- 804 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
'no, no gone'
Bitti. Her gün daha ne kim bitebilir korkusuyla mı yaşamamı diliyorlar? Hangi cenahın cinleri etrafı sarmış halde? Menan’ın cinleri olabilir; şayet daha makbul olunası bir açıklamada getirebilirdim içim tamamıyla ferah olsaydı! Günden güne eriyen bir inancın ipince bir ipini dişimin etrafından gezindirip, hangi rüyamın içinde neşeyle kalkabileceğimi bilmiyorum. Geçen gün rüyamda dişlerimi fırçalıyordum. Her fırça darbesinde bir dişim inci gibi parıldamaya başlıyordu. Sonra rüyanın tabiri doğrultusunda çok güzel bir gün geçirdim. Bütün gün ıslandım, ıslandım ve ıslandım…
Davud, Ruhi ve Said… Üçü de birbirinden farklı hayatlar yaşamış üç insan. Said’in inanç anaforu etrafında dönen bir tiyatro eserini seyrettiğim zamanda komik gelmemişti. Oyunu şimdi düşününce daha sıkıcı gelmeye başlıyor. Post-apokaliptik bir dünyadan kimi zaman farksız olmadığını düşündüğüm bu dünyada kişisel aydınlanmaları hakikate ulaşmak için bir sanat yöntemi olarak sunmanın önceleri nasıl bir arızaya sebep olabileceğine dair fikir yürütmezken, şu aralar aydınlanmanın öncül bir kazayla eş yanına daha yakın duruyorum. Bu aralar sanat adına yaptığım tek şey Eduardo Berti’nin kitabını bitirmeye çalışmak ve bu konuda da pek başarılı olduğum söylenemez. Romanda geçtiği gibi ‘her cenazede bir bedenden çok daha fazla şey gömülür’ sözünü emiyorum telefonla konuşurken. Telefondaki ses ‘abartma ya, o kadar da değil’ derken, ‘ölümümüm ardından bile ‘zaten ölecekti, iyi oldu da öldü’ demez misin’ derken kendimi buluyorum. Tabaktaki üç köfteyi hızla bitirirken, yorgun ve pasaklı bir ses telefondaki:’ Olacağı vardı demek ki!’ Başka hiçbir şey yok! Tek nefesle söylenmiş, anlamsız ve ıslak bir çamaşırı soğuk bir havada giymek kadar deli saçması!
Yürüyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse zıplıyorum. Zıplayıp bir metreden daha geniş su birikintisinin üzerinden kaldırıma geçmeyi hayal ediyorum. Çaresiz vücudum suyu adımlarken, ayaklarımın ıslanışını uzamda sessiz bir patlayışa bırakıyorum. Her şey o kadar sessiz ve düzenli bir şekilde oluyor ki; kimse korkmuyor ve bilmiyor. Yorgun bir atın iri kemiklerini ıslak çimenler üzerine serişinden farksız bir yanılsama içerisindeyim. Az sonra oturacağım beyaz renkle boyanmış beton kaldırıma bakıyorum. Dokunuyorum; kuru gibi… Herkesten utanmam mümkündü! Artık on yaşında çocuk değilsin ki olur olmaz yerde oturasın! Toplumdan uzağım. Kuralların dışında bir tepede, yeşil dallarıyla sırtını gölgelemiş ağacın yanı başında nefesimi kontrol ediyorum. Kurbağanın dilinden daha hızlı duygularımın yoksunluğa dönüşümü ve bundan kurtulabilmek için yanıma artık hiçbir ilaç alamıyorum. Uyumak, öğlen vakitlerinde akşamüstlerini yaşatan yaşama bir direniş çabasında bulunmak arzusundayım. Tüm pencerelerin baktığı Ay ışığı kadar güzel bir gece uyanıp, yeniden defterin tam ortasına yazmaya başlayacağım. Sahi, bu aralar not bile almıyorum.
Hiç geçmeyen ağrılar yaratılmış ve günlerdir avucumla başımı sarıp sarmalıyorum. Hayata karşı yeniden bir metot geliştirmek adına deneyler yapmaktan vazgeçtiğim söylenemez. Yalnızlığımı ve yılgınlığımı bilen kim varsa, en ufak kendilerine yakınlaşmalarım anında bana karşı bir tavır geliştirip, soğuk nevale olarak karşımda duruyorlar. Oysa onlardan hiçbir şey beklemiyorum. Bunun farkında bile değiller. Yaralı bir kuşu avuçlamış olmanın zavallılığı damarlarında akan kana karışıyor. Yaralı bir kuş muyum? Beton iyi ki soğuk değil ve burada insan yok! Rahatça oturup sigara içebiliyorum. Ayakkabım ıslak ve onlar da yorgun olmalarına rağmen ayağımla beraber beni bırakmıyorlar. Bir beklentim dahi yok; hiçbir şey yapmadan burada durabiliriz. Yine de ayrılıp, kendi hayatlarını yaşama ideasında bulunmuyorlar. Kendimi fazlasıyla zorladığımın farkındayım. Örneklerimin atıl bir dikiş makinesi kadar mahiyeti bulunmayabilir. Yüreğim neden karanlıklar içerisindeki kötümser bir nöbetçi gibi çarpıp, geceyi ve ölümü gözlüyor? Ruhumun kucaklamak için can attığı cam kırıklarının hangi canlıya şimdiye kadar faydası dokunmuştur ki, nafile bir çabanın gölgesinde adımlarımı sayıp duruyorum? Çok görmüşlüğüm vardır, kibar omzunun ağrısıyla kibrini saklamaktan utananları ve yollar boyunca tek bir koku için ülkeler aşanları. Masumiyet bir çiçeğin açmayan halindedir. Açıp, kokusunu saldıktan sonra artık mahcubiyet hemen orada beliriverir. Az bir topluluğun kaldırabileceği yüktür. Sonu olmayan dirayetin sınırı çizilinceye kadar metinler için tek bir siren kâfidir:’ Külfet…’
Bir kahkaha gibi kırılıyor sokakta yalnız başına dans eden kurumamak için direnen yaprak. Tepeden tırnağa Tanrı’nın acısıyla dolu bir aydınlığı emiyor bu dans ve yerini karanlığa bırakıyor. Her biri dans eden gezegenler arasında bir insanın yapabildiği taklide kaçmadan yürüyebilmek ve bunu yaparken de gerçekten inanabilmekten bahsediyorum. ‘Yürümeye övgü’ kitabındaki gibi seraba dokunan yürüyüşleri aklımdan çıkarmalıyım. Daha sade, belki bir kısmı sürrealist sayılsa küstahlık olmayabilir. Biri yanıma gelse ve en bildiğim işi nasıl yaptığımı bana sormaya kalksa, o an bile yeterince zorluk çektiğimi iddia edebilirim. Az evvel dediğim gibi küstahlık sayılmamalı, biraz itina bekliyor olabilirler. Tıpkı benim insanlardan beklediğim hassasiyet gibi. Yavaş sayılacak zaman diliminde toplumun dışına doğru itiliyorsun. Kelimeler aklından çıkmış, bir yere saklanmış haldeler ve sen bunun artık bir oyun olmadığının farkında olarak yaşıyorsun. Kürenin neresinde olursan ol, toplumdışılılık sana vaat ediliyor. En basitinden kelimeleri bile kaybetmenin yoksunluğuyla başa çıkmaya çalışıyorsun. Sadece kendine ait kaygılar ve korkular olmadığının farkındasın; evet daha kötüsü, bahanelerle, kabahatlerle donatılmış daha yürek burkanları da mevcut ama yine de onlara ilişip, dertlerini çözümleyebileceğin bir hayatı da kabul edemiyorsun. Son iki ‘bitti’ denilen konuşma içerisinde fazlasıyla temenni ve teselli kelimeleri yer almış ve Ruhi gibi kitaplara bakıyordum. Acıyı geciktirmek için, acı sona gelirken kendini daha iyi ifade edebilmek için karşındaki insanı kırmamaya çabaladığını düşünürsün. Fakat bir zalimin hudutlarını bilişindeki küstahlıktan farksız bir şekilde kendini ifade etmek adına o an hayatındaki en önemli durakları ve nefesleri alıp vermeye başlarsın. ‘Ben’ dersin, ‘senin ne kadar da iyi bir insan olduğunu biliyorum’ ve saniyelerin dakikalardan farksız yaşandığı zaman dilimine yakın bir şaşkınlıktan payını alıp kenara çekilirsin. Bunu yaşadığın için şikâyet edip, dövünmenin de pek bir faydası yoktur. İyi dilekler tamamıyla şeytanın saçlarındaki nemden farksız şekilde cehenneme övgüdür. O kırık, uzun simsiyah saçların nemi kaskatı bir yalnızlığın ifade edilişidir. Oradasındır ve bunun hiçbir tedavisi yoktur. Edebiyatın tövbe dilenciliği başlamıştır. Yalnızca kuru olanlar az acı çeker.
Her ne sebepten olursan olsun, acı çektiğinin farkında olan insana saygı duyulmalıdır. Kimi kıskançlıklar ve kibar söylentiler dışında acı çeken insanın yüzüne diğerlerinden farksız bir şablon yanaşıverir. Bu ruhen kuvvetli bir sabır mıknatısıdır. Acı çeken aynada kendini görmeyi dilediğinde, sabrın ilk durağında mola verip, tanımayı seçer. Böylece acı ilk formunu açıverir. Fakat o beton üzerinde otururken, üzerindeki beyaz boyaya karışabilmekten bile korkusuz şekilde tatlı bir aldanışı tercih edebiliyordum. Yalanlar ilk defa aldatıcı olmazken, gerçekler sıkıcı gelmeye başlamış ve sesler birbirine karışır halde tek bir şeyi dikte etmekle meşgullerdi:’ Yalan söyleyin. Yalanlar sıralayın ardı ardına. Sesimiz ve seslerinizle beraber bu yalanlara armağan edebilecek kadar kıymetsiz hayatlarımızın sınırında birbirimizle türlü ilişkiler kurmaktan hiçbir zaman vazgeçecek değiliz. Neden mezarlıklar var ediyoruz? Bir ölüden ne dilenebilir ya da onunla ne konuşulabilir ki? İstencimiz o mezarlığın varlığına dair tek bir inançtan kaynaklanıyor: Hâlâ yalan söylemek istiyoruz. Ölüler ardınca yalanlar söylemekten bile geri durmuyoruz. İşte ben buradayım yaşıyorum, yaşıyorum duyuyor musun? Beni duyuyor musun? İstersen sessiz kalabilirsin. Başka bir çaren ve yetin olabileceğine karşı inancımın olup olmamasından sana ne? Seni nasıl da çok seviyordum! Şimdi buradan beraber ayrılıp, en sevdiğimiz sokaklarda hiçbir şey düşünmeden, yalnızca varlığımıza dair bilinçle yürüseydik ne güzel olurdu değil mi? Beni duyuyorsun. Duy öyleyse! Senden nefret ediyorum. Senden ölesiye nefret ediyorum. Senden ölesiye… Hah hah, sen zaten bir ölüsün! Ben ise…’ -Yaşayan bir ölü için fazlasıyla küstahça bu hareketler.
İyi. Mutsuzum. Fazlasıyla gerçek gökten aşağıya inen ve ıslağım. Sonbahar. Yeniden başlayacağım. Düşünmekmiş, anlamaya çalışıp zihni yormakmış; bu gibi kimi zavallıca şeylerin arasında beni göremeyecekler. Yine de biri bir gün, bir metin veya öykü adına beyaza boyanmış beton kaldırıma yanaşıp ‘tamam ben de seni merak ettim şimdi. Aslında merak sayılmaz ama anlatabilirsin o şeyi, hayat öykünü’ dediği an, hangi şeyden bahsettiğini düşünmeye başlayıp yeniden acı çekeceğim. Tek bir şey için bu kadar inançla acı çekilebilirdi; var olmak! Başka bir şey için bu kubbe altında yaşamak deliliktir.
Yürürken bir polis memuru ‘maskenizi yukarı kaldırın’ diye uyarıyor. Maskem yüzümün yarısını kaplamışken, bu uyarıyı bir İncil rivayetine benzetiyorum. Son olarak Kuran’dan bir ayetle konuyu kapatan bir yağmur başlıyor: ‘ Tek başına mutlu olunamayacağını bil. Çevrenin mutluluğu için gayret göster.’ Polis memuru haklı, böylesine mutsuz bir insanın maskesi daha belirgin olmalı. Gülmeliyim. Hiç inancı kalmamış bir insana post-apokaliptik günleri anlatmak kadar âcizane gelse de, o maske yüzümü kaplamalı ve mutsuzluğuma inat gülmeliyim.
Yokluğuyla bile fazlasıyla rahatsız oluyorum. Mutluluğu diş arasına takılmış ciddi bir ipten başka bir şekilde ifade etmek budalaca olacaktı. İçimde, yabancı bir babanın göçü sonrası aidiyet ve kimlik kayıpları sıkıntı vermeye devam ediyordu. Çığlıklar, evde hiç durmadan duvarları ürperten sessiz çığlıklar arasında kendimi pencere kenarına atıp ‘bitti’ diye saklıyordum. Sesini bir mezatta yeniden bulabileceğim güne kadar her şey bitmişti.
Beni görmemiştiniz. Nasıl bir acıyla dolu olduğumu görmeden yargılanmıştım. Bu küstahlık beni incitiyordu. Yoksa yalancıların seslerine öylesin alışkındım ki; söylenen hiçbir sözün geçerli anlamı asla olmayacaktı. ‘Bitti’, öyle mi? Biten yalnızca susturulmaya ihtiyacı olan yalanlarınızdan başkası değildi. Ben yalan söylememiştim, yalanla işim yoktu. Mezarlıklar içinde hüzünlü bir yalancı rolüyle de poz veremezdim. Arzum iddia ettiklerinin gerçek olmadığını gösterebilmekti. Basit ama etkili bir arzu dâhilindeydim ve olabildiğince sesimi her yaş alışımda bir seviye daha kısmayı öğreniyordum. Vazoda yazılı mısra okunaklıydı:
’ Ey çiçek, döktüğün ne varsa geri toplayabilir misin ellerinle?’
Yanılsamalarım benim hatam sayılabilirdi. Öncesini kabul etmiyordum. Gün, yalnızca onların dilindeki iki heceli kelimeye aitti. Sigaramı söndürdüm. Ayağa kalktım. Beyaz beton kaldırıma baktım. Bu bakış sonuncusuydu. Arkası paramparça arabamın içine oturdum ve yola devam ettim. Usta, arabanın arkasını ‘on numara düzeltirim’ diyerek avunsa da, artık bir kere o ses var olmuş ve acıya karışmıştı. Elbette ses yeni bir yalandan başkası da sayılmayacaktı.