- 418 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MESELE BAŞKA
Otobüs, ambarın tam önünde durdu. İşçiler, arka kapıdan tek tek inmeye başladı. Kiminin elinde azık çantası, kiminin elinde ise su şişesi vardı. Vakit sabahın erken saatleriydi. Hava da oldukça soğuktu.
Ambar, yolun diğer tarafındaydı. Trafik sol taraftan aktığı için sağ tarafa düşüyordu. Ambarın azametli bir görüntüsü vardı. Binanın eski bir yapı olduğu her halinden belli oluyordu. Burada, halkın libazma dediği, zirai-tarım gübreleri bulunduruluyordu. Türkiye’den gemilerle getirilen bu gübreler, limandan alınarak, kamyonlarla buraya getiriliyordu. Burada çalışan işçiler, bu gübreleri istif ediyorlardı. Her gün limandan yüzlerce kamyon dolusu gübre getirilirdi. Gübreler yığın yığın istif edilir, adeta ambarın içinde gübre torbalarından kocaman tepeler meydana gelirdi. Gübreler yığıldıkça koca ambar küçülürdü. Yığınlar arasında, yollar oluşur, dar geçitler ortaya çıkardı. Bu geçitler arttıkça labirentler oluşurdu. İşçiler, bu dar geçitlerden geçerek, sırtlarındaki gübre torbalarını yığınların en üst noktasına taşırlardı. Yapılan bu iş hamallıktan başka bir şey değildi. Gerçekten bu iş, çok zor ve yorucu bir işti. Orada çalışanlar bu zorluğa alışmışlardı. Sırtlarından tonlarca ağır yük geçmesine rağmen, işlerini kolayca yapabiliyorlardı.
Ambarın sorumlusu Ali Bey’di. Kısa boylu, esmer, şişman biriydi. Sessiz, sakin bir kişiliğe sahipti. Her sabah işyerine erken gelir, kapıları açar, işçilerin soğukta bekleyip, üşümelerini istemezdi. Onlarla iyi geçinir, emeklerinin karşılığını fazlasıyla vermeye çalışırdı. Kimsenin hakkına göz dikmezdi. Kendisini, işçilerine sevdirdiği için onlardan saygı görürdü. Onlarla beraber düzenli bir çalışma sistemi kurmuştu.
Otobüsten inen işçiler, ambarın arkasından dolaşarak Ali Bey’in yanına gittiler. Hepsi aynı köyden geldikleri için işe hep beraber başlarlar, hep beraber bitirirlerdi.
Aralarına yeni iki kişi daha katılmıştı. Bunlar Zeki ile Hasan’dı. İkisi de üniversite mezunuydular. Türkiye’de okumuşlardı. Şimdi de askere gideceklerdi. Şu anda bir gelirleri olmadığı için çalışmak zorundaydılar. Bu yaştan sonra da babalarından harçlık istemeyi kendilerine yediremiyorlardı.
Çok yakından tanıdıkları köylüleri olan Salih’e gitmişler ve kendilerine iş bulmalarını istemişlerdi.
Salih, orta yaşlarda, saçları henüz beyazlanmaya başlamış, orta boylu, konuşmayı çok seven biriydi. Burnunu içine derinlemesine çekerek:
- Mesele Başka, derdi.
Yine burnunu çekerek:
- Mesele başka. Yarın gelin. Ali Bey ile bir görüşelim. Şu sıralar iş yoğun. İşçiye ihtiyaç var. Mutlaka sizleri işe alır, demişti.
Salih, durumu kendi üslubuyla bir güzel anlattı. Tabii ki konuşmaya başlarken,her zamanki gibi kendine has bir tarzla, burnunu içine çekerek:
- Mesele başka… diyerek konuşmaya başlamıştı Ali Bey’e.
Ali Bey, iş isteyen bu iki gence şöyle bir baktı. Her ikisi de dayanıklı, sağlam kişilerdi.
İş için uygundular. İkisinin de üniversite mezunu olduğunu öğrenince:
- İş, size ağır gelebilir. Kendinizi zora sokup sakatlanmayın. Arkadaşlar size yardım ederler. Hafif işleri yaparsınız. Arada idare eder gidersiniz, dedi.
Böylelikle ikisi de işe başladı. Ellerine birer süpürge verdiler. Yerlere dökülen gübreleri süpürmeye başladılar. Bu gübreleri toplayıp torbalayacaklardı. Öğleye kadar da başka bir işleri olmadı. Çünkü o saate kadar ambara bir tek kamyon bile gelmedi.
İşçiler, boş boş oturdular. Kimileri torbaların üzerlerine uzanıp yatarak dinlendi; kimileri sohbet etti; kimileri de birbirleriyle şakalaştılar.
Yemek vakti gelince Salih, Zeki ile Hasan’ı alarak, diğer köylüleriyle birlikte bir kenara çekildiler. Azıklarını, gazeteden yaptıkları sofraya serdiler. Hep birlikte yemeklerini yemeye başladılar.
İstirahat süresince Salih, konuşup durdu. Başından geçen maceraları ballandıra ballandıra anlattı. “Mesele başka” diyor, meseleden meseleye geçiyordu:
- Arkadaşlar, mesele başka, ben zamanında müthiş bir tekvandocuydum. Karşıma kimse çıkamazdı. Altı adamı bir tekme ile yere sererdim.
- Mesele başka, ben çok ekşi de futbol oynardım. Golü iğnenin deliğinden olsa atardım. Mesele başka, topa nasıl vuracağını çok iyi bileceksin. Ayağının şu yan kısmıyla vurduğun kesme bir şutu hiç bir kaleci kurtaramaz.
- Hocam mesele başka. Bir akşam arabayla geliyorum. Bir baktım ayağım yerinde yok.
Biraz da sarhoşum. Mesele başka… ayağımı kaybetmişim. Durdum. Arabadan aşağıya indim. Başladım ayağımı aramaya. Arabanın arka kısmına geldim. Baktım ayak yerinde duruyor. Mesele başka meğer ayağım uyuşmuş, ben de yok zannediyorum; anladın mı?…Mesele başka…
Salih’in maceraları bitmek nedir bilmezdi. Anlattıkça anlatırdı. O, bundan çok büyük bir zevk alırdı. Konuşmaları kimseyi sıkmaz, tam tersi herkes zevkle ve merakla onu dinlerdi. Orada bulunanlara hoşça vakit geçirtirdi.
Yemekler yendi. Sofra toplandı. Biraz sonra tekrar hummalı bir çalışmaya başlayacaklardı.
Salih, Zeki ve Hasan’a:
_ Hocalar, mesele başka. Hayırlısıyla işe başladınız. Şansınızdan bu saate kadar da iş olmadı. Biraz sonra kamyonlar arka arkaya damlar. Siz bu işe alışık değilsiniz. Ağır iş yapıp kendinizi fazla yormayın. Çok fazla çalışmayın. Hafif işlerle oyalanın, dedi.
Zeki:
_ Olmaz ağabey. Çalışırız. Aldığımız paranın helal olması gerekir. Çalışmazsak alacağımız para haram olur, dedi.
Salih:
_ Haklısın. Ama bugün daha ilk gün. Mesele başka. Önce işi bir öğrenin, anlayın Sonra konuşuruz. Siz gençsiniz. Sırtınızdan tonlarca yük geçecek. Hamallık öyle mürekkep yalamaya benzemez. Anlarsın ya mesele başka…
Zeki:
_ Olsun ağabey. Ben alacağım parayı helal ettirmeden yapamam. Hak etmediğim bir kazancı kabul edemem, dedi.
Salih biraz alınır gibi oldu:
_ Tamam gardaş. Sen paranı helal ettir. Çok çalış. Mesele başka… dedi.
Artık yemek molası bitmişti. Oturdukları yerden kalktılar. Bu arada kamyonlar da arka arkaya gelmeye başladı. Tüm kamyonlar tıka basa gübre torbası yüklüydü.
Kamyonlar sıra ile ambara giriyordu. Kapağı açılan kamyon, boşaltılmak üzere paletlere yanaştırılıyordu. Bu paletler, tekerlekli ve zincirliydi. Elektrikle çalışıyordu. Düğmeye basıldığı an çark gibi dönmeye başlıyordu.
Paletlerin ucu sivri olduğundan, uç kısmı kamyonların içine kadar girebiliyordu. Kamyona çıkan iki kişi, gübre torbalarını paletlerin üzerine koyuyorlardı. Paletler döndükçe torbalar dışarı doğru yürüyorlardı. Paletin ağız kısmında sıraya geçen işçiler, bu torbaları sırtlayıp istif yapmak için taşıyorlardı. Başka iki kişi de paletin yan taraflarında duruyor, yolunu şaşıran torbaları düzeltiyor veya yere dökülen gübreleri süpürerek torbalıyorlardı. Başka biri de yazıcılık yapıyordu. Elindeki deftere kamyondan inen gübrelerin sayısını kaydediyordu. Çalışanlar arasında en kolay iş onundu.
Salih, ilk günden yorulmasınlar diye Zeki ile Hasan’ı kolay işe vermek istedi:
_ Siz paletin yan taraflarında durun. Eğri torbaları düzeltirsiniz. Yorulmazsınız, dedi.
Zeki:
_ Yok, ağabey. Ben kaytarmam. İşimi hakkıyla yaparım, dedi.
Salih’in biraz canı sıkıldı. Ne de olsa dediği yapılmamıştı. Bir şey demedi. Sadece:
_ Sen bilirsin hocam, diyebildi
Hasan’ı paletin yanına verdiler. Eğri torbaları düzeltiyor, yerdeki gübreleri süpürüyordu. Zaten öyle pek fazla da iş düşmüyordu kendisine.
Zeki, paletin altına girdi. Gübre torbalarıyla sıkı bir güreşe girdi. Kamyonun üzerinde çalışan işçiler önce işi ağıra aldılar. Torbaları yavaş yavaş palete koydular. Torbaları taşıyanlar rahat çalışıyorlardı. Zeki de fazla yorulmamıştı. Korktuğu gibi olmamıştı. Bu yüzden:
_ Böyle işe can kurban. Dediğiniz kadar da zor değilmiş, diyordu orada çalışanlara.
Salih, gülerek kamyondakilere bir göz attı:
_ Mesele başka. Böyle iş yürümez. Hadi bakayım. Vira vira! dedi.
Amacı, Zeki’yi biraz terletmekti. Bütün işçiler, hep bir ağızdan bağırmaya başladı:
_ Vira Vira!
“Vira” işin hızlanması için söylenilen bir sözdü. Bu söz üzerine kamyon üzerindeki işçiler, torbaları inanılmaz bir hızla palete doldurmaya başladılar. Süratlendikçe süratleniyorlardı. Gübreler peş peşe palete yığılmaya başlandı. Torbaların arasında en küçük bir mesafe dahi yoktu. Aşağıdaki işçiler soluk dahi alamaz oldular. Artık torbaları koşarak taşıyorlardı. Torbaların yere dökülmemesi için çok acele ediyorlardı. İşçilerin az önceki hallerinden eser kalmamıştı. Kovanda bal yapan arılar bile bu kadar hızlı olamazdı doğrusu.
Zeki, tomurcuk tomurcuk terlemeye başladı. İşin böyle olabileceğini hiç düşünmemişti. Deminki neşeli hali kaybolmuştu. Torbaya yetişmek, onları yere düşürmemek için koşup duruyordu. Koştukça nefes nefese kalıyordu. Fakat hiç ses çıkaramıyordu. “ Yapmayın, birazcık yavaşlayalım” diyecek oldu. Fakat bunu yapmaya kendine yediremiyordu. Böyle olmasını kendisi istemişti. Bu yüzden ses çıkaramıyor, ne derlerse, ne yaparlarsa ayak uydurmaya çalışıyordu.
Kamyonlar, sıra sıra tükenmeye başladı. Tempo ise azalacağına artıyordu. Zeki’nin ayaklarında takat kalmamıştı. Yorulmuştu. Hem de ne yorulma? Torbaları dahi kucaklayamaz olmuş, ayakları titremeye başlamıştı. Bir ara sendeledi.
Salih:
_ Hocam, istersen seni de değiştirelim, mesele başka… dedi.
Zeki gururluydu:
_ Yok ağabey. Böyle iyi. Alıştım, diye cevap verdi.
İş hayli uzun sürdü. Kamyonlar, ancak mesai sonuna doğru bitti. Sadece bir kamyon gelmemişti. Mesai sonuna kadar gelmezse gideceklerdi işçiler. Oturup beklemeye başladılar.
Zeki’nin yüzü kıpkırmızı olmuştu. İçinden “inşallah gelmez” diye geçiriyordu. Yorulduğu her halinden belliydi. Hiç konuşmuyordu.
Salih:
_ Helal sana hoca. Paranı son kuruşuna kadar hak ediyorsun, mesele başka, tebrik ederim, dedi.
Zeki cevap vermedi. Yorgunluktan ağzını açamıyordu bile. Sadece tebessüm edebiliyordu.
Diğerlerinden de laf atanlar vardı Zeki’ye:
_ Maşallah hiç yorulmuşa benzemiyorsun hocam. Bak Hasan’a hiç iş yapmadığı halde haşatı çıkmış gibi, diyorlardı.
Herkes gülüyordu. Zeki söylenen bu sözlere aldırmadı. Sadece dinliyordu onları. Oturduğu yerde dinlenmeye çalışıyordu.
Fazla dinlenemeden son kamyon da geldi. Aynı tempo ile onu da boşalttılar. Bu son kamyon olduğu için bu sefer daha hızlı çalıştılar. Hep bir ağızdan:
- Vira Vira! diye bağırıyorlardı.
Ertesi gün Zeki, işe gelmedi. O kadar çok yorulmuştu ki sabah yataktan kalkamamıştı.
Salih:
_ Zeki parasını helal ettirdi ya, ondan mesut kimse yoktur, mesele başka, dedi.
Diğerleri de kahkahalarla güldüler. Mesai saati gelince her zamanki işlerine başladılar. Ama bugün parasını helal ettirecek Zeki, aralarında yoktu. Çünkü O, doğruluğundan ve dürüstlüğünden ayrılmamış, yorgun düşmüş ve işe gelmemişti.
15 Temmuz 2000
Gazimağusa
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.