KINIKLI
K I N I K L I
Köyün en sakin insanlarındandı. Emsalleri ile sohbet ederken gördüğümü hiç hatırlamıyorum. O, ya evinde oturur ya da her gün eşeğine biner köyden iki üç kilometre uzaklıktaki değirmen yanındaki tarlasına giderdi. Hatta orada bir kulübesi bile vardı. Bazı geceleri orada kaldığı da söylenirdi. Hiç ağzından kötü söz çıkmazdı. Daha doğrusu konuşmazdı. Mahzun bir duruşu vardı. Tanımadığım biri olsa onu dilsiz zannederdim...
Emsallerine selam niyetine eliyle bir işaret ederdi. O zamanları ellili yaşlardaydı. Arada sırada hafta pazarı olan Cuma günleri pazara giderdi. Pazardaki alışverişleri karısı yapardı. Kocası ne kadar az gezerse, tam tersine karısı da o kadar çok gezerdi. O köye uzak bir köyden üç güveyi gelmiş, çoluk çocuğu serpilip büyüyünce onlarda gurbete gitmişlerdi. Oğullarından en küçüğü gurbete gitmemiş, askerden sonra evlenmiş, torunları olmuştu. Babası iyice iş göremez duruma geldiğinde işleri küçük oğluna kalmıştı. Tam da ‘’oğul ekmeği’’ yemeğe başladıkları bir sırada köyde işlediği bir cinayetten dolayı cezaevine düşmüştü…
Cezaevindeki oğluna para göndereceği zaman karısı gelir dedemden borç alırdı. Kadın sözüne sadıktı ve dediği zaman ödünç aldığı parayı günü zamanı geldiğinde veridi veya veremeyeceği zaman tatlı diliyle gelir gün isterdi. Dedem de:
‘’Ne zaman olursa o zaman verirsin, acelesi yok’’ derdi.
Hanımıyla birlikte tarlaya giderler, adam altına kilim serili bir ağaç gölgesinde oturur, sırtını zaman zaman ağaca yaslar, bazen de şöyle yanının üstüne uzanır, oracıkta uyuyup kalırdı. Uykusuna da çok pratikti. En ufak bir tıkırtıya uyanır adeta tavşan uykusuna yatardı. Genellikle de oturduğu yerde bir iki kadeh attığı söylense de Allah var yukarıda ben hiç görmedim. Hani derler ya ‘’Adın çıkacağına canın çıksın’’ diye onun gibi bir şeydi. Ne eşi kendisi çalışırken onun içmesine karışır ne de o, onun işine karışırdı. Ağzı var dili yok cinstendi. Çok yakın komşumuzdu ama ben onun bağırarak konuştuğunu onu bırak konuştuğunu hiç görmedim. İlkbaharın güneşli havalarda evlerini önüne çıkar, kıştan kalma bir odun kütüğünün üzerine uzakları seyre dalan bir kurt gibi öylece dikkatlice bakardı. Bir çocuk görse sadece gülümserdi. Çocuklarına veya torunlarına bağırdığı hiç görülmüş bir şey değildi.
Ailecek eti çok severlerdi. O yoksul hallerinde evlerinden et hiç eksik olmazdı. Bazı komşuların anlatımıyla:
‘’Yakın akrabalarının kasap dükkânları olduğundan bu ağzı var dili yok akrabalarının evlerini etsiz kemiksiz bırakmazlardı. Ayrıca bu varlıklı akrabalarını yengelerinin tatlı dili çok etkiler bir vereceklerse iki verirlerdi. Yemeklerine genellikle et ve kemik suyundan kattıklarındamn, sofrasında yemek yiyenin tadı damağında kalırdı. Bir söylentiye göre karısı pek yemek yapmayı bilmezmiş de kocası tarif edermiş diye ortalarda bir laf dolaşırdı.
Aile sır küpüydü. Şimdiye kadar kimse onların evinde olup biteni duymamıştı. Ancak olay gerçekleştikten nice zaman sonra duyardınız…
Ev de bir de gelinleri vardı. O da ağzı var dili yok cinstendi. Gelin iki küçük çocuğu ile ev işlerine bakardı. Kaynana gelinini kolay kolay tarla işlerine sürüklemezdi. Gelin bizim eve bir hizmete geldiğinde ninem:
‘’Vah gülüme! Gencecik yaşta soldun’’ der, yüzüne acıyarak bakardı. Sonra da dedi-ğinden pişman olur.
‘’Arınla, namusunla yaşa, bu günler de geçer’’ diyerek gönlünü alamaya çalışırdı. Gelinin genellikle hizmeti görülürdü. Bizim evde öyle hizmete gelenin elinin boş çevrildiği pek görülmüş şey değildi. Dedem böyle durumlarda ‘’Veren el, alan elden üstündür’’ diyerek ev halkını verimkâr olmaya sevk ederdi. ‘’Düşmez kalkmaz bir Allah’tır’’ diyerek de konuyu bu alandaki tüm cahilliğine rağmen dine bağlamak isterdi. Kendisi yetimlikle büyümüş, çok yoksulluk çektiği için komşudan ‘’eli boş dönmenin’’ ne demek olduğunu yaşayarak görmüş; insanın üzerindeki moral etkisini en iyi bilenlerdendi…
***
Köyümüz bir tepenin üstündeydi. Hâkim bir noktada olduğundan köyün altındaki uçsuz bucaksız ormanı ve ormanın devamındaki hiç yüzemediğimiz, yakından görmediğimiz denizi, karşılardaki komşu mahalleleri de görebiliyorduk. Harman yeri tabir ettiğimiz yerde emsal çocuklarla saklambaç oynarken aşağıdan bir ihtiyarın eşeğine binmiş köye doğru geldiğini görmüş-tük. Arkadaşlardan birinin saklanmak için iki samanlık arasından hızla koşmasıyla, eşek ürkmüş, bu yaşlı amca da eşekten düşmüştü… Biz tabii çil yavrusu gibi dağıldık. Her birimiz dört bir yana kaçmıştık. Ortalıkta hiç kimse kalmamıştı.
Karısı akşam olmak üzere bu adam nerede kaldı, iki akşamdır gelmedi, bu akşamda mı gelmeyecek diye köyün başına kadar geldiğinde bir de ne görsün; adam yerde oturuyor, üzeri başı eşekten düştüğü için kum, toz olmuş eşeği de başında bekliyormuş.
Yıllar sonra oğlu ceza evinden çıkmadan öldüğünü duyduk. Köyümüzde camii yoktu. Küçük bir mescid vardı. O da ramazandan ramazana teravih namazı kılmak için kullanılırdı. Hatırladığım kadarıyla gurbetteki oğullarını gelebilmesi için cenazesi bir gün bekletilmişti…
Ertesi gün çok kalabalık bir katılım olacağı anlaşılınca köyün mescidi bir güzel temiz-lenmiş, vakit namazına müteakip cenazesi mezarlığa defnedilmişti. Hiç kimseye zararı olmamış bu adam sessizce yaşamış ve bütün sırlarıyla aramızdan yine sessizce ayrılmıştı…
Salih KOÇ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.