlüler arasında bir yarışma düzenlenecektir.
Partiye ilgi duyan bütün yayın kuruluşları davetlimizdir.
KKÇKSKDD Bşk.
Cebbar GÖZAÇIK
Duyuru; tam Cebbar Gözaçık’ın istediği şekilde idi. Ünlüler ifadesinin hemşehrilerin katılımını arttıracağına, meraklı ünlülerin, yayın kuruluşlarının katılımını sağlayacağına inanıyordu. Muhasebecisi Seyfi’ye teşekkür ederek, duyuruyu en çok okunan gazeteye, gerekirse birkaç gazeteye vermesini söyledi. Bir de uyarıda bulundu:
- Hemen matbaayı ara 2.000 adet davetiye bastırt. Perşembe günü mesai bitimine kadar teslim etmelerini söyle.
- Merak etmeyin efendim!
Cuma gününe gelindiğinde duyuru gazetede yayınlanmış, davetiyeler bastırılmıştı. Şimdi sıra bunları hemşehrilere ulaştırmaktaydı. Bunların bir kısmı görevli hemşehriler, bir kısmı posta yolu ile ulaştırılacak. Söyleşilen köylüler bir bir gelmeye başladı. Gelene Cebbar gazete ilanını gösteriyor, iltifatını, ikramını esirgemiyordu. Beklenen son köylü geldiği zaman konuşmaya başladı:
- Arkadaşlar gördünüz gibi hazırlıklar tamam. Şimdi bunları tek tek hemşehrilere ulaştırmaya büyük görev size düşüyor. Umarım listeleri çıkartmışsınızdır. Bir de davet edebileceğimiz ünlü ve yetki sahibi kişileri de tespit etmişsinizdir.
Öğretmen Hüseyin:
- Başkanım, bizin köylü genç bir çocuk var. Düğün salonlarında saz çalıyor. Ben kendisi ile konuştum. Gelebileceğini, gerekirse sazı ile gelip türkü söyleyebileceğini söyledi.
- Bak bu güzel hemen not alalım. Adı ne bu gencin?
- Bahtiyar Bahtıaçık.
Emekli Astsubay:
- Başkanım, bizim köyden de belediyede bir meclis üyesi var. O da gelebileceğini söyledi.
- Hangi belediye?
- Büyükşehir?
Cebbar Gözaçık, ‘’İçinden bakarsın belediyeye işimiz düşer. Tanışmakta yarar var.’’ dedi.
- Onu da not alalım, söyle adını.
- Faruk Yılmaz.
Cebbar kendi içinden saydı:’’ Bir yazar, bir müzisyen, bir politikacı, bir de iş adamı ben. Yeter mi, yeter. Konuşmasına devam etti:
- Arkadaşlar, kimlere posta yolu ile davetiye gitmesini istiyorsanız isimlerini yazarak verin. Sizler kaç tane kişiye verebilecekseniz o kadar davetiye alınız. Gazetelerden de alarak köylülerinizin uğrak yeri olan kahvehanelere, çevreyle irtibatlı iş yerlerine bırakınız.
Listeler bırakıldı. Her köylü ihtiyacı kadar davetiye, gazete alarak ayrıldılar.
Beklenen gün, büyük gün.. Ayın 24. Salon tıklım tıklım. Cebbar Gözaçık, mutlukla dolup taşıyordu. Aynı zamanda bir telaş, bir heyecan. Şaşkınlığı bir sünnet çocuğunun şaşkınlığında. Sahnede yerinde duramıyordu. Salonda her kişinin gözünün içine bakıyor, sanki; ‘’Bakın, görün! Ben, Cebbar Açıkgöz.’’ dercesine.
Program başladı. Cebbar Gözaçık ilk konuşmasını yaptı:
- Çok kıymetli hemşehrilerim, hepiniz hoş geldiniz. İnanın gelmekle beni ne kadar mutlu ettiğinizi anlatamam. Ben o kadar fabrikanın açılışını yaparken bu kadar heyecanlanmamıştım, bu kadar mutlu olmamıştım. Derneği kurmuş olmanın, sizlerle beraber olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Sizler düğün salonunun ikramlarını yiyip içip kendi aranızda tanışırken ben, köylerimizin ileri gelenlerinin burada kendilerini tanıtmalarını isteyeceğim. Sizlerden en fazla alkışı alan konuşmacı hemşehrimize şirketimizin sürpriz bir ödülü olacak.
Köyümüzün yetiştirdiği ünlü yazarlardan Buket Gürler, bizleri kırmayarak sizlerle beraber olmak için aramızda. Buket Hanım’a geldiği için teşekkür eder, hoş geldiniz diyerek kendisini konuşmasını yapmak üzere davet ediyorum.
Buket Gürler, kendini, kitaplarını tanıttı. Getirmiş olduğu kitaplardan ilkini imzalayarak, Cebbar Gözaçık’a taktim etti. Sonra ilgi duyan gençlere.
İkinci konuşmacı Belediye Meclis Üyesi; Faruk Yılmaz, kendisini, belediye hizmetlerini tek tek anlattı. Hemşehrilerine hangi tür sorunlarında yardımcı olabileceğini anlattı. İsteyenlere kartını verdi. Sorunları olanların sorunlarını not aldı.
Üçüncü konuşmacı; genç yetenek Bahtiyar Bahtıaçık, kendini tanıttı. Tek idealinin bir kaset çıkartmak olduğunu söyledi. Ardından acıklı bir türkü, bir halay havası. Halay çeken çekene…
Dördüncü konuşmacı; Bahtiyar Gözaçık, kendisini, fabrikalarını, servetini üstüne basa basa anlattı.
Gençlerden biri fabrikalarında kaç hemşehrisine iş verdiğini sordu. Cebbar Gözaçık, hemşehrileri çalıştırmanın iş prensibine aykırı olduğunu, iş yeri disiplinin ortadan kalkmasına neden olabileceğini söyledi. Bu cevap yuhalanmasına sebep oldu.
Sürpriz Konuşmacı,
Sahneye birden ihtiyar, ayakta durmaya çalışan, yüzü kırış kırış, beli bükük, saç sakal birbirine karışmış biri çıktı. En iyi konuşmayı kendisinin yapacağını, herkese bir hayat dersi vereceğini, sabırla dinlemeleri gerektiğini, alkış malkış da beklemediğini söylediğinde herkes şaşırdı.
Sürpriz Konuşmacı:
- Sayın hemşehrilerim, içinizde en yaşlı ben varım. Çoğunuz torunum yaşında, çoğunuzda evladım. Bende yaş 75. Elli beş yıldır kendi yazdığım eseri oynarım. Hemi de başrolde. Yakın çevremde de bu yolda hayli oyuncu yetiştirdim. İçinizden bir kısmının bunadığımı söylediğini duyar gibiyim. Bunamıştım doğru. Şimdi ise bilincim yerinde ne söylediğimin bilincindeyim. Yeter ki sizin bilinciniz de yerinde olsun söylemek istediğimi anlayabilesiniz.
Bu iddialı cümle salonu sessizliğe bürüdü. Kendini tanıyanlar ne anlatmak istediğini anlamaya, tanımayanlar kim olduğunu tanımaya çalışıyordu. Gençlerden biri:
- Amca yönetmen misiniz.
- Hem yönetmen, hem senarist, hem aktör evladım.
- En beğendiğiniz eseriniz?
- Ölümüne Çakmak Çakmak.
- Nerelerde oynadınız.
- Nerelerde oynamadım ki… İlk sahneye Ok Deresi’nde emmimin oğlu Osman’la çıkmıştım. Son derece basit ve kolay bir rolle. Manızanın kuru çubuklarını yakıyor dumanını içimize çekiyorduk. Biraz öksürtse de eğlenceli bir oyundu. Kim içine daha fazla çekek? Kim daha fazla öksürecek? Zevkli bir oyun. Gülmeler… Tekrar tekrar denemeler. Sonra babamızın tabakasından, torbasından tütün çalmalar… Duvar dibi, ağaç arkasında sarıp içmeler… Sarıp içebilme, yakalanmama… Büyük mutluluklar. Sonra kümesten yumurta araklayıp satarak ilk sigarayı almalar… Ne zaman askerden geldim, evlendim, büyük adam oldum, işte o zaman gömleğimin cebinde göstere göstere gururla taşıdım. Evde tuz parası bulamadığım, gaz parası bile bulamadığım karanlıkta kaldığım gecelerde bile sigara parasını buldum.
Yıllar yılı çakmak çaktım. Meğer çaktığım her çakmak beni ölme bir adım daha yaklaştırıyormuş.
Konuşma bittiğinde sessizliğe bürünen salondan yükselen alkış sesleri, beğeni gösterileri…
Ödülün kendisine verildiğini duyduğunda verdiği cevap:
- Ödül olarak alacağım parayı Sigarayla Savaşanlar Deneği’ne bağışlıyorum.
Salonda bir şaşkınlık, bir sessizlik…
Ertesi gün bütün gazetelerde flaş haber: ‘’En Büyük Aktör’’... Sonrası Tv kanalları…
Cebbar Gözaçık, şaşkınlığında yaptığı ilk iş son sigarasını kırmak…
Not: Öykünün yazarı da yazdıklarına inanmak zorunda olduğunu düşünerek sigarasından son nefesini çekti.
BEŞLİLER ÇETESİNİ KİM ÇÖKERTİ
Beşliler Çetesi, beş kişiden oluşuyordu. Ekip varlığını, gücünü tamı tamına yedi sene sürdürmüştü. Ekibin bütün üyelerinin ortak özellikleri sayılmayacak kadar çoktu Hepsinin bütün dersleri birdi. Hepsi aynı şeye gülüyor, hepsi aynı şeye ağlıyordu.
Hepsi yedi senede panter gibi koşucu olmuştu. Hepsi Einstein gibi mucit. Hepsi Sokrates gibi savunma uzmanı. Her gün okulda bütün üyelerinin, yapmış oldukları her yaramazlık, bütün öğrencilerin eksiksiz beğenisini kazanmıştı. Bu özellikleri ile diğer çetelerin gıptası, kızların gözdesiydi her biri. Tek bir kızın gözdesi olmak, tek bir kıza yüz vermek makbul değildi, onlar için. Kahramanlar ancak bütün kızların gözdesi olurdu. Onun için hepsi her saniye kahraman olma mücadelesi veriyordu.
Sınıfın en başarılı öğrencisi Şafak, aynı zamanda en yakışıklısı idi. Sınıfın en güzel kızı Kıvılcım’a vurgundu. Ne yazık ki Kıvılcım yüz vermiyordu. Kıvılcım’ın, Beşliler lideri Atak’a hayranlığı, bakışları gülüşleri çılgına çeviriyordu Şafak’ı. Şafak’ın, Kıvılcım’a olan aşkı günden güne çörekleniyordu gönlünde. Atak’a olan hıncı günden güne artıyordu. Uykusuz kaldı kaç gece, çareler düşündü. Bulamadı. Bulmalı idi. Gözü kıvılcım’dan başkasını görmüyordu. Hayatta hiç bir beklentisi yoktu, Kıvılcım’dan başka. Çareyi buldu kendince. Beşliler grubuna katılacaktı. Nasıl olsa istese de ders çalışamıyordu. İstese de ders dinleyemiyordu Nasıl olsa 8.sınıfa gelmişti. Okuldan atılacak, okulda kalacak hali yoktu. Hem okuldan atılsalar bugüne kadar Beşliler atılırdı. Sınıfta kalsalar Beşliler kalırdı. O gün hiç uyumadı. Bütün bunları düşündü sabaha kadar.
Ertesi gün, her günkünden daha hızlı yürüdü okul yolunda Atak’ı bulup: “Grubunuza beni de alın.” Diyecekti. Ne yazık ki derse geç kalmıştı. Suçluluk duygusu içinde, ürkek bakışları ile çaldı kapıyı. Öğretmen buyur etti, oturttu yerine. Sınıftaki bugüne kadarki saygınlığı azarlatmadı kendini. Teneffüsü iple çekti. Bakışları bir Kıvılcım’a kayıyor, bir Atak’a. Kıvılcım’a olan aşkını, herkes biliyordu. Atak’a olan aşkını bir kendisi biliyordu. Atak’a bakışları arkadaşlarının gözünden kaçmadı ama anlam veremediler. Bakışlar Atak’ın da gözünden kaçmadı. Atak kendi kendine:”Beni dövecek hali yok ya, olsa olsa benden bir isteği vardır. İsteğini de uygun bulursam yerine getirim.” Diyordu. Şafak’a fazla bakma gereği duymadı. Şafak’ınsa bakışları Atak’tan hiç mi hiç ayrılmadı.
Teneffüs zili çaldı. Yerinden bir ok gibi fırladı Şafak. Dikildi Atak’ın karşısına:
- Atak! Seninle acil bir şey konuşacağım.
- Buyur konuş koçum! Dinliyorum.
Şafak duraksadı. Biraz kızardı, biraz heyecan, söyleyeceğini heceledi:
- Ben yalnız konuşmak istiyorum.
Atak’ın sınıfa bir göz atışı ile sınıf boşaldı. Bir göz atış, dörtlü nöbete geçti; kapı ağzında, koridorda, merdiven başında. Şafak olan bitene biraz şaşırsa da sevindi. İstediği gibi rahatça konuşabilecekti.
Atak:
- Şimdi konuş, ne konuşacaksan.
- Ben sizin gruba dâhil olmak istiyorum. Ne olur aranıza beni de alın. Bana hangi görevi verirseniz, hiç ihtiraz etmeden yapacağıma söz veririm.
- Koçum! Bir gruba, hele Beşliler grubuna dâhil olmak öyle kantinden:”Parasını verdim, ver bir hamburger.” der gibi olmaz. Grubun bütün inceliklerini öğreneceksin. Sonra teste tabi tutulacaksın. Bütün testlerden geçersen, grubun üyeleri tarafından üyeliğinin onayını talep edeceksin. Grup her isteyeni üye yapsaydı sınıftan, okuldan farkı kalır mıydı?
- Grubunuzun inceliklerini öğrenmeye hazırım.
- Grubun incelikleri bir teneffüste öğrenecek kadar basit değil. Her hangi bir dersten beş alacak kadar hiç değil.
- Yeter ki anlatın, ben dinlemeye hazırım. Öğreneceğime de inancım sonsuz.
- Önce derslerden nasıl bir alınır? Onu anlatayım.
Bu cümleye, Şafak güldü. Şafak’ın gülmesine Atak kızdı.
Şafak:
- Bir almada öğrenecek ne var ki?
- Bir almak, sizin beş almanızdan daha zor. Yazılıda öğretmenler bir sözcük gördü mü iki veriyor. Bu öğretmenlerin sağı solu hiç mi hiç belli olmuyor. Kafası iyi ise üç veriyor. Hangi öğretmenin kafasının hangi gün, hangi saat iyi olacağını bilemezsin. Yazılıyı ne zaman okur hiç bilemezsin. Onun için yazılılarda bir sayfa yazı yazacaksın. Yazıyı yazmasına yazacaksın da iki heceyi yan yana getirmeyeceksin. İki hece yan yana gelirse, hemen bir sözcük oluşur. Öğretmen basar ikiyi, üçü. Bunu yapmak bulmaca çözmekten zor.
- Siz iki almaktan niçin korkarsınız?
- Arkadaşlık ayrıcalık kabul etmez. Böyle bir durum arkadaşlar arasında ihanet sayılır. İki almak, öğretmenlerin isteğini yerine getirmektir. Öğretmene boyun eğmektir. Hiç bir grup üyesi boyun eğmez.
- Bir almanızı anladım. Bir almak için uğraşana kadar boş kâğıt verseniz olmuyor mu?
- Derste kırk dakika öğretmenin uyarısına maruz kalacaksın… Boş kâğıt vermek disiplin suçu. Suçun kâğıtla belgeli. Savunma şansın yok. Düşünsene bu kadar suçu işleyip disipline gitmeyeceksin, bir, bir almak için disipline gideceksin.
Zil çaldı Konuşma kesildi. Herkes yerine oturdu. Şafak duyduklarını tek tek değerlendirdi. Bir kısmını anlamamıştı, bir kısmını da saçma buldu.Çaresi yoktu.Gruba girmeye niyetlenmişti bir defa.Niyetlenmek yetmedi, bir de Atak’a söylemişti.Vaz geçse Atak:” Gözü yemedi, korktu.” demez mi? Bu durum Kıvılcım’ın gözünden düşürürdü.Şafak, öğrencilik hayatı boyunca ilk defa derste saniyeleri, dakikaları saydı.Dakikalar bir türlü geçmek bilmiyordu. Sanki ders 40 dakika değil, 40 saatti. Nihayet zil çaldı Şafak derin bir oh çekti. Böyle bir ohu ancak, Kıvılcım aşkına karşılık verdiği zaman, çekebilirdi.
Atak Şafak’a göz etti. Şafak tedirgin. Şafak sabırsız. Atak önde, Şafak arkada. Yürüdüler, yürüdüler... Durak tuvalet.Beşlilerin iki defa bir mekanı kullandığı görülmüş bir şey değildi.Kuşku yaratırdı.Hemen idare tarafından sorguya çekilirlerdi.Nöbet erleri kapıda yerini aldı.Tuvaletler hizmete kapatıldı.Sıkışan sıkışana...Altına kaçıranlar.. Hiç biri de Atak’ın tuvaleti hizmete kapattığını söyleyemezdi.
Atak, konuşmasına kaldığı yerden başladı. Bir almanın zorluğu:
- Yazılıdan bir almayı başardın diyelim. Farkında olmadan dersi bir dakika dinledin, öğretmen hemen soruyu sana yöneltir. Sen doğru cevap verirsin, alırsın bir 100P, bir aferin. Not yine çıkar üçe. Dersi dinlemedin diyelim ağzından tesadüf bir cevap çıkar. O da gider doğru cevap oluverir. Yine yüz alırsın. Çok uyanık olacaksın, soruyu iyice anlayacaksın, gerekirse tekrarlatacaksın. Soruyu anladın, anında yanlış cevabı oluşturup söyleyeceksin. Söylediğin cevap bir de öğretmeni kızdıran cevap olursa sınıfın beğenisini kazanırsın. Hele kızların ilgi odağı olursun. Kızlar sıradan erkeklerden hoşlanmaz. Sıra dışı, kahraman olacaksın.
Bütün öğrenciler kravatı boynuna takarsa, sen alnına takacaksın. Bütün öğrenciler siyah giyerse, sen beyaz giyeceksin. Bütün örenciler okulun başlangıç saati geliyorsa sen 15 dakika geç geleceksin ya da bir saat erken. Bütün bunları yapabilmek için okuldaki bütün öğrencilerden haberdar olacaksın. Ara da bir de Grup liderinden aldığın emirleri yerine getireceksin. Bütün bunları sırası ile anlatacağım. Önce bir almayı bitirelim.
“Kızların ilgisini çekmek” cümlesi Şafak’ın hoşuna gitti. Kendi kendine:”Atak bu işi biliyor. Öğreneceğim çok şey var. Atak sanki benim içimi okuyor.” diyordu. Bir almanın yararlarını anlamaya başladı. ‘’Demek ki kızların gönlüne giden yol bir almaktan geçer.’’ diyordu. İyi de bir, bir almak bu kadar uzun sürerse... Ya diğerlerini öğrenmek... Ya dönemin sonu gelirse... Ya kıvılcım başka okula giderse, hiç şansı kalmayacaktı. Y ine zil çaldı. Sınıfa girdiler.
Şafak üç şeyi düşünmeye başladı. Birincisi zil ne zaman çalacak, ikincisi, nerde konuşulacak, üçüncüsü yeni konu. Sabırsızlandıkça sabırsızlandı. Zil çaldı. Bir göz işareti… Atak önde, Şafak arkada yürümeye başladılar. Atak sakin, Şafak telaşlı, sabırsız. Yürü,yürü... Vardılar kömürlüğe.
Atak başladı, bir almanın yararlarını, bir bir anlatmaya. Bir almanın zorluklarını, bir bir anlatmaya. Bir, bir....
Şafak kendini tutamadı:
- İkiye geçsek!
(Atak hitdetlenlendi)
- İkiyi unut! Bir de sözümü asla kesme! Bizim kurallar asla öğretmenlerin kurallarına benzemez. Öğretmenlerde af vardır. Bizde hiç bir şekilde af olmaz.
Sanki Şafak’ın ilgiyle dinlediği Atak gitmiş yerine başkası gelmişti. Şafak şaşırdı, korktu. Eller, ayaklar keman çalmaya başladı. Gözler şaşkın, yüz soluk.
O gün birle başladı birle bitti gün.
Beşliler grubu sınıf kapatma, tuvalet kapatma dışında bir eylem yapmadı. Öğretmenler kendi aralarında:”Bugün grupta bir değişiklik var, derste hiç sesleri çıkmadı.” diyordu. İçlerinden biri de: “ Şafak onları yola getirdi.” diyordu.
Atak’sa; bütün öğretmenlerin örnek öğrenci olarak gösterdiği Şafak’ı yoldan çıkarmanın ses getirecek bir eylem olacağına inanıyordu.
Şafak, farklı bir öğrenci olarak evin yolunu tuttu. Şaşkınlık içindeydi. Yaptıklarının iyi mi, kötü mü olduğu sorgulamasından bir türlü kurtulamıyordu. Bir yandan da yürüyeceği yeni yolun sonunu merak ediyordu. Yolun sonu belli değildi. Heyecanlıydı, merak vericiydi. Girişi olan çıkışı meçhul bir yol... Karanlık bir yol..
Ertesi gün değişik mekânlarda Atak, “Kirpik Alfabesi”ni anlattı:
- Kirpik Alfabesi; Latin Alfabesinden çok çok zordur. Her kirpik bir harf karşılığındadır. Bunları öğrenmek bir derece kolaydır. Zor olan kirpikleri kullanabilmek. Bu durum aynen okumayı bilip yazmayı bilmemeye benzer. İki gündür elemanları nöbet yerlerine her teneffüs bir sözcük kullanmadan nasıl dağıttığımı, nasıl hiç bir aksaklık yaratmadığımı, nasıl hiç bir açık vermediğimi gördün. Biz örgüt üyeleri bu alfabeyi Latin Alfabesi’nden daha ileri düzeyde biliriz. Biz bu alfabeyi kullanarak 40 dakika derste aralıksız konuşuruz. Bizlerin çapraz köşelerde oturması hiç dikkatini çekti mi? Görüş açısı oluşturmak için öyle otururuz. Hatta her gün bir nöbetçi pencere kenarında oturarak dışarı ile irtibat kurar. Senin bu alfabeyi öğrenmen zaman alır. Biz bu alfabe için yedi tam yılımızı verdik, daha da eksiklerimiz var. Başlangıçta sana bir tolerans sağlar, şart koşmayız.
Bu tolerans Şafak’ın hoşuna gitti. Çünkü fazlası ile ümitsizliğe kapılmıştı.
Her gün yeni bir konu... Bir ertesi gün -5 nasıl alınır:
- Siz başarılı öğrenciler +5 almak için sık sık derse katılırsınız. Öğretmenin dikkatini, sınıfın dikkatini siz çekersiniz. Bu haksızlık değil mi? Biz o sınıfın öğrencisi değil miyiz? İşte biz de var olan hakkımızı kullanırız. Hem de en iyi şekilde. Bizim derse katılışımız sizinki gibi olmaz. Sizin katılışınız, kaç kişinin dikkatini çeker? İki. Bilemedin üç. Bizim katılışımız bütün sınıfın dikkatini çektiği gibi, okula yayılır anında, bütün öğrencilerin ilgi odağı oluruz. Derse katılmadaki cevaplar, sergilenen davranışlar hepsi öğretmeni kızdıran, bir vermeye zorlayan cevap olacak. Ayrıca nasıl bir doğru cevap sınıfta tekrarlanmazsa bizim cevaplarımız da tekrarlanmaz Her gün her öğrencinin, her öğretmeni beş defa kızdırma zorunluluğu vardır. Tekrar cevaplar notla değerlendirmez. Eğer değerlendirilseydi öğrenciler arasında her hareketimiz, her sözümüz ilgi çeker miydi Sanırım -5 almanın, +5 almaktan beş kat daha zor oluğunu anlamışsındır.
Atak’ın her anlattığı sanki Şafak’ı, Kıvılcım’a götürecek yoldu. Günden güne iyice ısınıyordu Şafak.
İkinci haftanın sonuna yaklaşıldığında, konu direnç testi. Atak değişik mekânlarda, değişik saatlerde anlatıyordu:
- Direnç testi bir grup üyesi için zorunlu bir testtir. Bir grup üyesinin attığı her adım risktir, her adım suçtur. Grup üyesinin görevi hiç bir suçu kabullenmemektir. Hiç bir eylem hakkında ne kadar baskı yapılırsa yapılsın, ne kadar dayak yerse yesin açıklama yapmamaktır.
- Şimdi siz beni dövecek misiniz? Dövecekseniz arkadaşların görmediği bir yerde dövün.
-
- Şimdi biz seni dövmeyeceğiz. O işi idareye havale edeceğiz. Onlar bu işi bizden daha güzel yapıyorlar. Hem biz sana acırız onlar acımaz. Bir de biz durduk yere adam dövmeyiz. Bizim dövdüğümüz kişi bize ya ün kazandırsın yada para.
- İyi de beni idareye nasıl dövdürteceksiniz?
- İdare dövmez, korkutur.”Doğruyu söylemezsen okuldan atılırsın.” der. “Çeşitli cezalar alırsın, polise bildiririm.” gibi bir sürü korkutma taktikleri uygularlar. Bütün bunları seni konuşturmak için yaparlar. Bakalım sen konuşacak mısın?
- Ben hangi konuda konuşacağım?
- Sen hiç bir konuda konuşmayacaksın. Susacaksın. Bir de suçu başkasının üstüne atmayacaksın. Beşlilerin affetmediği en önemli hatalardan biri budur.
- İyi de hangi suçtan bahsediyoruz?
- İyi dinle sana beş tane suç işleteceğiz. Bu suçlar sonunda idare seni sorguya çektiği zaman, direnme gücünü ispatlayacaksın. İşleyeceğin ilk suç; Bir eşek resmi yapacaksın, yaptığın resmi Balyoz Nuri’nin sırtına asacaksın.
Şafak’ın ayakları, Balyoz Nuri adını duymadan titremeye başladı. Balyoz Nuri, öğrencilerin en korktuğu öğretmendi. Vurduğu yerden ses getirirdi.
Ertesi gün Atak, derse girdiğinde cebini yokladı. Çakısı yoktu cebinde. Öğretmen derse girdi, yazılı kâğıtlarını dağıttı. Atak çakısını düşünüyordu sürekli. Gittiği, geldiği yerleri düşündü tek tek. Aklına yol geldi. Köşe başındaki yolda arkadaşına çakı ile şaka yaptığı geldi. Orada cebine koyarken düşmüş olabilirdi. Sayıklamaya başladı:”Yol,yol,yol...” Aklı bir de son ders Balyoz Nuri’nin dersinde olacaklara takıldı. Ya Şafak her şeyi anlatırsa...
Sayıklıyordu:”yol, direnç, yol, direnç...” Öğretmenle göz göze geldiği zaman yazarmış gibi yapıyordu.
Zil çaldı. Yazılı kâğıdını masanın üzerine bıraktı. Koştu yola. “Yol, yol...” diye diye. Baktı, soruşturdu. Çakısı yoktu yolda..Koşarak derse yetişti,”çakı, çakı...” diye diye.
İkinci derste Türkçe Öğretmeni sınavı değerlendiriyordu:
“Arkadaşlar, en basit sorulara en güvendiğim öğrenciler cevap verememiş.1. Soruda tek heceli bir sözcük yazın.” diyor. İki kişi doğru cevap vermiş. Atak arkadaşınız:”yol” demiş, Şafak arkadaşınız:”Bir” demiş. 2.Soruda:” İlk hecesi sessizle başlayıp, son hecesi sessizle biten, bir sözcük yazın.” demişim. Yine iki arkadaşınız cevap vermiş. Atak arkadaşınız, “Direnç” demiş, Şafak arkadaşınız:”Kıvılcım” demiş. Her iki arkadaşınızı da kutlarım.
Teneffüste, öğretmenler arasında, öğrenciler arasında tek cümle tekrarlanıyordu: “Şafak, Atak’ı yola getirmiş.” Öğretmenler: “Bizim yapamadığımızı Şafak yaptı. Atak, Şafak’a tepki gösterebilir. Bir müddet Şafak’ın koruyucusu olalım.” diyordu.
Son ders geldi. Atak olanca kızgınlığı ile Şafak’a bakıyordu. Bakışları, Şafak, verilen göreve bağladı. İstese de istemese de verilen görevi yerine getirecekti. Fırsat kolluyordu. Öğretmenin tahtaya yazı yazmasını fırsat bildi, hemen iğneledi, resmini, Balyoz Nuri’nin arkasına. Sınıf şaşkın... Balyoz Nuri, tepkisiz. Bir de demez mi:”Şafak açıklama yapmana gerek yok, olur böyle vakalar.”
Dörtlüler ihanetçi damgasını bastı Atak’ın alnına. Atak olan biteni kimseye anlatamadı, inandıramadı. Artık kimse sözünü dinlemiyordu. Şafak başta Kıvılcım’ın sonra diğer kızların gözdesi oldu.
Şafak, Kıvılcım’la her konuda rahatça konuşabiliyordu. Atak’la niçin beraber olmak istediğini anlattı. Atak’ın bütün anlattıklarını. Kıvılcım, şaşırdı duyduklarına. Şafak’ı uyardı:
- Ben ve benim gibi bütün kız arkadaşlarım Atakların yaptıklarına gülmek için güldük, aşık olmak için değil. Niyetin Atak gibi olmaksa beni unut. Atak’ın peşine takıl.
- Hayır, hayır! Ben her şeyin yanlış olduğunu biliyordum. Ben sadece seni kazanmak için yaptım.
- Bak şafak hata üstüne hata yapıyorsun. Beni seviyorsan benim kalbime hitap edeceksin. Sevdiğini karşıma dikilip söylemeliydin. Sen söylemezsen, senin beni sevdiğini nereden bilebilirdim ki.
Atak, büsbütün şaşırdı Kıvılcım ne dediyse ’’ haklısın’’ diyebildi. Özür diledi, af diledi.
Kıvılcım: Seni bir şekilde affedebilirim. Madem Şafak Atak’ı yola getirdi diyorlar. Sen de Atak’a bütün yaptıklarının yanlış olduğunu kabul ettireceksin.
Şafak, tedirginleşti. Derin düşüncelere daldı. Ya Atak kendisini yola getirirse ikinci kez hata yapacaktı. Bu durumda Kıvılcım’a karşı söyleyecek tek bir sözcük kalmayacaktı.
Şafak’ın tedirginliğini gören Kıvılcım:”Korkma o işi beraber yapacağız.”dedi. Nasıl yapacaklarını tek tek anlattı. Sen sadece Atak’ı çağır yeterli.
Kıvılcım Planını okulun idaresine anlattı. Plan idarece uygun bulundu. Bir görüşme odası ayarlandı. Şafak Atağı çağırdı:” Kıvılcım’la ben seninle konuşmak istiyoruz, idareden izin aldık, derse girmeyeceğiz.”Atak duyduklarına sevindi. Kendisi ile görüşmek isteyen, kendisini ciddiye alan birileri çıkmıştı.
Odada Atak, Kıvılcım, Şafak.
Kıvılcım başladı konuşmaya...
Atak olanların sanıldığı gibi olmadığını anlatmak istedi. Kıvılcım fırsat vermedi.
- Atak seninle olanları değil olmayanları konuşacağız. Bugüne kadar yaptıklarınızı değil, yapamadıklarınızı konuşacağız. Önce yaptıklarınızın yanlışlığını kısaca hatırlatıvereyim. Sizlerin zaman zaman yapmış olduğu yaramazlıklara çevrenizin gülmesi sizin hoşunuza gitti. Çevreniz güldükçe siz kendinizi kahraman hissettiniz. Aslında her gülüş sizi çevrenizden kopardı, yalnızlığa sürükledi. Kısa süreli mutluluklar rüzgârda savrulan bir yaprak gibidir. Siz o rüzgârda sürüklenirken ayağınız hayatın zemininden kalktıkça kalktı. O rüzgarın sizi bir gün bir kaya parçasına çarpacağını göremediniz. Bugüne kadar ailenizin güvenini kaybettiniz, arkadaşlarınızın, öğretmenlerinizin güvenini.Bu şekilde devam ederse geleceğinizin kaybolmasına çok az kaldı. Yaşamak gibi bir idealiniz varsa o yetenekli ellerinizi yaşama sarılmak için kullanınız.
Şafak, bu güzel sözleri Kıvılcım’ın ağzından duydukça, Kıvılcım’a olan hayranlığı kat kat arttı.
Atak’ın son yaşadığı olayın üzerine duydukları dünyasını şaşırtmaya yetti. Mahcubiyet içerisinde bir teşekkür edebildi. Bir de:”Şafak dünyama bir pencere açmıştı, sense o pencereden sızan ışık oldun.”diyebildi.
Ertesi gün Atak, sabah töreninde, hiç kimsen beklemediği, herkesi şaşırtan bir konuşma yaptı.
Dönem sonunda onur belgesi alanların ilk sırasında Atak vardı.
GÜlÜZAR’IN SESSİZ ÇIĞLIĞI
Gülüzar, ilköğretim 8. sınıf öğrencisi. Son sınıfa kadar evin tek kızıydı. Babası Şahsuvar, bir fabrikada bekçi. Evinden işine, işinden evine gelip giden biri. Maaşlı bir işi oldu için son derece mutlu. Annesi Şazimet, ev hanımı. Kızını büyütüp 8. sınıfta okuttuğu için, annelik görevini eksiksiz yerine getirdiğine inanan bir anne. Gülizar, mutsuz. Sürekli gergin Yaşının getirdiği duygular, gelecek kaygısı... Arkadaşların aşk mu- habbelerine yabancı kalışlar... Dertleşeceği bir arkadaşının olmayışı. Annesi ile babası ile hiç bir konuda konuşmayışı. İçine kapanış, günden güne artıyor. Nerde ise isyan etme noktasına geldi gelecek. Annesi yeni doğurduğu bebeği büyütme telaşı içinde. Hayatta hiç bír beklentisi yok. Tek dileği bebeğini Gülüzar’ın yaşına, kazasız belasız getirebilmek. Bebeğini Gülüzar’ın yaşına geldiğini görebilmek.
Gülizar, okuldan eve geldi. Formasını çıkardı.
Ev kıyafetlerini giydi, uzandı kanepeye. Kumandayı aldı eline, rastgele bir kanal açtı. Can sıkıntısını gidermek için, sırf meşgul olma niyetiyle ağzına bir çiklet. Babası içten geldi. Kızına hiçbir şey demeden öbür çekyata kendini kuru bir ağaç kütü gibi attı. Belli ki çok yorgun. Bebeğini uyutan anne içeri girdi. Daha odaya girer girmez, kızına:
- Kızım kal! Babanın yanında düzgün otur. Sen çocuk değilsin artık. Genç kız oldun. Oturmana kalkmana dikkat et.
- Nihayet büyüdüğümü anladın, kutlarım anne!
Konuşmaları duyan Şahsuvar, sehpanın üzerinde duran gazeteyi alır, okurmuş gibi başlar göz gezdirmeye. Maksat anne ile kızın tartışmasına karışmak istemediğini belli etmemek.
Şazimet:
- Kızım sen ne biçim konuşuyorsun annenle! Ben sana, büyüklerine karşılık verme diye kaç defa anlatacağım? Anlat anlat dilimde tüy bitti.
- Dedin demesine anne de… Ben büyüklerimle nasıl konuşacağımı biliyorum. Siz benim büyüdüğümü bilmiyorsunuz. Sizin gözünüzde benim iki aylık kardeşimden farkım yok. Onun acıktığını, gazının geldiğini anlıyorsunuz. Betim sıkıntım olduğunu, olabileceğini bir anlayabilseniz. Konuşacak benim de düşüncelerimin olabileceğini bir düşünebilseniz.
- Bak, bak! Bacak kadar şeye… Büyümüş de annesine akıl veriyor. Dil bir karış. Ben sana ‘’ Büyükler konuşunca küçükler susar.’’ Demedim mi? Çocuklar her lafa karışmaz. Büyükler‘’ Sus!’’ deyince susar. Çocuk olduğunu unutma!
- Hani anne, biraz önce ben çocuk değildim? Büyümüştüm. Ben ne zaman bir şey konuşmaya kalksam susurdunuz. ‘’ Çocuksun’’ dediniz. Ne zaman yaşıma uygun talepte bulunsam ‘’ Daha sen çocuksun.’’dediniz. Ne zaman siz benden bir şey istediniz; beni anında büyüttünüz. O zaman ben kazık kadarım. Çocuk gibi davranmamalıyım. Çocuk gibi konuşmalıyım. Ben çocuk muyum, genç kız mıyım? Öğrenebilir miyim anneciğim? Ben kendimin çocuk olup olmadığını anlayacak yaştayım, bunu anlayın artık! Şazimet kızının konuşmalarına şaşırır. Kızar… Beyine:
- Şahsuvar, duyuyorsun kızının konuşmalarını, bunun bir terbiye alma zamanı geldi de geçiyor.
Şahsuvar uyumuştur.. Uyumuş gözükmekte. Söyleneni duymazdan gelir.
Gülüzar, annesi ile konuşmayı keser. Tv’de kanal değiştirir. Açtığı kanalı izlemeye başlar. Televizyonda bir aşk sahnesi… Gülizar:
- Ne hoş elini tuttu. Saçını okşuyor.
Annesi:
Kız, sen babanın yanında film izlemeye utanmıyor musun? O konuşmalar sana göre değil.
- Tabi anne, daha ben çocuğum. Aşk nedir bilmem öyle mi? Öyleyse sen de bil miyorsun anne.
- Kızım bir zamanlar ben de senin yaşındaydım. Saçım yerlerde sürünürdü.Su doldurma bahanesiyle çeşmeye her gidişimde köyün bütün gençleri peşime takılırdı.
- - Demek ki anne benim yaşımda biri aşk nedir bilir.
- Sen çok konuştun. Hemen odana çekilip dersine çalışıyorsun.Öğrenci dediğin sadece dersine çalışır.
- Anne senin dediğin zenginlerde olur. Sen galiba bugün izledin filmin etkisinde kalmışsın.
- Ben televizyonda öyle filmler izlemem. Hem ben bugün kadın programı izledim.
- İzlediğine göre bir şey anlasaydın.
- Anlamaz olur muyum? Bir anne senin yaşındaki kızını sokağa atmış. Öyle üzüldüm ki sorma…
- Elin kızına üzülene kadar kendi kızına üzülseydin.
- Ne varmış benim kızımda üzülecek? Kız, yoksa kötü bir şey mi yaptın? Baban duymasın. İkimizi de keser.
- Bir anlayabilsen üzülecek o kadar çok şey var ki…
- Kız yoksa sabahtan beri sen bana bir şeyler mi anlatmaya çalışıyordun? Ben ne salak şeymişim de haberim yokmuş.
Şunu bir anlayabilseydin…
- Neyi? Kız dur bir, kafamı karıştırma hele, kafamı bir toplayım.
- Boşuna uğraşma anne olmayan şey toplanmaz.
- Şazimet Bak! Kızın bana salak demek istiyor.
- İstemiyorum diyorum.
- Kız dur, kavga etmeyelim şimdi. Kavgayı sonra ederiz.
- Sen bir halt işledin mi bana onu söyle!
Konuşmanın burasında Şahsuvar, kulak kabarttı. Burnuna namus kokusu gelmişti ne de olsa.
Gülüzar ses tonunu biraz daha yükselterek:
- Size göre bir kız
-
- Biri ile caddede yan yana yürürse halt etmek. Evde kıyamet kopar. Bir kız at gözlüğü takmış gibi; evden okula, okuldan eve gider gelirse hiçbir şey yok. O kızın derleri de önemli değil, yeter ki halt işlemesin. Halt işlemedim içiniz rahat olsun.
- Şahsuvar’ın endişesi gitti. Konuşmanın arasına girdi:
- Kızım, uzatmayın, sen odana git dersine çalış.
- Bba, sen de annem gibi konuştun. Şurada bir saattir bir şey anlatmaya çalışıyorum. Anlamıyorsunuz.Sonra da salak değiliz diyorsunuz.
Annesi devreye girdi:
- Bak Şahsuvar, kızın sana da şey diyor.
Gülüzar:
- Şey denme gerek yok anne! Salak diyebilirsin.
Şahsuvar:
- İleri gidiyorsun kızım! Yoksa kızacağım. Sana kalk odana diyorum.
- Kızınca ne yapacaksın baba? Döveceksin. Döv! Nasıl olsa dayağına alıştım. İstersen bir defa dövme! Dinle! Bir cümleyi anlamak bu kadar mı zor? Salak olmadığınızı gösterin de anlayın.
- Kızım anlayacak ne konuştunuz ki? Annenle iki saattir dır dır ediyorsunuz.
- Dırdır ha! Dinleyip anlasaydınız dırdır demeyecektiniz. Yazık!
- Kızım odana git diyorum sana!
- Baba Allah aşkına gösterir misin odam neresi? Evin topu topu iki odası var. Biri sizin yatak odanız, biri de bu. Bu odayı müsaade etseniz oda benim olacak.
- Kızım git mutfakta çalış! Aha! Otur kapının önünde çalış. Yeter ki çalışmak ister yer kolay.
Şazimet Ah! Bizim zamanımız… Bizim zamanımızda biz böyle miydik?
- Anne, sizin zamanınızda… Sen ne zaman okula gittin? Bilmesek; duyan da Oxford’u bitirdi sanacak.
- Kızım, bizim zamanımızda okul vardı da ben mi gitmedim. Okul olsaydı giderdim. Derse de nasıl çalışılırdı gösterirdim. Hem ben senin yaşındayken böyle konuşmazdım.
- Anne, konuşmadın değil konuşamadın. Çünkü senin zamanında senin büyüklerin seni susturdu. Konuşturmadı. Şimdi sizler de beni… Artık beni susturamayacaksınız. Benim de doğru bilgilerim var. Ben de doğru bildiğim bilgileri konuşacağım.
Annesi kızının bu kadar karşılık vererek konuşmasına ilk defa şahit oldu. Biraz şaşırdı. Kızının söylediklerini anlamaya çalıştı. Acaba kızı haklı mıydı? Diğer odadan bebeğin ağlama sesi geldi. Her zaman olduğu gibi anne kızına:
- Sen çok konuştun, git bebeği getir!
- Ben bu evde sadece çocuğu dindirmek için varım. Duygularım yok. Düşüncelerim yok. Hangi liseye gideceğim o da yok. Yok, yok..Siz büyüksünüz, ben çocuğum.Bacak kadar çocuğun ne sorunu olur ki. Sorunlarım olursa sizinle paylaşmayayım. Hele başkası ile hiç. Sonra namussuz olurum. Susayım, akıllı kız olayım. Susayım namuslu kız. Sizin isteğiniz bu mu?
- Ha şunu bileydin kızım. Bak, aklın nasıl başına geldi.
Gülüzar bütün konuşmaların boşuna gittiğini düşündü. Çaresiz bebeği almak için bebeğin odasına gitti. Tecrübesinden yararlanarak bebeği susturdu. Bebeği öptü, okşadı… Bebekle konuşmaya başladı:
- Çok şanslısın kardeşim. Ben senin kadar şanslı değilim. Seni anlayan, her an seni dinleyen, her an yanında olan, içini rahatça dökebileceğin benim gibi bir ablacığın var. Bunu büyüyünce anlayacaksın. ‘’ İyi ki varsın ablacığım.’’ diyeceksin. Belki de sırtını çevireceksin. Olsun ben yine de ben kendi yaşadıklarımı sana yaşatmayacağım. Karşı gelmekse karşı geleceğim büyüklerime. Varsın bana namussuz desinler. Yeter ki senin ruhunu karartmasınlar.
Gülüzar bebeği kucağına alırken babası içeri girer. Kızına:
Al bebeği annene götür, ben yorgunum yatacağım. Fazla da ses çıkarmayın yatacağım. Siz de yatın.
- Baba, bana para ver.
- Ne parası?
- Öğretmen istedi. Sınıf kitaplığı için para topluyoruz.
- Kızım okul açılırken ben bütün kitaplarını, bütün defterlerini almadım mı?
- Baba, bunlar o kitaplar değil. Öykü, roman gibi şeyler…
- Bırak sen öykü okumayı. Ödevlerini yap, yazılılarına iyi çalış yeter. Ben gider öğretmeninle konuşurum.
- Sakın baba! Ben para istemekten vaz geçtim. Beni öğretmenime, arkadaşlarıma rezil etme. Ben kitap bulurum.
- Sen kitabı nerede bulacakmışsın bakayım?
- Komşumuz Nurdan teyzede çok kitap var. ‘’İhtiyacın olduğu zaman alabilirsin.’’ demişti.
- Tamam, o zaman git Nurdan teyzenden al.
Annesi konuşmaları duyar. Bebeği alır emzirmeye başlar. Bir yandan da kızına öğüt verir:
- Kızım baban bizi geçindirmek için elin işinde it gibi çalışıyor. Sen tutmuş gereksiz para istiyorsun. Baban para mı basıyor. Ben bakkaldan ekmeği bile bir eksik alıyorum. Gülüzar anladı ki cevap vermek sonucu değiştirmiyor. Ağzından çıkan her cümle namusunu zedeleyecek. Sustu. Sustu çaresizlikten. Basının boşalttığı kanepeye uzandı. Çekti üstüne battahanesini. Uykusunu bölen cevapsız sorular, sorular… Rüyasında ürperten korkular.
Sabah annesi saçını okşayarak uyandırdı.
Gülüzar şaşırdı.
Annesi ‘’ Seni ihmal ettiğimizi anladım. Artık her derdini benimle paylaşabilirsin. Senin konuşmaların bana senin büyüdüğünü hatırlattı.’’ Dedi. Annesinin sözleri Gülüzar’ın annesinden bugüne kadar duymak istediği sözlerdi. Çok sevindi.
Gülüzar içinden ‘’ Demek ki konuşmak bazen işe yarıyormuş.’’ dedi.
GÜLÜZAR ABLAM DELİ
Ben büyüdüm aytık. Kaşığı tutabliyoyum. Yemeğimi kendim yiyiyoyum.. Çişimi yapabiliyoyum. En kötüsü anlemle babamın konuşmalayını anlayabiliyoyum. Hatta konuşmayalarından beni sevmedikleyini anlıyoyum. Daha da kötüsü konuşmalayından, hayekeyleyinden biy kaydeşim olduğunu, benden sakladıkladılayını biliyoyum. Keşke büyümeseydim.K onuşmalayı anlamasaydım. Oyuncaklayımla oynasaydım. Oyuncaklayımla oynarken dünyalay benim oluydu. Hele kaynımda doydusa hele biy de yeni oyuncaklay alındıysa değmeyin keyfime.
Gülücükley, öpükley saçaydım çevreme. Top gibi elden ele dolaştıyıylaydı. Mıncık mıncık yaylaydı her bir yanımı. Canımı acıtsalar da ben gülmeye devam ediydim. Neye beni mıncıklaymıyoylay şimdi? Neye benimle oynaymıylay şimdi? Neye öpmüyoylar? Neye benimle oynaymıyoylar? Neye, Neye?..
Babama diyom. Babam ‘’ İşim var.’’diyoy. ‘’ Haydi evladım bak, sana yeni oyuncaklar aldım, sen kendin oyna.’’ diyoy. ‘’ Babacığım sen beni sevmiyoysun.’’diyoyyum.’’’’Seviyorum evladım.’’diyoy.Saçımı okşuyoy biceccik, geçiyoy bilgisayarının başına.
Anneme söylüyyoyuyum’’ Ben televizyon izliyorum, kendin oyna yavrucuğum. Bak! Baban sana oyuncaklar almış. Hdaydi canımın içi, haydi bir tanem, dünyalar güzeli.’’ diyoy. Yalan sevseydi oynaydı benimle. Onun canının içi televizyondaki ablayay, abiley.
Biy de beni üzen annem babam benden gizli konuşuyoylay. Benden sakladıklayı bi şey vay. Hele eve annemin babamın biy aykadaşı geldiği zaman beni odama kovuyoylay.Niye kovuyoylay* Ben duymayayaım diye. Duysam ne oluy?H ani onlay beni seviydu? Demek ki benden sakladıkları biy şey olamalı.Duymalıyım. Ögyrenmeliyi. Ayayıp bulmalıyım.
Biy gün Şazimet teyze bize geldi. Annem oyuncaklayımı elime veydi. Odama yolladı. Neymiş çocuklar hey şeyi dumamalıymış. Onlaya göre çocuk iki şeyi bilir; mama, ouncak. Çocuk aglaysa ya açtıy ya oyuncagini kaybetmiştir. Ya mama verir susturursun ya eline oyuncagini. Ben biy süyü şey biliyiyoyum habeyleyi yok.D uyduklayımın hepicini ögrenmek istiyoyum.Anlamıyoylay. Anlamamalayı daha iyi Benden heç kuşkulanmıyoylay.Hemen kapıda bir delik var aha böyle. Kulagimi dayiyoyum, başlıyoyum dinlemeye.
Şazimet teyze:
- Allah seni inandırsın bizim ufaklıkla başımız dertte.
- Hayırdır Şazimet hasta felan mı?
- Yok, yok. Keşke hasta olsaydı.
- Deme kız daha mı kötü?
- Kötü ya! Hem de ne kötü…
- Her gün beyimle birbirimizi kırıyoruz.
- Beyim mi dedin?
- Evet, beyim.
- Kız sen ufaklık dedin. Senin beyin çam yarması gibi. Sen ona ufaklık mı diyorsun?
- Yok, yok ben ona ayı diyorum.
- Ne yaptı senin ayı? Yoksa. Üstüne gül mü kokladı?
- Keşke gül koklasaydı da böyle olmasaydı.
- Kız çatlatma adamı. Daha ben yemek yapacağım.
- Ufaklık diyorum ufaklık.
- Şazimet sende adama bir ufaklık diyordun bir ayı. Karar ver artık da anlat.
- Sen bizim adam mı sandın?
- Yoksa başka adam da mı var?
- Kız sen neymişsin de haberimiz yokmuş.
- Sen adam mı sandın. Çocuk, çocuk.
- Kız senin Allah belanı versin! Hem de çocuk! Kız sende utanma arlanma yok mu?
- Kız ne utanması. Çocuk; bizim Gülüzar.
- Aman Allah’ım ben neler duyuyorum. Kulaklarıma inanamadım. Gülüzar ha!
- Gülüzar ya!
- Biz onu daha düne kadar evin önünde evcilik oynarken görüyorduk. Ne zaman büyümüşte kiminle nerde ne halt işlemiş?
- Kız ne halt işlemesi. Kardeşini kıskanıyor. Kardeşi oldu olalı anlaşılmaz davranışlar sergiliyor. Bize karşı geliyor. Derslerine ilgi duymuyor. Neymiş biz onu sevmiyormuşuz. Kardeşini seviyormuşuz.
- Kız senin Allah belanı versin! Hem de çocuk! Kız sende utanma arlanma yok mu?
- Kız ne utanması. Çocuk; bizim Gülüzar.
- Aman Allah’ım ben neler duyuyorum. Kulaklarıma inanamadım. Gülüzar ha!
- Gülüzar ya!
- Biz onu daha düne kadar evin önünde evcilik oynarken görüyorduk. Ne zaman büyümüşte kiminle nerde ne halt işlemiş?
- Kız ne halt işlemesi. Kardeşini kıskanıyor. Kardeşi oldu olalı anlaşılmaz davranışlar sergiliyor. Bize karşı geliyor. Derslerine ilgi duymuyor. Neymiş biz onu sevmiyormuşuz. Kardeşini seviyormuşuz.
- Şazimet, Gülizar’ın kardeşini kıskanması normal.
- Gülüzar’ın, ergenliğin getirdiği gerginlikler sergilemesi söz konusu. Bu konuda duyarlı davranıp; uygun bir davranışla, uygun bir dille ona anlatmalısınız. Gülüzar’ın sert çıkışlarına sizler de sert karşılıkla cevap vermemelisiniz. Bu konuda okullarda "Rehberlik Servisleri" var. Onlardan yardım alabilirsiniz.
- Sağ ol Nurdan Hanım, beni büyük bir sıkıntıdan kurtardın. Üstümden büyük bir yük kalktı. Siz şanslısınız.Tuğrulla böyle bir sorununuz yok. Hem olsa da siz bu sorunun üstesinden gelecek kapasisetesiniz.
- Bey Beyimle, Tuğrulla bu sorunu yaşamayalım diye tedbir aldık.
Demek ‘’ Kaydşley biybiyini kıskanıyoy’’ Annemle babam ben kiskanmayayim diye tedbiy almış. Tedbiy ne? Bana niye tedbiy almışlay? Banana almışlaysa benim niye habeyim yok? Yoksa tedbiy kaydeş mi? Yoksa ; geçen gün babam bana biy kopek almıştı. Tedbiy köpek mi? Babam , anneme:
- Nurdan, Tugrul kopeği ç:ok sevdi diyoydu. Kendimi tutamadım hem en bagıydim. Anne!Tedbiy ne?
- Gözünün körü..
- Bak işte benden saklıyoylay. Ögyenmemi istemi- yoylay. Bahama soysam oda yalan söyley. En iyisi ben Guhüzar Abla’ya soyayım. Anneme Gulüzar Abla’ya soyacagm diyemem ya.
- Anne! Ben kopeğimle oynayabiliy miyim? Annemin canıma minnet.
- Oyna yavrum, oyna.
Ben köpekle oynayayıyım o Şazimet teyzeyle gizli gizli konuşsun. Hemen fıyladım dışayıya koşa koşa vaydım Şazimet teyzenin evine. Hemen zili çaldım. Beni göyüyce Gülüzar abla şaşırdı:
- A!Tuğrul Ne oldu?
- Bişeycik olmadı Gülüzar abla. Ben sana tedbiy ne diye soymaya geldim.
- Bak Tugrul, tedbir; bir insan bir eyi yapacağı zaman kimse duymasın diye gizli yapar. Yaptığını da kimseye söylemez. Buna tedbir derler.
Zil çaldı, gelen Şazimet Teyzeydi. Beni göyüy göymez şaşıydı;
-Tuğrulcugum, sen burada mıydın? Haydi koş, anznen merak etmesin.
-Tamam azimet Teyze gidiyoyum. Bay! Giilizar Abla bay!
Ben çıkayken azimet Teyze ; " Ne sevimli şu çocuk. Böyle çocuk sevilmez mi? "dedi. Demek ki beni sevmeyenley vay. Annem sevmiyoy, babam sevmiyoy, belki başkalayi da sevmiyoy. Annem babam ben kiskanmayayim diye tedbiy almış, sonya saklamış. iyi ama bu tedbiy kardeşse hiç mi ağlamaz. Ben sesini niye duyamıyoyum. B enim bildiğim bebekley aglaydi. Demek ki bu kaydeş bebek değil. Benden büyük. Benden büyük olduğu için de annem babam onu dinliyiyoy, onu seviyoy. Evin hey biy yayını ayıyoyum. Annem soyuyoy:
- Evladım ne arıyorsun?
(Kaydeş ayıyoyum diyemem ya.)
- Oyuncaklayımı ayıyoyum.
- İşte ouyncakların.
- Olsun ben başkasını arıyorum.
Dolabı boşaltıyorum annem bağırıyoy:
- Evladım dağıtma! Oraları yeni topladım.
Olsun ben dagıtıyoyum. Ama bulamıyoyum ki. Akşam babam eve geliyoy:
- Nurdan bu ne hal? Ev savaş alanına dönmüş.
- Bugün Tuğrul’un huysuzluğu üstündeydi. Bir şeyler yapmaya çalışıyor anlamadım.
Babam anneme göz etti. Odaya çekildiley. Kapıyı kapattılay.Bunlay gizli konuşacaklay. Tedbiy alıyoylay. Ben her şeyi ögeyndim habeyleyi yok
Nasıl olduysa, ne zaman uduysam uyumuşum. Sbah annem babama:
- Suat, Tuğrul sabaha kadar ‘’ Tedbir, tedbir’’ diye sayıkladı. ‘’ Ben kardeş istemem’’ diyor. Sabaha kadar buram buram ter döktü. Bu çocuk kâbus görüyor. Bir kurşun mu döktürsek?
- Nurdan mantıklı bir şey düşün. Hem bunları çocuğun yanında konuşma.
Bunlar beni hiç biy şey anlamaz snıyoylar. Sanıyoylay ki mama yer uyuy. Uyanıy oyuncakla oynay. Yoyuluy uyuy.Uyanıy mama yey Oyuncakla oynay. Başka heç biy şey bilmez. Akıllayınca yine tedbiy alacaklay. ‘’ Çucuk duymasın.’’ Çocuk duydu bile habeyleyi yok. ‘’ Kurşun dökmek’’ dediley. Benim bildiğim kurşun dökülmez sıkılıy. Bunlar ben anlamayayım diye öle diyiyoyulay. ‘’ Kurşun döktürelim’’ Demek bunlar dökmeyecek döktüyecekley. Kurşun sıkmayacaklay sıktıyacaklay. Kafama kurşun sıktıyacaklay. Ben öleceğim. İyi ama beni niye öldüysünler?
‘’ Çocuk kaydeşini kıskanır’’ Demek ki beni kıskanan biy kaydeşim var. O ölmemi istiyoy. O ölmemi istedi diye de annem beni kuşunlatacak. Göyüysünüz siz ben de tedbiy alcağım. Sokağa çıkmayacağım. Sokağa çıkayacaklay, o kaydeşim olacak hain benimle oyun oynayacak. Körebe oynayacak. Benim gözleyimi bağlayacak. Ben göyemeyeceğim.nSonra ‘’ Dank, dan!’’kuyşun sıkacak. Önce ayağımı kıyacak, sonrakafamı kıyacak. Ayağı kıyılan, kafası kıyılan ne oluy? Ölüy, ölüy! Ama ben ölmeyceğim. Tedbiy alacağım.Öldüyemeyecekley, öldüyemeyecekley!
Akşam olmuş. Babam öyle diyoy. Babam biiy yandan annemle konuşuyoy biy yandan mamasınıyiyoy. Annem’’ Acele etme!’’ diyor, babam’’ Acele etmezsem servise yetişemeyeceğim’’ diyoy. Servise yetişemezse işe geç kalıymış. İşe geç kalıysa işten atılıymış. Ama ben iş ne bilmem, işten atılmak ne bilmem. Mamayı biliyim, oyuncaklayımla oynamayı biliyim, tedbiy ne onu biliyim, kaydeşi biliyim. Babam işten atılıysa bana oyuncak alamazmız. Almasın istemem. Beni kuşunlatmasın, bana kaydeş almasın yazıyım. Aytık oyuncak almadığı zaman heç ağlamayacağım. Ben büyüdüm. Ben tedbiy ne öğrendim.
Babam işe gediyoy. Annemi öpüyoy. ‘’ Hoşca kal.’’ diyoy. Giderken anneme:
- Sen Tuğrul’a bir şey belli etme. Üstüne de fazla varma, diyoy.
‘’Tuğrul’a bir şey belli etme!’’ demek ki benden bunlar benden biy şey saklamaya devam ediyoy. Bu da kuyşun sıktıyacaklayı. Bunu gizli yapmak istiyoylar. Gizli yapacaklay ki ben kaçamayacağım. Ben çoktan ögyendim habeleyi yok. Ben de tedbiy alacağım. Öldüyemeyecekler! Ben büyüdüm aytık.
Annem her günkü gibi geçiyor televizyonun kayşısına. Biy anne çocuğunu sokağa bıyakmış. Televizyonda biy teyze öyle diyoy. Annem:
- Böyle çocuk sokağa bırakılır mı? Ne kadar güzel çocuk. Ne anneler var…
Ben çiykin miyim? Beni niye sevmiyoylay? Madem televizyondaki anne kötü benim annem iyi ise beni niye sevmiyoy?
Biy anne çocuğunu dövmüş, gözlerini şişirmiş. Televizyonda biy teyze öyle söylüyoy.
Annem:
- Çocuklar dövülür mü? Kurşunlayacaksın böylelerini. Demek annem beni sokağa çıkaymayacak. Dövmeyecek, gözümü şişiymeyecek. Kuyşun sıktıyacak, ayağımı kıydıyacak, kaynımı kıydıyacak, kafamı kıydıyacak. Ben öleceğim. Beni biy poşete koyup çöpe atacak. B eni kediley yiyecek.n Ama ben kedileyden çook koykayım. Canım yanay. Beni kediley yemesin! Beni çöpe atmasınlar! Beni kuyşunlatmasınlay!
Odama geçiyoyum. Koykuyoyum. Çaye ayıyorum. Ama ben çayeyi bilmiyoyum ki. Oyuncaklayımla oynamayı biliyoyum. Tedbiyi biliyoyum. Başlıyoyum oyuncaklayımla oynamaya. Canım sıklıyoy. Başka oyuncak ayıyoyum. Kocaman biy kaba su koyuyoyum başlıyoyum öydeyimi yüzdürmeye. Öydek elimi ısıymıyoy. Beni dinliyoy. ‘’ Git!’’ diyoyum gidiyoy. ‘’ Duy!’’ diyoyum duyuyor. Öydek beni çook seviyoy. Öydeğime şaka yapıyoyum. Koykutmak istiyoyum. Suyu döküyoyum yeye. O an kapı açılıyoy.
Annem:
- Tuğrul! Tuğrul!
- Eyvah kuşun mu? Ben kuyşundan koykuyoyum. Ben ölmekten koykuyoyum.!
- A benim yavrum , o kurşun değil su.Ne yaptın canım halıyı? Baban gelince sana kızar. Bunun hesabını sana sorar.
Demek bunlay kuyşunlatacaklar. Bahane ayıyoylar. Buldulay biy bahane. Yoksa beni akşama mı kuşunlatacaklay? Akşama kuyşunlatılacaklaysa eve giyene dikkat etmeliyim. Tedbiy almalıyım. Eve tehlikeli biyi giyeyse camdan ‘’Pır’’ uçmalıyım. Kapı zili çaldığı zaman kulağım kapı zilinde. Gözüm kapıda. Penceyeye yakın otuyuyoyum. Odamın kapısı açık.Dış kapıyı göyebiliyoyum. Kulağım kapı zilinde gözümün biri dış kapıda biri sokakta. Sokaktan gelen şüpeliyi göymeliyim. Bizim eve hey yaklaşana dikkatli bakıyoyum. Pencerede kocaman biy saksı var. Ben kaldıyabiliyoyum çünkü ben büyüdüm. Şüpheli birini göyüysem kafasına ‘’Güm!’’ diye atacağım.
Biyi geliyoy. Kocaman biy ceket giymiş.Ceketi kafasına giymiş. Ya manyak ya tanınmayacak. Ama ben tanıyoyum. Şüpheli hem de bani kuyşunlayacak olanın ta kendisi. Hızlı hızlı koşuyoy. Sağa sola bakıyor. Niye? Yakalanmayacak. Uyanık görürsün sen.
Biy sağa bakıyoy biy sola. Yoksa, yoksa evi mi şaşırdı? Oh, bulamıyor bizi. Şükür beni öldüyemeyecek.
Eyvah! Tam da bizim evin önünde. Çebinden biy şey ayıyoy. Kurşun, kurşun! Eyvah! Beni öldüyecek. Saksıyı tuttuğum gibi ‘’ Güm’’ fıylatıyoyum kafasına. Çocuk yeye düşüyoy. Çocuk yeyden çabalaya çabalaya kalkiyor, biy eliyle kanayan kafasını tutuyoy, biy eliyle gofyet yiyoy. Meğer çocuk bakkaldan gofyet çalmış. Onun için sağına soluna bakarak kaçıyormuş..
Koykak çocuk başını tuta tuta koşmaya başladı. Bakkal yakalayacak diye kaçıyoy. Ben olsam kokmazdım. Ben büyüdüm.
Akşam olmuş babam eve geldi. Babam eve gelince akşam oluyoymuş. Öle diyoyulay. Annem beni şikâyete başladı:
- Suat, Tuğrul hırçınlaştı buna acil bir çare bulalım.
- Yine ne yaptı?
- Leğene suyu doldurdu odanın tam ortasına boşalttı. Halı su içinde kaldı. Odanın suyunu boşaltana kadar kan ter içinde kaldım.
- Sen meteorolijiyi kaçırma!
‘’ Meteoroliji, meteoroliji, meteorolijiyi kaçırma!’’ beni kaçıytmayacaklay. Meteorolojiye bekletekcekley.
Annem:
- Koş Suat Meteoroloji.
Televizyonda biy teyze: ‘’ İstanbul da sağanak yağmur var tedbir alın!’’ diyoy. Demek ki bunlar kaydeşimle televizyondan konuşuyoylay. Kaçıytmayın diyoylay. Kaçıytmayın tedbiy alın diyoylar.
Babam:
- Allah kahretsin.
Allah niye kahretsin. Bbam hazıylıksız ya da beni yağmuyda kuyşunlatamayacak. Niye? Ben yağmuyda dışayıya çıkmayacağım. Siz göyüysünüz. Güneşli günleyde de çıkmayacağım. Biy, iki, üç kaç gün sonya yağmuy duymuş. Ben üçten fazlasını sayamam ki.
Babam:
- Kalk oğlum, seni parka götüreceğim.
- Ben payka gitmem! Ben kuşun istemem! Ben kaydeş istemem, istemem!..
- 0ğlum ne kurşunu? Ne kardeşi, parka gideceğiz. Seni salıncakta sallayacağım. Sana çikilota alacağım.
- Ben salıncak istemem! Ben çilota istemeem!
Bbam niye payk istiyoy? Paykta biy sürü Çocuk vay. Ben kaydeşimin hangisi olduğunu bilemeyeceğim. Kaçamayacağım. Kaydeşim beni salıncakta sallayacak. Beni salıncaktan düşüyecek. Ayağımı kıyacak. Kaynımı kıyacak. Kafamı kıyacak. Babam beni denize atacak. Denizde kaynıma balıklay giyecek. Ben balıklaydan çok koykoyum. Balıklar kaynımı yiyecek, bağırsaklarımı yiyecek. Canım çook acıyacak. Ben ağlayacağım.
Babam:
- Oğlum sana ne oldu? Sen her gün’’ Baba beni parka götür.’’ Demiyor muydun?
Annem:
- Ben bir şey anladıysam Arap olayım.
Babam:
- Ben de Arap olayım.
Ben haykırıyoyum ‘’ Ben öydek olayım.’’
Babam:
- Tamam oğlum, parka gitmeyelim. Seninle biraz sohbet edelim. Önce bana sen niye‘’ Ördek olayım’’ dedin onu söyle.
- Öydek benim oyuncağım. Onunla oynuyoyum. O beni dinliyoy. O beni çook seviyoy.
- Yavrum, biz de seni dinliyoruz, biz de seni çok seviyoruz.
- Hayır, dinlemiyorsunuz, sevmiyorsunuz. Yalann.
- Tamam, şimdi dinleyeceğim. Bana seni üzen her şeyi anlat. Ördek seni dinleyemez. Seni sevemez. Sen öyle sanıyorsun. Ördek canlı değil. Ördek yemek yemez, insanlar gibi konuşamaz. İnsanlar istese de ördek olamaz. Bak sen konuşabiliyorsun. Üzülebiliyorsun. Bunları senin ördeğin yapamaz. Sen yaparsın çünkü sen ördek değilsin. Senin ördeğin sen olamaz sen de ördek olamazsın. Sen olsan olsan benim minicik kuşum yani yavrum olursun. Anladın mı canım oğlum.
- Ama baba ben sevinemiyoyum. Hep koykuyoyum.
- Korkman için sebep olmalı.
- Sebep biy süyüü…
- Nedir?
- Kurşun, meteyoloji, tedbiy, kaydeş…
- Kurşun, hangi kurşun?
- Annemin söylediği kuyşun. Hani şu bana sıktıyacağınız kuyşun.
- Bak oğlum, o kurşun senin kebi korkan üzülen kâbus geçiren geceleri sayıklayan çocuklara üzülmesin, korkmasın diye dua ederler. Başının üstünden demir gibi bir şeyi eriterek dökerler. Kurşun o kurşun.
- Ama baba, başıma kurşun dökerseniz benim başım yanay.
- İşte, ben de annene döktürmeyelim dedim.
- Canım babacığım!
‘’Babacığım’’ deyişim babamın hoşuna gitti. Bana sarıldı. Öptü, öptü… Bana ‘’ Bak oğlum, annen de ben de seni çok seviyoruz hem de çok.’’
Bütün anneler babalar öyle midir? Çocuklarını çok mu severler? Çocuklarını bağrına alıp koklarlar mı? Çocuk aklımla neley düşündüm neley…
Bama sordum:
- Peki babacığım! Televizyondaki teyze tedbiy alın deyince sen niye ‘’Allah kahretsin.’’ dedin?
- Dedim çünkü ‘’ Yağmur yağacak.’’ Dedi. Yağmur yağmasaydı annenle seni gezmeye götürecektim. En güzel yerleri gezdirecektim. Lokantada en sevdiğin yemekleri yedirecektim.
- Babacığım, ben de yağmur yağdığı için sokağa çıkmayınca beni öldüytemeyeceğini düşünerek kızdığını sandım.
- Bütün bunları düşünüp korkana kadar bana niye sormadın? Annene niye sormadın?
- Sizin yalan söyleyeceğinizi sandım.
- Bak oğlum, hiçbir anne baba asla ama asla çocuğuna yalan söylemez. Bırak yalan söylemeyi tırnağının ucuna bir şey gelse canlarından bir parça kopar.
- Metoyoji neydiy babacığım?
- Bak oğlum, doktor hastalıkları bilir, hasta olan çocuklara ilaç verir iyileştirir. Annen yemek yapmasını bilir, amcan araba tamir etmeyi, dayın mobilya yapmayı. Meteoroliji de ne zaman yağmur yağacağını ne zaman yağmayacağını. N e zaman soğuk olacağını bilir. Soğuk olacağı zaman önlem alın yani tedbir alın, ‘’ Çocuklarınızı üşütüp hasta etmeyin.’’ der.
- Meteoyoloji ne iyi amca. Çocukları çook seviyoy. Babamda beni seviyor, annem de beni seviyoy, ben de onlayı çook seviyoyum.
Seviyoyum.
Seviyoyum….
Çok seviyoyum.
Babam hem beni dinliyoy hep sarılıp öpüyoy. Arada biy annem öpüyoy. Annem bazen ağlıyoy neyie ağlıyoysa.
Ben babama soyuyoyum:
- Peki baba, çocuklay kaydeşini niye kıskaniylay?
- Bak oğlum, çocuklar belli bir yaşa kadar her şeyi doğru anlayamazlar. Yanlış anlarlar. Aynen senin yanlış anladığın gibi. Bilinçli anne babalar çocuğu anlayacak yaşa gelene kadar kardeş yapmazlar. Tedbir alırlar. Tedbir nedir şimdi anladın mı?
- Anladım. Hem de çook…
- Anlamana sevindim yavrum. Şimdi söyle bana Gülüzar Ablan gibi bir ablan olsa bilmediklerini ona sorsan iyi olur muydu?
- Hem de çok çook iyi oluydu babacığım.
- O zaman sen de ilerde olacak olan kardeşinin abisi olacaksın. Ona her şeyi sen anlatacaksın. O da seni çok sevecek.
Yaşasın! Benim kardeşim olacak. Ben onu çok seveceğim. Gülüzar ablam deli. O kardeşini hiç sevmiyor.
Gülüzar abla sen delisin deli. Hem de çook deli…
BÜLBüL ÇEŞMESİ
Kınalı bülbül bülbüllerin en yaşlısıydı. Kendince acıların en acısını, sevinçlerin en sevincini tatmıştı. Tehlikenin en kötüsünü bertaraf etmeyi bilmişti.
Bülbüllerin orkestra şefiydi. Kınalı bülbül ötmeden hiçbir bülbül ötmezdi. Bilirlerdi ki bir tehlike var. Kınalı bülbülün bir şakıması cümbüş alanına çevirirdi köşeleri bucakları… Kayalıklar, koyaklar, tepeler inlerdi. Hele seslerin kayalara, tepelere çarpıp yankıması ayrı bir ahenk katardı şakımalara..
O bülbüllerin olduğu gibi diğer kuşların da komutanı idi. Seherde ilk uçan o olurdu. Her konduğu tepe, taş çalı dibi diğer bülbüllere mevzi demekti. Onun konduğu her mevziye birerli, ikişerli, üçerli, onarlı bülbüller konardı. Her mevzide kısık sesle bir kez öterdi. O hep değişik yönlere, mevzilere dalışlar yapardı. Kuşluk vakti olduğu zaman yine her seherde konduğu her mevziye bir dalış yapardı. Daldığı her mevzide kısık sesle bir kez öterdi. B u ötüşler geri dönüş komutlarıydı.
Kınalı bülbülün kanat çırpışı, şakıması, başını kaldırması, başını indirmesi, yükselişi, alçalışı birer işaretti diğer bülbüllere. Hatta diğer kuşlara. Bu işaretle anlaşıyorlar, bu işaretlerle organize oluyorlardı. Onun içindir ki bütün bülbüllerin gözü Kınalı bülbülün kanadında, kulakları yanık sesindeydi.
Kınalı bülbül yaşlandığının bilincindeydi. Liderliğinden taviz vermeden ölmeyi planlıyordu. Bahara son palazlarını yumurtadan çıkartacak, uçuşa hazırlayacak, uçuş hünerlerini, ötüş nağmelerini, doğada kalma mücadelelerinin en ince ayrıntılarını bir bir paylaşacaktı. Tepelerde dalış yapıp başaklarını gagaladığı bağrı yanık köylülere son türküsünü, ağıdını şakıyacak gönül rahatlığı ile gözlerini yumacaktı.
Yıl 1915, aylardan Şubat, kayalıklar beyaz gelinlik içerisinde. Yeşillikler beyaz kefene bürülü.. Yiyecek taş diplerinde çürümeye yüz tutmuş birkaç palamut, birkaç sedir çekirdeği bulundu mu su niyetine bir gagalık kar tanesi yeterli. Sonra çekil tüneğe dal derin hayallere… Bunu yapıyordu Kınalı bülbül.
Gece karanlığı avcının ayak sesi, patlayan bir silahı binde bir görülürdü. Gece uykusunu bölmeden yaşayıp ölen binlerce, milyonlarca kuş vardı. Binde bir tehlike bir kulak kabartmayla atlatılırdı hep. Ya da bir ayak değiştirmeyle…
Beklemedik, duyulmadık bir gürültü. Ardı arkası kesilmeyen hiç duyulmadık bir gürültü. Tüneği terk ettiren bir gürültü. Gök yarıldı yere düştü dedirten bir gürültü.
Barut kokusu sarmış
Yerin derinliklerini
Semanın ufuklarını
Kuşlar çığlık çığlığa…
Börtü böcek çaresiz
Kanat vuruşlar faydasız
Ötüşler soluk soluğa
Nağmesiz
Yer gök inim inim inliyor
Yarılıyor toprak inim inim
-
Çatlıyor taşlar inim inim
Cehennem ateşi sarmış dağ bayır
Yanıp tuşuyor yer gök
Olsa olsa ‘’Mahşer’’ denir buna
Başka söz az gelir
Uçuşlar benzemiyordu önceki uçuşlara. Peşinden gelen yoktu. Uçuş düzeni karma karışık. Belir yöne uçuşlar, uçuşlar… Çığlıklar çığlık çığlığa, top sesleri ile yarışırcasına… Kanat çırpışlar Makineli tüfekle yarışırcasına..
Bu çığlıklar, bu kanat çırpışlar tehlike alarmı demekti. Bu alarmlar alarmların hiç görülmemişiydi. Olsa olsa kıyamet alarmı böyle olurdu. Kıyamet çoktan kopmuştu.
Kınalı bülbül anlam veremedi olup bitenlere. Gökyüzü alev alev yanıyordu. Tepeleri dövüyordu top mermileri davul tokmağı gibi… Yer gök inliyordu inim inim…
Tütmeyen ne bir ağaç dalı vardı ne bir taş başı konabilsin. Çaresiz kanat çırptı sabahın il aydınlığına kadar. Seherde yer yüzünü şöyle bir süzdü keskin gözleriyle… Gördükleri şaşırtıcıydı. Eli silahlı avcı olarak bildikleri kuş değil insan vuruyordu hem de tek tek değil sürü sürü… Dağları taşları yerle bir ediyordu her atış. Her mermi gökleri delmeye çalışıyordu. Gökyüzü alev alev… Barut kör duman kokusu sinmiş dağ bayıra.
Kınalı bülbülün gözleri bir teleskop kadar keskindi. Bir bakışta onlarca yüksekten hem avını hem düşmanını görebiliyordu. Bir Kertenkeleyi, yılanı, koşan askeri aynı netlikte görebiliyordu. Koşuşan askerin binlerce katı idi börtü böcek… Binlerce katıydı çığlık çığlığa uçuşan kuşlar.
Kınalı bülbül anladı ki garip bir şeyler oluyor. Artık vakit avlanma vakti değil anlama vaktiydi olan biteni.
Kınalı bülbül ilk iş gündüzleri tünediği dağ başındaki yaşlı meşe ağacına baktı. Yanıyordu meşe alevler içinde kül olmuştu çoktan ince dallar. Direnen bir kuru gövdesi… Bir kralın yüce sarayı yerle bir olsa yıkılmazdı kral Kınalı bülbül kadar. Yıkıldı Kınalı bülbül…
Bir ümit Settülbahir tepesine yöneldi. Mümkün olsaydı tek kanat çırpışta varacaktı. Settülbahir tepesi tehlikelerde barındığı en güvenli sığınaktı. Kayalık tüneği oracıktaydı. Üç saniye, beş saniye varabildi kayalığa. Kayalık kara bulutlara gömülü ara da bul bulabilirsen. Göz gözü görmüyordu tüneği seçmesi kolay olmadı. Tüneğin yerinde yeller esiyordu. Taşlar oynamıştı yerinden. Parçacıklar koptu Kınalı bülbülün yüreğinden yuvarlandı taşlar gibi tepeden aşağıya derenin çukuruna. Çukurda daldı derin uykuya, derin rüyaya…
Rüyasında insanlarla dost olmuştu. İnsanlar müptelası değildi gram etinin. Öldürmüyorlardı. Kanadını okşuyarlardı, su veriyorlardı avuçlarında.
Uzun sürmedi uykusu. Göz açıp göz yummada uyandı rüyadan.
İrkildi, kendindeydi. Kanatlarını çırpabiliyordu. Demek ki uçabilecek güçteydi daha. Uçmalıydı. Uçmalıydı olup biteni anlayana kadar. Ölmemeliydi olup biteni anlamadan. Yerine getirmeliydi son arzusunu.
Kanatlandı. Hedef Maydos eteklerindeki sulandığı pınarın başı. Bir damlacık su içecek kendine gelecekti.
Pınar yoktu yerinde. Koca bir hendek oluşmuştu yerinde. Solar yarığın diplerine çekilmişti.
Kanatlandı yükseldi çaresiz. Güvenli bir sığınak bulmalıydı kendine. Gücünü toparladı.
Conkbayır’ın tepesine yükseldi. Süzdü tepeden. Turaladı turaladı süzdü… Tepenin arlkayüzünde koşmayan birkaç insan vardı. Demek ki burada tehlike yoktu. Güvenli liman burası olmalıydı. Sığınmalıydı bu limana. Hemen inişe geçti. Alçaldı, alçaldı. Askerin beş on adım gerisine geldiğinde durakladı. Askerin tepkisini ölçmek için kakasını bıraktı askerin tepesine. Tepki vermedi asker. Uğur sayılırdı bir kuşun başa işemesi. Hele işeyen bir de bülbülse durum başka sayılırdı. Çünkü bülbülün bu kadar insana yaklaşması görülmüş bir şey değildi. Bu olsa olsa bir hayır alametiydi.
Kınalı bülbül askerin omzuna kondu. Asker Çankırılı Mehmet Onbaşı. Asker ocağına gelene kadar karıncayı bile incittiği görülmemişti. Asker ocağında vatan sevdasına tetik çekip yere serdiği düşman erlerinin çetelesini tutmaya fırsat bulamamıştı.
Onbaşı Mehmet aldı Kınalı bülbülü eline, okşadı kanadını, öptü gagasını. Bir damla su verdi avucunda matarasının dibinde kalan son damladan. Göz göze geldi Kınalı bülbüle ana oğul sıcağında. Mehmet Onbaşı en son bu kadar yakından, bu kadar sıcak, bu kadar içten bakışı yavuklusunda görmüştü. Bir an gözler yavuklunun hareli gözlerinde geldi gitti… Farkında olmadan elleri ceplerine gitti. Bülbüle yedirecek bir şeyler arıyordu. Bulamadı. Çantasını- adı çanta- torbasını açtı karıştırdı. Bulamadı bir şey. Son çare çantasını ters çevirip çırptı. Döküldü bir avucu doldurmasa da bir gagayı dolduracak ekmek kırıntısı. Sundu Kınalısına. Doydu Kınalı fazlasıyla. Teşekkür edercesine baktı kınalı gözlerle. Öpercesine açtı kapadı gagasını defalarca, defalarca… Belki de konuşuyordu kendince. Kim bilir ne söyledi kendince. Belki de adına yıllar sonra destan denilecek ‘’ Çanakkale’nin Destanı’’ nı söyledi.
Kınalı bülbül bir an kendini Onbaşı Mehmet’in yerine koydu. Unuttu Kuşluğunu. Sarıldı silaha. Silah yerinden oynamıyor, boyu boyundan kat be kat büyük. Ne buğday tanesi ağırlığında ne susam tanesi… Anladı ki Kendisi bir kuş. Gördükleri bir rüya.
Yok, yok bu bir rüya olmamalıydı. İnsanların yaptıklarını yapamasa da insanlara yardım edecek bir şeyler olmalıydı. İnsanlar artık ayak sesinden, soluğundan hissedip kaçtığı avcılar değildi. Kanatlarını okşuyorlardı. Avuçlarında yiyecek veriyorlardı.
Kınalı bülbül düşündü ki bir tepeyi en çevik askerden daha çabuk aşabiliyor. Düşmandan daha çabuk kaçabiliyor. Kendisinin mektup taşıyan güvercinden fazlası var eksiği yoktu. Kuş olarak da yapacağı çok şey vardı fazlasıyla.
Mehmet Onbaşı yastık olarak yassı bir taş kullanıyordu. Kınalı bülbülün güzünden kaçmadı. Yuva yapışları gözünün önüne geldi. Bir yastık yapmak yuva yapmaktan zor olmamalıydı. Yuvayı ağacın dallarına konduruyordu. Taşların oyuğuna. Hiçbir yuvada düşmemiştin en şiddetli fırtınalarda. Hemen harekete geçti. Kanatlandı yükseldi, alçaldı tepelerin eteğindeki fundalıklara. Yuva yapmak için neleri topladığını anımsadı. Dolaştı çalılıkların diplerini, kondu dallarına tek tek. Kuş tüylerini topladı.Taşıdı çadıra. Kurumuş çayır çimen, lif. Çalılara takılan elbise yırtıkları… Getirdi yığdı çayıra. Yuva yapar gibi çulha dour gibi dizdi ince ince işledi nakış nakış. Yuvaya benzemedi elbet benzedi yastığa. Benzedi hem de en alasına.
Nöbetten yorgun dönen Mehmet Onbaşı uzanmak istedi yatağına. O da ne? Kaya parçası olmuş kuş tüyü yastık. Sihirli bir el değmişti kaya parçasına. Gözlerine inanamadı Mehmet Onbaşı. Gördüklerini hayra yordu, düşe yordu, ermişlerin lutruna yordu. Koydu başının altına. Sıcak, yumuşacık yastıkta yatmayalı aylar, yıllar olmuştu. Daldı derin uykulara… Derin rüyaya… Uyandı hazırlandı apar topar, Koştu üç beş nöbetine. Nöbeti devraldığı İsmail’e anlattı gördüklerini, yaşadıklarını üç beş saniyede. İsmail Mehmet’ten şaşkın olan bitene…
Seherde geçti avcı çukurunda silahının başına. Fırsat buldukça çekti tetiği Fırsat buldukça çukurdan başını kaldırıp hedefe bakması mucizeydi. Yağan mermiler yağan dolu tanesi yoğunluğunda… Onca kurşunun altından sağ çıkmak bir gün bir saat değil bir saniye mucizeydi. Her asker yaşadığı gecenin sabahı olmayacağına olursa güneşin doğmayacağına inanırdı. Gündüzler de ömürlerinin son günü olduğuna inanırdı. Akşama sağ çıkmayı, akşamı görebilmeyi, yastığa baş koyabilmeyi hayal bile etmiyorlardı.
O gün de çadırına sağ salim geri gelebilmişti. Çadırda bekleyen yeni bir mucize kuş tüyünden döşek serilmişti. Şaşkınlıklar, sevinçler içinde geçen bir gece…
Yaşadıklarını birine anlattı Mehmet Onbaşı. Biri binine… Anlatılanlar bir efsane olup yayıldı kulaktan kulağa. Duyan girdi mucize beklentisine. Çalı sesine, kuş sesine bin bir ümitle baktı.
Kınalı bülbül duyuyordu anlatılanları. Mutlu da oluyordu en az şakıdığı günler kadar. Yapıklarına her gün bir yenisini, bir yenisini daha eklemek istiyordu. Bir saniyesi boşa geçmiyordu.
Artık düşmana, dostta aşina olmuştu. Dostu, düşmanı tanıyabiliyor, hissedebiliyordu. Conkbayır’ın tepesindeki gülden aşina olduğu al bayrak. Tepenin doğu yamacında Mehmet Onbaşı’nın birliği, batısında düşman birliği.
Kınalı bülbül seherde ilk kalkan, ilk harekete geçendi. Çevrenin ilk teftişini o yapardı.
O gün ilk teftiş tepede yer alan al bayrak olmuştu. Bayrağın dalgalanışını kanat çırpışı ile özleşleştirirdi. Bayrakla yarıştığı günler bile olmuştu. Bu defa bayrak dalgalanmıyordu. Direğin başında birinin avuçlarında bürülüydü. Bürülen sanki kanatlarıydı, yüreğiydi. Yüreği acıyı hissetti.
Bir ok, bir şimşek gibi fırladı, yükseldi yerinden. Kondu direğin tepesine. Kendisine yöneldi yuvasından fırlamaya hazır iki göz. Bir dalış, bir pike. Gözün birini çıkardı. Düştü direkten dibine tek göz. Kanat çırptı bayrak sanki semaya erercesine…
Kınalı çöktü yerde yatanın ensesine bir kahraman edasıyla çıkardı öbür gözünü. Yetmedi eşeledi mide bağırsak ne varsa. Geriye kalan it artığı, kuzgun leşi..
Manzarayı ilk gören devriye subayı oldu. Şaşırdı gördüklerine. Bir efsane yayıldı yine kulaktan kulağa.
Kınalı bülbül denetimci olmuştu bir nevi. Cephe, sığınak, nöbet noktası dolaşırdı kanat kanat. Mavzeri başında uyuyor biri Hemen uyandırmalıydı. Biliyordu artık nöbette uyunmaz. Alçaldı, enseden bir gaga, sırttan bir gaga. Kanatlandı yükseldi. Kendine gelen asker bakındı sağına soluna. Göremedi hiçbir şey. Azrail çarpmışa dönmüştü. Anlatıldı dolaştı dilden dile bir efsane.
Ulgardere boyunda Kilitbahir’e ulaşmak isteyen atlı birlik kayalıklarla karşılaşınca atları bırakıp kayalara tırmana tırmana yol arıyordu. Nefes nefese kalan erler generalden dinlenme izni istiyorlardı.
Mavi gözlü dev general:
- Sizin bir dakikalık dinlenmeniz sonucu koskoca bir millet ömür boyu hürriyet zevkinden mahrum kalacak. Sizin bir dakikalık canınızı dişinize takmanız sonucu ömür boyu hürriyet zevkini tadacak. Kaybedecek bir dakikalık zamanımız yok. Hiç birinizin ağzından yorgunluk sözünü duymayacağım.
Askerler çaresiz. Dermanı olan yürüyor. Dermanı olan sürünüyor. Dermanı olmayan yığılıp kalıyor olduğu yere. Askerlerin çaresizliğini gören general askerlere 10 dakikalık dinlenme izni verir.Kendisi Conkbayırı’nın tepesine tırmanır tepenin arkasında olan biteni gözetlemeye. Bir de ne görsün161.Tepe Nöbet Eri kaçıyor. Düşman peşinde. Düşman ere kendi birliğinden daha yakın. General çaresiz… Kendi birliğini düşman karşısına dikmeye zaman el vermiyor. Birden dehasının getirdiği içgüdüsel tepkisiyle ağzından tarihe geçen sözü dökülüverir ‘’ Ben size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum.’’
Askere yat emrini verdi. Asker yattı yere. Düşman şaşkoloz. Dikildi kaldı olduğu yere ve General şu sözü söyledi ‘’ Anladım ki savaş vuruşarak kazanılmıyor. Savaş bir komutanın ağzında çıkacak tek bir söze bağlı. Söylediğim söze ben de şaşırdım. Düşünerek mi söyledim yoksa içgüdüsel ağzımdan mı çıktı?’’
İki er ölene kadar Kınalı bülbül uçurdu haberi kanadında 57. Alay’a. 57. Alay’ın gelmesi uzun sürmedi.
Gelen gördü düşman bir süngü mesafesinden yakın. Ölüm kaçınılmaz. Sırası gelen atıldı ölüme.
Düşman süngü mesafesi, kaş göz aralığı
Sırası gelen atlıyordu ölüme Allah Allah sesiyle
Gülüyordu gözler, yüzde tatlı tebessüm
Biliyorlardı ki vatan harcıydı benleri
Öldü 57. Alay topyekûn
Yükseldi 261 rakımlı tepe
Yükseldi Kocatepe, Kumtepe
Vuruldu kimliği belirsiz Anzak erleri
Doldu taştı Ulgardere, Ağıldere
Akan düşman kanı seli
Güneş yeniden doğdu sabaha. Haber çoktan uçtu kuşun kanadında bağrı yanık analara. Sevinç gözyaşına boğuluyordu analar, eli kınalı gelinler, ağzı süt kokan bebeler…
‘’ Gözyaşı sicim sicim. Toplanır dağılır kara bulut. Kızarır mermi kızıllığında umut. Yarınlara yol olur kara günler’’
57. Alay’dan sağ kanlan general, vadide, tepelerde bir uçtan bir uca sıralanmış ölmüş bedenler gördü sıra sıra… Tek tek okşadı başlarını, yanaklarını. Dinledi kalp atışlarını. Atıyordu birinin kalbi, sıcacıktı bedeni. Sim siyah bir yüz, yüzünde tatlı bir tebessüm… Üzerinde var yok bir elbise. Tek düğmesiyle kapatmaya çalışmıştı koca bağrını. Bağrının yarısı açıkta. Düğüm düğüm bir ip tutuyordu pantolonunu. Pantolonunun dizden aşağısı yok. Arkasında açılmış koca bir pencere.
Kınalı bir çukur yalağından yutkundu bir iki damlacık su. Damlattı baygın askerin yüzüne. Işıladı gözler, dans edercesine harekete geçti kirpikler… Kendine geldiğinde hissetti yüzündeki ıslaklığı. Bakındı sağına, soluna sağı solu boylu boyunca yığılı şehit bedeni. Sanki baygın geçirdiği süre uzunca bir süreydi. Ölmüş tekrar dirilmişti. Olabilir miydi bunlar? Anlamaya çalıştı. Yüzündeki ıslaklık bir nurun belirtisi miydi? Sorular. Sorular… Cevap bulamadı hiç birine. Yaşadıklarına anlam veremedi. Yine bir efsanedir yayıldı dilden dile. İşiitildi kulaktan kulağa.
Güneş tepenin üzerinde tutunmaya çalışıyordu. Tutunamamış olmalı ki aştı birden tepenin ardına. Ağır ağır çekiliyordu karanlığın perdesi. Yöneldi çadıra Kınalı bülbül. Vadi boyunca süzüldü. Vadinin sonunda tepeye tırmanan çadırına giden Onbaşı Mehmet hiçbir şeyden habersiz sağ kalmanın mutluluğunu yaşıyordu. Karşı tepede kendisine yönelik bir namlu, namluyu çekmeye hazır bir el. Yabancı değildi Kınalı bülbül namluya. Birkaç kez avcıda görmüş kurtarmıştı canını. Binlerce düşmanda görmüş binlercesi kurtaramamıştı canını. Birkaç saniyede bir şey yapmazsa Mehmet onbaşı da kurtaramayacaktı canını. Kaybedecek zaman yoktu. Hemen alçaldı, gagasına aldı vücudundan büyükçe bir taş yükseldi makineli kanat çırpışlarda. Bir daire çizdi düşman çevresinde. Belirledi ortasını. Orta hedefti. Kaş göz arpacık bıraktı taşı. Hedef tam isabet. Namlu elden, kan oluk oluk bedenden.Düşman eri düştü yere, yuvarlandı, yuvarlandı tepeden aşağıya. Sandı Mehmet Onbaşı kovalıyor birileri başladı koşmaya. Yakalandı omzundan Kınalı bülbüle. Duraksadı, farkında olmadan bakındı gerisine.
Namlu yastık kanlar içinde boylu boyunca yatıyor teni tenine, saçı saçına benzemeyen bir düşman eri. Namlusu bile benzemiyor kendi namlusuna. Belki kendisini öldürecekti belki de kendisi onu. Yine de üzüldü. Yaklaştı, eğildi okşadı, öptü yanağını. Acıma, üzülme duygularını düşmandan kaçarken hiç ama hiç hissetmemişti. Hissettiği kin, nefret dugularıydı. Gücü yetse tek kurşunda öldürmek istiyordu hepsini. S ilahını önceleri hep bin bir iştahla çekmişti. Öldürdüklerini görmeden sevinmişti öldürdüklerine. Hiç düşünmemişti ölenlerin neler hissettiklerini. Bir düşmanı ilk defa bu kadar yakından görebilmişti. Uzun uzun baktı elleri ellerine benziyordu. Ayakları ayağına. Bir saçlarının rengi farklıydı. Acaba onunda yolunu bekleyen biri var mıydı? ‘’ Baba diyemeyen, diyemeyecek olan bir yavrusu var mıydı? O gece hiç uyumadı. Sorular, sorular…
Sabahın ilk ışığında bir emirle söktü çadırını sebebini bilmeden. Nere gittiğini bilmeden koyuldu yoluna.
Seherde Kınalı bülbül şakımalar işitti. Şaşırdı… Bülbüller susalı aylar olmuştu. Yabancılaşmıştı şakımalara. Kondu taşlara. Uçtu kondu dallara. Tepelere bakındı çadırlar sökülmüş. Bir sessizlik çökmüş ovalara bayırlara. Dağlar saki ‘’ Biz buradayız!’’ dercesine sıralanmış. Sessizliği doldurmaya çalışıyor eski ahengini yitirmiş birkaç bülbül sesi. Tek ahengini yitirmeyen tepelerdeki bayrak. Hatta eskisinden daha ahenkli daha dalgalı.Daha istekli.
Silahlar susmuş, kuş cıvıltıları, su şırıltıları nöbeti devralmıştı. Karanlığın perdeleri aralanmış ışımıştı gökyüzü. Bulut boyanmıştı maviye, gül oturmuştu tomurcuğa.
Gezindi Kınalı bülbül arada bir dere, tepe. Şakıdı arada bir. Gezinmenin de eski tadı yoktu, şakımanın da. Yaşadıkları unutturmuştu bütün tatları. Unutturmuştu bütün bildiklerini. Bütün bunların üstüne bir de Mehmet Onbaşının yüklediği ayrılık yükü dayanmasını zorluyordu.
Taşların başında suskunluğa büründü akşama kadar. Bir ağıt bile şakımadan kuytu bir köşecikte tünedi. Seheri düşünmedi.
Ertesi gün kendine kayalıklarda pınara yakın bir tünek belirledi.Arada bir şakıladı. Arada bir eşlik etti diğer bülbüllere eskisi kadar olmasa da. Uçuşlar, şakımalar, bülbüllerin yakınlığı Mehmet Onbaşı’nın sıcaklığını hissettirmiyordu.
Havalar ısınmıştı. Ekinler yeşerdi. Dolaştı her ekeneği. Kokladı, kopardı birer yaparak. Yapraklar da eski tadı vermiyordu. Taşların başına kondu. Süzdü dağ tepe, süzdü ova bayır, dere düzlük.
Arada bir şakımak istedi. Boğazına düğümlendi nağmeler. Sustu…
Temmuz sıcağında ekinlerin başağı altın rengi. Hasadın telaşı, hasadın umudu, mutluluğu. Ekin saplarının hışırtısı, orak sesleri geçen yılların seslerini çağrıştırır. Tırpan, orak sesleri trampet temposunda.
Aşka geldi kınalı bülbül şakıdı akşama kadar en yanık ağıtları şakıdı durmadan… Sabaha kadar susmadı. Hayra yorulmazdı bir köpeğin sürekli uluması. Bu düşündürmedi değil. Düşünenler hep hayırlısını diledi Allah’tan.
Ertesi gün avcı Hüseyin ölüsünü buldu pınar başında. Hemen ilk görüşte tanıdı. Yakından tanımıştı birkaç kez. İğnenin deliğinden kurşunu geçiren Hüseyin öldürmemişti her karşılaştığında. Kınalı bülbülün o köyde yanık sesini duymayan yoktu. Avcı Hüseyin de yanık sesine hayran olanlardandı. Kınalı bülbülü kanadından tutup aldı eline. Okşadı kanadını, öptü gagasını. Öpe öpe götürdü evine. Sabah muhtarı buldu, buldu birkaç köyün ileri gelenini. Konuştu uzun uzun. El açıp yalvardı. Kınalının adına bir çeşme yapılacaktı tek isteği. Sonunda anlaşmaya varıldı. Toplanıldı gidildi pınar başına. Taşlar kesildi. Taşlar yontuldu. Taşlar dizildi. Kınalının resmi çizildi. Yapıldı bir çeşme.
Adı yazıldı Çeşmenin ‘’ Bülbül Çeşmesi’’
Bülbül çeşmesinin akan her damlası kaç efsane anlattı, kaç destan yazdı o günden bugüne. Bu günden yarına.
Kimi suyundan içti bilmeden. Kimi duasını okudu. ‘’ Bülbül Çeşmesi’’ kimleri sulamadı ki…