- 614 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
630 – UÇURTMA
Onur BİLGE
“Uçurtma,
Kaptan uçurtma örneğiyle bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor. O bile bana seni hatırlatıyor. Seni uçurtma yapar gibi emek emek işlediğimi, özenle süslediğimi, sonra da göklerle saldığımı düşünüyorum. Bana hep uzaklardan bakmak düştüğü için hüznüme hüzün ekleniyor. Kederim katlanıyor.
Çıtalarla destekledim, şeytanlı gibi bırakıvermedim seni onca hengâmenin içine. Buna rağmen akıbetinden endişeliyim. İpin ucu geçti bir soysuzun eline… Ondan da başka bir avarenin eline… Yapabileceğim bir şey kalmadı artık. Şimdi beklemeye geçtim ilenmeden. Aksine dualarla… Bakalım ne zaman kıracaksın ipi! Bakalım ne zaman takla atmaya başlayacak, burun üstü yere çakılacaksın! Bakalım kimler yağmalayacak seni! Kimler kapacak ipini? Kimlerin elinde kalacaksın, o harap halinle? Kasnağın kırılmış, kâğıdın parçalanmış. En önemlisi, terazinin ayarı kaçmış olacak. O güzel zülüflerini kim okşayacak?
Ey benim kudretten sürmeli gözlüm! Sen bu hallere gelecek kız mıydın! Onca nasihatle bezemedim mi ben seni! Onca öğüt boşa mı gitti! Özgürlük arzusu hoşa mı gitti?
Gözlerimin önüne geliyorsun da paramparça bir uçurtma gibi… Her bir parçan birinin elinde… Gideceğin son yer çöp tenekesi mi olacak? O günleri göstermesin Rabbim bana! Her şeye katlandım ama ona dayanamam!
Allah seni de mesut etsin Sevgili Uçurtma! Uçmak nasip etsin sana da! "Uçmak", cennet demektir, eski Türklerde. "Tamu" cehennem… Günaha "yazuk" derler mesela. Sevaba "izgi"… Ayıp oluyor Kaptan’a… Dalıp gidiyorum…
“Biz Adalya çocukları, o zamanlar en çok Yanyalı Fuat Bey’in bahçesinde, yani Duvarlı Bahçe denilen yerde uçururduk bayraklarımızı. Benim küçük ama keskin bir çakım vardı. Hep cebimde gezerdi. Elimin altındaydı. Kargı keserdim onunla, bahçe kenarlarından, deniz kıyılarından… Kargıları yarar, düzler, öncelikle kenarlarının o jilet gibi keskinliklerini giderirdim. Birbirine eşit parçalar halinde keser, ortalarından birbirlerine bağlardım. Uçlarını iple çevirir, kâğıtla kaplardım. Şeritler halinde kestiğim kâğıt parçalarından alımlı zülüfler ve haşmetli bir kuyruk yapar, ona takardım. En hassas yeri üç ucundan bağlanan iplerle ayarlanan teraziydi. Üç ipin bir araya geldiği yere kalamanın ipi düğümlenirdi. Bayrak, uçacak hale gelirdi.
Çok büyük bir uçurtmayı uçurmak kolay değildir. Havalandığında ele avuca sığmaz! Haşarı bir çocuk, yahut da tay gibi bir genç kız halini alır, zapt edilemez!.. İpi kırar gider!.”
Kaptan’ın sözünü şöyle bir yoğurdum. Evirdim çevirdim… “Çok büyütürsen birini gözünde, aşkını içinde mayalar kabartırsan, ele avuca sığmaz artık, yaban tayı halini alır, zapt edemezsin!.. İpi kırar gider!..” diye düşündüm. Halimi fark etmesini istemediğim için hiç bozuntuya vermeden, kendisini dinlediğimi kanıtlamak gayesiyle bir şeyler söylemek zorunda kaldım.
“Neredeyse unutacakmışım ben bu detayları. Bana o güzel yıllarımı kare kare hatırlattın. Ne güzel de anlattın! Allah razı olsun senden!” dedim. Ben de Kaptan’laşıyor muydum nedir! “Allah” falan demezdim ben eskiden. Tanrı derdim en fazla. Üzüm üzüme baka baka kararır. Ben Kaptan’a baka baka ağarıyordum. Bir Kaptan da ben oluyordum! O pürüzsüz, kadife sesiyle emek çeke çeke anlatıyordu.
“Uçurtma uçuruyoruz... Rüzgâr tam kararında… Ne çok az, ne de çok fazla… Havada hiçbir tehlike, etrafta elektrik telleri, ağaç dalları falan yok… Hiçbir engel yok takılabileceği… Böyle bir ortamda bayrak uçurtmanın tadı tuzu olmaz ki! İlkin ilginç ve heyecanlı gelir insana, kısa sürede vaka yeknesaklaşır. Orada başkaları da olmalıdır daha zevkli olması, hazzın tamamlanması, olaya heyecan katılması için. Engeller çengeller olmalı mesela. Engelleyenler, önüne geçenler, ayağını çelenler… En azından onunla yarışa katılan bayraklar… Yani orada başkalarının da uçurtmalarını havalandırmaları lazım ki tadı çıksın! Uçurtma uçurmak bile bir mücadeledir kendi içinde.
Her şeyden önce sevinç ve heyecan olmalı! Neşeli cıvıltılar, coşkun çığlıklar yükselmeli oralardan.
“Benimki ne kadar büyük bakın! Nasıl da süzülüyor, gelin gibi! Allı pullu, süslü püslü...”
“Benimki küçük ama seninkinden daha yükseklere çıkıyor! Aslanım be! Rakip tanımıyor! Nasıl da sallıyor zülüflerini!..”
“Şimdi geçer benimki seninkini! Avlar bile! Görürsün!..”
“Kim kiminkini düşürürse o da onun! Haydi başla!.. Sonra ağlamak yok ha!..”
“Olmaz! Kim yağmalarsa onun!..”
“Benim ipim bitti! Keşke daha da olsaydı! Daha da yükseklere çıkacaktı o zaman! İp alayım da görün siz!..”
“Seninki takla atıyor, düşecek!.. Ha ha ha!..”
“Sen öyle san!.. Efsunlu o! Okudum üfledim de saldım!.. Takla atmıyor, Selam çakıyor!..”
Hâsılı, birileri daha olmalı sahada ve mutlaka aralarında bir mücadele gerekir, heyecan ve hazzın tamamlanması için. Bir yarış başlamalı, kaybeden de kazanan da olmalı ki oyunun tadı çıksın! Orası oyun meydanı! Düşen de olacak, yaralanan da… Gerekirse kan akacak ama oyun devam edecek! Heyecan da haz da zirveye çıkacak!
İşte dünya hayatı da böyledir, Necmettin! Monotonluk belki bitkiler için normaldir ama mesela hayvanlar için bile hiç de öyle değil. Hepsi hareket halinde… Bir kaçmaca kovalamacadır gırla! Biri diğerinin gıdası… Biri birinin düşmanı… Fakat olay kabul edilmiş. Herkes kendisini koruması gerektiğini öğrenmiş. Hepsi can taşıyor. Can derdinde! Can aziz! Ya ölecek ya mücadele edecek! Ne zamana kadar? Son nefese kadar!.. İnsanlar da öyle…”
“Lafını balla kestim! Ağabey, yani şimdi sen demek istiyorsun ki: “Mecmettin! Mücadele ettin ettin! Etmezsen kaybettin!.. Cebelleşmeden olmaz!..” Öyle mi ağabey?”
“Hay Allah razı olsun senden! Şairlik böyle bir şey olsa gerek! Az sözle çok şeyi anlatıvermek… Ben mektup yazmaya alışmışım. Telgraf çekmeyi beceremiyorum. İki kelimeyle özetleyiverdin! Ağzına sağlık!”
“Yani şimdi sen beni kargıdan çubuklarla ekledin kenetledin, kâğıtlarla kaplayarak renklendirdin, parlattın. Zülüflerle kuyrukla destekledin. Teraziyi kurdun, dengemi sağladın. İpin ucuna bağladın, göklere saldın! İpin ucu elinde… Bırakırsan helak olurum! Havalanıncaya kadar iradem ellerinde… Diğer kasnaklıların beni avlamasına fırsat vermeyeceksin. Rüzgâra ve olası tehlikelere karşı uyanık olacak, beni yönlendireceksin. Uçma zevkini tattırırken, bütünlüğümü muhafaza etmeme yardımcı olacaksın. Aşağıdan en mükemmel şekilde idare edeceksin! Oyunun sonunda ipi kalamaya sarıp, saldığın gibi ustaca geri çekmeyi de bileceksin. Bu arada ne sen düşüp dizlerini kanatacaksın, ne kavgaya karışacak, ne mal kaybedecek ve zarara uğrayacaksın, ne de ben bir şey yitireceğim. Gittiğim gibi gelecek, iyi bir kalite kontrolden geçmiş olacağım. Yüzümün akıyla aşağıya indirilecek, bir başka rüzgârlı güne kadar emin bir yerde muhafaza edileceğim. Bu sohbetten bunu anladım. Bilmem ne kadarı doğru, ne kadarı yanlış. Bilmem artık eksik mi tam mı?”
“Sana da bana da yetecek kadar anlaşılmış. Aslında roller değiştirilerek yeniden tevzi de edilebilir. Aynı misalle başka mevzular açıklanabilir. Önündeki engel, altında servet yatan koca bir kayadır. Yolunu kapatır, geçit vermez! Onu oraya koyana kızarsın ama altındaki hazineden habersizsin. Tüm gücünle uğraşarak kaldırıp kenara atmayı başarabilirsen, hem yolun açılmış olacak hem de altındaki altın kesesine ulaşmış olacaksın!”
“Teşbihte hata olmaz!” diyordu sanki. Yaratılışla yaşayıştan da bahsedilebileceğini kastediyordu. Yaratan ve yaşama fırsatı verenin yarattıklarını başıboş bırakmadığını… Rüzgâr gücünü de ipin ucunu da elinde tutanın aynı Zat olduğunu… Her iki gücü de ayarladığını… Dilediği kadar ip saldığını, dilediğinde çekip kalamaya doladığını… İradenin tamamının O’nun elinde olduğunu… Dilerse, dilediğine dilediği kadar emaneten irade bahşettiğini… Oyun bitince geri çekecek ve bir yerde gizleyecek olduğunu… Arzu ettiği zaman tekrar sakladığı yerden çıkarıp eline alacak… İşe yarayanı sonsuza kadar uçuracak, işe yaramayanı hak ettiği şekilde, hak ettiği kadar yakacak…
Sen de benim yegâne Engel’imsin! Öncelikle seni aşmam lazım! Çengeline takılmamam lazım!
Uçurulanlardan olmam lazım! Yananlardan değil…
Uçurulanlardan olmam lazım!..
Bayrak”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 630