- 358 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yazdığının reşhası olmak...
Arkadaşım, nasıl söylemeli bunu sana, ama mutlaka söylemeli: Hakikatin bizden dilegelmesi bizi ’onda işgalci olma’ riskine uğratıyor. Eğer yeterince geriye çekilmezsek göğsümüzde yanan kandile gölge olabiliriz. Kirletebiliriz. Yaralayabiliriz. Nihayetinde fani varlıklarız. Hem ne çok sınırlıyız. Hem de ne çok duvarlarımıza çarparız. Gidenlerin kalacakları yüklenmemesi gerekir. Batıp gidenlerin İbrahimlere rol kesmemesi gerekir. Kaplumbağalara kartalların sırtında yer yok. Konuşurken hakkında ötemizde birşey gibi konuşmamız lazım. Ki incinmesin. İzimizle izlenmesin. Evet. Ya. Ve de... Peki kendimizi hiç mi anmayacağız?
Yok, öyle de değil, yanlış anlama. İlla ki bu kalem kendisine uğrayacak. Mürekkibini almak için nefse batıp çıkacak. Başlangıcı orası. Hokkası. Bidayetsiz yol olmaz. Fakat kendisinde kalmayacak. Bunu bilmesi lazım. Başlamadan kabullenmesi lazım. Kendisini en fazla hakikatin taşıyıcısı/aracısı kılacak. Odağı kılmayacak. Ancak öyle olursa olur. Yoksa olmaz. Yoksa kusurlarımızla kusurlanır. Yaralanır. O ay yüzlülere bizden ne yazıklar olur. Biz soyut varlıklar değiliz. Adımımız var. Gölgemiz var. Duygularımız var. Körelmemiz var. Küsmemiz var. Somutluğun yükü ağırdır. Çokça yarım kalışımız var. Daha fazlası yarım bıraktığımız var. Hakikatse soyuttur. Yarım kalmaya gelmez. Bizden başka nice somutlukla somutlanır. Kaç bedenle bedenlenir. Kaç canla canlanır. Kaç zarfla zarflanır. Amma şekillenmez. Kervancı hanları mülkü sanmamalı. Kalıbımızı ne kadar kalıbı kılarsak başka bedenler onu almakta o kadar zorlanacaklar. Hem belki isimizi görecekler de nazlanacaklar. Bu zulmü etmeye hakkımız var mı? Nur avucu mekan tutar mı?
Hakikatin hayatımızın yükünden kurtulması için böyle yapmak lazım. Bir gazete kağıdını şişeye sarar gibi sarmak lazım. Alanın da onun yırtılıp atılacak olduğunu bilmesi lazım. Hissetmesi lazım. Kendimizi şişeye nakış gibi işlememek bu noktada önemli işte. Biz nakış gibi işlenmeyi seviyoruz. Sonsuzluğu bunda arıyoruz. Şişeyi alanlar da izden kurtulamıyorlar. Peki ya nakışları da sevmezlerse? O zaman şişeden de vazgeçecekler. Halbuki yola çıkarken diyorduk ki: Amacımız yalnız hakikati anlatmak. Bismillah. Sonunda da diyorduk ki: Amacımız yalnız hakikati anlatmaktı. Elhamdülillah. Başta Ona niyet. Ahirde Ona teslim. Peki ya ortası? Ortada işler karışıyor. Elimizden çıkana öyle bir sahiplik ediyoruz ki tutmamızla zararlanıyor. Say ki bir güvercini avucumuza uçuralım diye vermişler. Öyle sıkı tutmuşuz. Bıraktığımızda göğe değil yere düşmüş. Konağımızda öyle bizlenmiş ki bize dönmüş. Ne yazık. Uçacaktı halbuki. Uçardı hem de ki. Lakin arada biz onu bizim kıldık. Bizden korumamız gerekirken bizledik. Bizlendikçe gizlendi. Semaviydi arzlandı. Uçmaklığını terketti. Ağırlandı. İşte ayaklarımızın ucunda.
Bazen Bediüzzaman’ın kendisini eserlerinin ötesine koyuşunu izlerken, yani Risale-i Nur’u okurken, böylesi bir hisse kapılıyorum. Avucunda bir güvercin gibi, işte, incinmesinden korkuyor. Gölgesinin kandiline düşmesinden çekiniyor. Parmaklarının kıvrımlarını diken sayıyor. Hem tutuyor hem tutmuyor. Hani mesela diyor: "Benim için medâr-ı fahr ve gurur olacak bir liyakatim ve istihkakım olmadığını kasemle itiraf ediyorum. Ben çekirdek gibi çürüdüm ve kurudum. Bütün kıymet ve hayat ve şeref o çekirdekten çıkan şecere-i Risale-i Nur ve mu’cize-i mâneviye-i Kur’âniyeye geçmiş biliyorum." Hem yine diyor: "Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim." Ben bu endişeyi yazarlıkta da kendime rehber olarak görüyorum. Seviyorum. Deniyorum. Yazdıklarımın ’ben’le kirlenmesinden korkuyorum. Veya korkmak gerektiğini biliyorum da yeterince eyleyemiyorum. Her şekilde bu duruşun ’hakikat mesleği’ denilen şeyle bir ilgisi olmalı. Yazdığının reşhası olmak budur belki de.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.