- 950 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
Denizi Hissetmek
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Senin baktığın o yerden, tam da o açıdan bakmak için… Gördüklerinin yüzünde geçirdiği dönüşümü kendi yüzümde de gerçekleştirebilmek, o şeyleri içinden çekip çıkardığın dünyayı sendeki o pervasız gülüşe neden olacak bir anlama kavuşturmak, yani senleştirmek… Seninki gibi bir dünya kurmak için aradım seni o gün.
Gülüşün ne hâle geldi aradığımda, dünya bir an da olsa senin için bile karmaşık bir yere mi dönüştü, bilmiyorum. Ama emin olduğum tek şey sesinde o an’a kadar rastlamadığım bir boşluk oluşması birden… Bir an da olsa o hayran olduğum açıyı kaybettin galiba ve ilk kez çok gülünç bir oyunun parçalarından biri olarak görmedin içinde bulunduğun sahneyi. Tabii, beklediğim gibi ancak birkaç saniye aldı bu kendinden kopuş hâlin… Hemen hatırladın, hayat hakkında uzun yıllar önce ulaştığın o kesin yargıyı: “Hiçbir şey çok ciddiye alınacak kadar önemli değil” dedin… Daha doğrusu soruma cevap olarak söylediklerine bu anlamı giydirdin… Ve seni aramakta ne kadar haklı olduğumu da göstermiş oldun böylece. Oradaydın yine… O tepenin üstünden, her köşesini görecek kadar bir bütüne kavuşturarak, içine karışıp kaybolmadan, uzaktan seyredenlere has o derin bakışla; gülünesi şeylerle dolu, küçük, şirin mi şirin bir yere dönüştürmüştün yine dünyayı… Ve ben de oradakilerden biri olarak “aşağıya gel” diyordum sana.
Kursa başladığım ilk gün “hocamız nasıl biri olacak acaba” diye düşünüp kaygıyla sıramda kapının açılmasını beklerken, beklediğim şey oldu nihayet ve usulca aralandı kapı… Ve içeri sen girdin. Korktuğum şey olmamış, kursu bir işkence sürecine dönüştürecek o tatsız duygu uyanmamıştı içimde. Önceki deneyimlerimden biliyordum: Bir ortama girdiğimde eğer en derinimde bir yerde sert rüzgârlar esmeye başlamışsa; yani içim hoşlanmamışsa o yerden, üşümüşse… bir daha asla orada bulunmak istemiyor, bulunmak zorunda kaldığımdaysa sadece fiziksel olarak var olabiliyor, oradan kurtulacağım an’ı iple çekiyordum. Sen içeri girdindeyse bu ihtimali tamamen dışlayan bir durum oldu: Sınıfın soğuk yüzü gülümsemeye başladı birden.
“Merhaba” demenden tut, masana doğru yönelip birkaç saniye içinde kırk yıllık öğretmenimizmiş gibi bize şakalar yapıp sorular yöneltmen; hepimizi aynı şeyin bir parçası hâline getiren bir bakışla, sivri yanlarımızı usul usul törpüleyip ‘buraya İngilizce öğrenmeye gelen bir öğrenci’ olmamızın gözlerindeki o pırıl pırıl ışığın kaynağı olmamız için fazlasıyla yeterli olduğunu, şirin görünmek için çırpınmamız gerekmediğini -gerek hareketlerinle, gerek sözcüklerinle- bir şekilde fısıldaman, doğru yerde olduğumu anlamama yetti. Ders bittiğinde artık evimde gibiydim.
Sonraki günlerde İngilizce kelimeler yanında seni anlatan kelimeleri de öğrenmeye başladım gitgide. Hatta bir noktadan sonra sen öyle öne geçtin ki bu öğrenme sürecinde, İngilizce öğrenmek kursa gelişim için bir amaç olmaktan çıktı; seni bir parça daha tanımam, bütüne kavuşturmam için vesile hâline geldi. Ders anlatırken sadece o dersten söz etmiyor, onun aracılığıyla hayata dair bir şeyler de söylüyordun sanki. Mesela “Abartma” diyordun, sözcüklerinle olmasa da her hâlinle. “Hiçbir şey çok mükemmel olmak zorunda değil. Gerçekten yaşayan, nefes alan bir şey kusursuz da olamaz zaten… Olursa bir kalıba girmek, ona sığışmak zorunda kalır çünkü. Dilin sürçsün, bırak! Dolu dolu nefesler almak için, evrende kendine biraz daha yer açmak, bir kalıba hapsolmamak için yap bunu. Bak bana, hiç kasıyor muyum kendimi? Sahilde martılara yem atıyorum sanki. Denizi hissetmek için ille yanında mı olmalı yani?”
Örnek cümlelerle İngilizce hakkında bize bilgiler verirken, kendinden de –bu kez davranışların aracılığıyla değil, gerçek kelimelerle- söz ediyordun bazen. Öylesine kurduğun İngilizce bir cümle, bazen dakikalarca hayatına dair konuşmanın kapılarını açan bir anahtar olabiliyor, seni daha iyi tanımamı sağlayan bir tılsıma dönüşebiliyordu. “İyi ki önceden hazırlık yapıp cümleleri belirlemiyor” diyordum içimden. Bu provasız, içinden geldiği gibi davranma hâlin sayesinde şu sıralar hayatında biri olmadığını bile öğrenmiştim mesela.
Derslerden birinde, bir şey sormak istediğimizde aramamız için telefon numaranı yazmıştın tahtaya. Gözlerini bize ödünç vermek istemiştin belki de… Bizimkilerde hoşuna gitmeyen gölgeler görmüş, onları silip süpüren rüzgârlar estirmek istemiştin baktığın yerden bakmamızı sağlayarak. Ya da belki de sadece İngilizce öğretmek istemiş de olabilirsin tabii. Ben duymak istediklerimi duymuşumdur belki, varlığınla fısıldadıklarında.
Sonuçta aradım seni, görüşmeyi talep ettim. Birkaç saniye ancak süren bir duraksamadan sonra hemen kabul ettin teklifimi. Sanırım o kendinden uzak, bir boşlukta kalakaldığın kısacık sürede benim kurstaki gölgemsi varlığım geldi aklına. Sınıfın en utangaç öğrencisi olarak zihninde beliren görüntüm, aklına gelen ‘arama nedenlerim’in önemli bir bölümünü silip süpürdü… ve hemen geri döndün yerine. Yine ellerinin arasına alacak kadar küçük, sevimli bir cam küreye döndürdün dünyayı. Beni de içine katarak tabii… Teklifime yanlış bir anlam yüklemediğini söyleyen bir ifadeyle, çok doğal bir şey söylemişim gibi, “Tabii, neden olmasın?” dedin. “Nerede buluşalım?”
YORUMLAR
Gün güzelliğine ve sevgili yazarıma selam olsun.
Duru yüreğiniz dert görmesin.
Sevgilerimle.
Kalemin hakkını veren ve değerli bir sunum edebiyatın dokusu ve dokunuşunda yürekleri de ihya eden.
Mavilikler
Bir romana başlar gibiydi paylaşım. Sanırım arkası gelecek.
Güzel bir paylaşım olmuş yüreğinize sağlık.
Saygılarımla...