- 469 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Orhan Pamuk’un “Kar” Romanı
Orhan Pamuk, Nobel Edebiyatı Ödülü almasından sonra okuduğum bir yazar oldu. Daha önce hiçbir romanını okumamıştım. İlk Önce “Benim Adım Kırmızı”yı okudum. Sonra “Kara Kitap” ardından “Masumiyet Müzesi” ve son olarak da “Kar” adlı romanını aldım elime…
Orhan Pamuk ile ilk tanıştığımda, yani okuduğum ilk romanında çok şaşırmıştım. “Benim Adım Kırmızı” kitabı o kadar ağır gelmişti ki bana, edebiyat fakültesi mezunu olmama ve yıllarca edebiyat öğretmenliği yapmama rağmen bu kitabını anlamakta çok zorlanmıştım. Defalarca sözlük karıştırmıştım. Benim anlamadığım bir kitabı normal bir okuyucu nasıl anlayacaktı?
Roman, 1591 yılında İstanbul’da karlı kış gününde geçiyordu. Şeküre adlı bir kadının 4 yıldır savaştan dönmeyen kocasının yerine yeni bir koca aramasını anlatıyordu. Eve davet edilen nakkaşlar ve Osmanlı padişahının gizlice yaptırdığı bir kitap için Frenk etkisi taşıyan tehlikeli resimler konu ediniyordu. Yazar, o kadar karışık, o kadar ağır bir dil kullanıyordu ki anlamak mümkün değildi. Hayatımda belki de daha bu kadar anlaşılmaz bir roman ile karşılaşmamıştım. Kendi kendime “Bu adama nasıl Nobel Ödülü vermişler?” demekten kendimi alamamıştım.
Tabii böyle bir yazarı sadece tek bir romanla değerlendirmek doğru olmazdı. Bu nedenle çok zaman geçmeden “Kara Kitap”ı okudum.
Bu romanda Galip adlı biri, kayıp karısı Rüyayı arar. Celal adlı bir gazetecinin köşe yazılarını okur. Kısaca eski İstanbul’u anlatan bir romandır. Ama maalesef bu romanı da okuyunca düşüncem yine değişmedi. Aynı sorunlar bu kitapta da vardı. “Artık elime Orhan Pamuk’u almam” dedim kendi kendime.
Bu sözümde duramadım. Birkaç ay sonra “Masumiyet Müzesi” elime geçti. Onu da okudum. Bu roman diğerlerine göre daha temiz bir Türkçe ile yazılmıştı.
“Masumiyet Müzesi”nde yazar, bir iş adamının kendisine anlattığı aşk hikayesini anlatıyor. Yalnız bu roman, bende eski Türk filmlerinin etkisini bıraktı. Yani eski siyah beyaz Türk Filmleri tadında bir romandı. Okurken kendimi hep eski bir Türk filmi izler gibi hissettim…
“Kar” adlı romanı ise daha yeni okudum.
Roman hakkında söylenecek ve yazılacak çok şey var. Her şeyden önce romanın bir aşk romanı mı; yoksa siyasi bir roman mı olduğuna karar vermek lazım.
İlk ele alındığında basit bir aşk romanı gibi görünüyor. Ama sayfalar ilerledikçe bunun aslında siyasi bir roman olduğuna hükmetmek hiç de zor değil. Zaten Orhan Pamuk da kitabın arkasında yer alan “Sonsöz” bölümünde “Kar’ı önceki romanlarıma göre, özellikle Kara Kitap ve Benim Adım Kırmızı’ya kıyasla çok fazla zorlanmadan, neredeyse kalemimin ucuna geldiği gibi üç yıldan kısa bir sürede yazdım. Siyaseti ve hayatın tuhaflığını gösteren bir romanı yazmayı gençlik yıllarımdan beri düşlüyordum.” (Sayfa 395) diyor. Hatta satır aralarında “Ceza almamak ve kitabın toplatılmaması için, çıktığı her programda, verdiği tüm demeçlerde bunun bir aşk romanı olduğunu söylediğini” belirtiyor. Demek ki roman, siyasi içerikli bir roman. Bunu ilerleyen sayfalarda daha çok anlıyoruz.
“Kar” romanı asıl adı Kerim Alakuşoğlu olan fakat bu adı hiç kullanmayan, kısaca Ka adını kullanan kahramanının içinde bulunduğu olaylar anlatılıyor. : “ Yolcunun adının Kerim Alakuşoğlu olduğunu, ama bundan hiç hoşlanmadığı için kendisine adının ilk harfleriyle Ka denmesini tercih ettiğini, bu kitapta da öyle yapacağımı hemen söyleyeyim.” (sayfa 10)
Tam yeri gelmişken burada şunu da belirtmek istiyorum: Orhan Pamuk, “Kar” romanında yukarıda görüldüğü gibi yer yer araya girerek okuyucuya bilgiler veriyor ve onlarla adeta konuşuyor. Tanzimat Dönemi’nin ilk yıllarında acemi yazarlarımızın bilmeden kullandığı bu kusurlu yöntemi, Orhan Pamuk gibi Usta bir yazarın nasıl kullandığını anlayabilmiş değilim. Öyle ki romanın birçok bölümünde Pamuk, araya giriyor, düşüncelerini söylüyor ve okuyucuyu adeta yönlendiriyor. Bu da bana göre romanın akışını ve büyüsünü oldukça bozuyor. Büyük bir hata!
Ka, uzun yıllar siyasi nedenlerle Türkiye’den kaçmış, Almanya’da yaşamış bir şair olarak karşımıza çıkıyor. Çok tanınmamış biri olmamakla birlikte Kars’ta çok önemli bir yazar gibi karşılanıyor. Bunun sebebini Kars’ın geri kalmışlığından dolayı oraya pek kimsenin gitmeyişinde ve orasının tanıtılmamasında ve buraya hizmet verilmeyişinde aramak lazım diye düşünüyorum. Zira Karslılar Ka’yı kendisini gazeteci olarak tanıttığından dolayı, ünlü bir şair ve gazeteci olarak görüyorlar. Amaçları da Kars’a gelen bu gazetecinin şehirlerini en iyi şekilde anlatıp tanıtması. Belki bu sayede dikkatler çekilir ve Kars şehri gelişir. Oysa Ka’nın gazeteci olmadığını biliyoruz.
İlerleyen sayfalarda Ka’nın aslında Kars’a geliş sebebinin üniversite yıllarında aşık olduğu, sevdiği ve fakat ayrı kaldığı, başka biriyle evlendiği sevgilisinin Kars’ta yaşadığını ve eşinden boşandığını öğrenmesi üzerine gittiğini öğreniyoruz. Ama Ka kendisine “Neden Kars’a gidiyorsun?” sorusuna hep: “Belediye seçimleri ve intihar eden kadınlar için gidiyorum. (Sayfa 11) cevabını veriyordu. “Bu konuda gazetede bir yazı yazacağını” belirtiyordu.
Ka, bir otobüsle Erzurum’dan Kars’a gider. Cama dayanarak yolda gördüğü manzarayı izleyerek düşünür. Memleketin fakirliğini, yokluğunu, insanların çekingenliklerini aklına getirir.
Ka, Kars’a geldiğinde üniversiteden eski arkadaşlarını bulur. Yine bu yıllarda âşık olduğu ve eski sevgilisi diyebileceğimiz Kars’ta otel çalıştıran İpek’in oteline yerleşir. Birkaç gün burada kalacaktır.
Peki kızlar neden bu kadar çok intihar ediyordu Kars’ta. Onları intihar etmeye iten sebep ne idi? Ka, en çok da bu soruya cevap bulmak istiyordu.
Orhan Pamuk, bu soruya cevabı Ka’nın gözlemlerine dayandırarak verdirir:
“Hikayelerdeki yoksulluk, çaresizlik, anlayışsızlık değildi Ka’yı bu kadar sarsan. Kızlarını sürekli döverek ezen, sokağa çıkmasına bile izin vermeyen ana babaların anlayışsızlığı, kıskanç kocaların baskısı ve parasızlık da değildi. Ka’yı asıl korkutan ve şaşırtan şey intiharların sıradan günlük hayatın içine, habersiz, törensiz, birdenbire girivermesiydi.
Yaşlı bir çayhane sahibi ile zorla nişanlandırılmak üzere olan bir kız mesela, her akşam yaptığı gibi annesi, babası, üç kardeşi ve babaannesiyle birlikte akşam yemeğini yemiş, kirli tabakları kardeşleriyle her zamanki gibi gülüşüp ve çekişerek topladıktan sonra, tatlı getirmek için mutfaktan bahçeye çıkmış, pencereden annesiyle babasının odasına girip babasının av tüfeği ile kendini vurmuştu…” ( Sayfa 18)
Bu intiharların sebepleri siyasi mi idi? Ana babaların kızlara karşı olan baskısı mıydı? Yoksa kızların mutsuzluğu mu idi? Peki kızlar neden mutsuzdu? Onları mutsuzluğa iten sebep ne idi? İnsanın kendi hayatına son verecek kadar insana sıkıntı veren şey ne olabilirdi?
Yazar, bu sorunun cevabını da Vali muavinine söylettirir. Sebebin başında mutsuzluk gelmektedir. Ama tek sebep bu olamaz:
“Elbette ki intiharların sebebi bu kızlarımızın aşırı mutsuzluğu, bundan şüphe yok,” demişti Vali Muavini Ka’ya: “Ama mutsuzluk gerçek bir intihar nedeni olsaydı Türkiye’deki kadınların yarısı intihar ederdi.” ( Sayfa 20)
Ka, şehirde araştırmalar yapar. İntihar eden kadınlarla öğrencilerin çoğunun bunalımda veya aşk acısından kendilerine kıydıklarını anlar. Ama diğer taraftan da ölen bu kızların üniversitede okuyan ve başörtüsü taktıkları için sınıflara alınmayan öğrenciler olduğunu öğrenir.
Şehrin her yerine belediye tarafından intiharın dinimizce de yanlış olduğunu, yasak ve haram olduğunu hatırlatan pankartlar asılmıştır: “İnsan Allah’ın bir şaheseridir ve intihar bir küfürdür”
Karların aşırı yağmasından dolayı yollar kapanacak ve şehre giriş çıkışlar bir süreliğine yapılamayacaktır. Ka da bu süre içinde araştırmalar yapar. Ölen kızların aileleri ile görüşür. Bilgiler alır.
Yazar, karı romanda sembolize etmiştir. Kar, saflığın, temizliğin, berraklığın simgesi olarak düşünülmüştür. Bu haliyle de Kars, saflığın ve temizliğin bir şehri olarak verilmiştir. Kar, şehrin bütün pisliğini, kötülüğünü, çirkinliğini örtmektedir. Bembeyaz görüntüsüyle insana huzur ve rahatlık vermektedir. Şehir, yağan kar ile pislikten, çamurdan, tozdan topraktan arınmıştır.
Ka’nın artık şehirde olduğu herkes tarafından duyulmuştur. Kars’ta yayın yapan Yerel bir gazete de O’nun tanınmış bir gazeteci ve şair olduğunu, şehirlerini gazetesinde tanıtmak için araştırma yaptığını ve gece Kars’ta yapılacak bir törende son şiirini okuyacağını yazar. Ama Ka’ya böyle bir davet gitmemiş ve ondan şiir okunması istenmemiştir. Yerel TV de bu haberi geçer. Ka, davet almadığı için bu geceye gitmeyi düşünmemiştir.
Roman, ilginç gelişmelerle devam eder. Kars, adeta Rus romanlarında veya filmlerinde gördüğümüz ajanlarla dolu olarak gösterilir. Ka’nın arkasında sanki hafiyeler ordusu vardır. Ajanlar, sivil polisler, askerler hep onu takip etmektedir. Ka’nın attığı her adım ve yaptığı her eylem bilinmektedir. Kiminle konuşursa konuşsun kayıt altındadır. Bu durum neredeyse romanın bütün bölümlerinde böyle verilmiş ve Kars sanki bambaşka bir ülkenin şehri olarak gösterilmiş. “İnsan, burada nasıl rahat yaşayabilir?” demekten kendini alamıyor okuyucu.
Ka, romanda ateist biri olarak veriliyor. Allah’a inanmayan bir kişi olarak okuyucuya anlatılıyor. İnsan, inansa da inanmasa bazen sorguluyor. Allah gerçekten var mı, yok mu demekten kendini alamıyor. Bazen de böyle düşündüğü için pişmanlık duyuyor ve tövbe edip Allah’tan özür diliyor.
Ka da Almanya’da kaldığı süre içinde Allah’a inanmayan bir kişilik. Ama Kars’a geldiğinde adeta bu fikrini değiştiriyor. Pişmanlık duymuş gibi karın temizliği, berraklığı onda farklı duygular uyandırıyor. Şeyh ile görüştüğünde şeyhin elini öpüyor. Sanki pişmanlık duymuşçasına:
“Kar, bana Allah’ı hatırlatmıştı” dedi Ka. “Bu alemin ne kadar esrarengiz ve güzel olduğunu, yaşamanın aslında bir mutluluk olduğunu hatırlatmıştı kar.” (Sayfa 93) diyor.
Burada okuyucu ister istemez bir çelişkiye düşüyor. Acaba Ka, gerçekten ateist mi? Allah’a inanmıyor mu? Kars’a gelince kendisini öldürürler diye korkusundan mı Şeyhin elini öpüyor? Yoksa gerçekten hidayete erip inançsızlığı için pişman mı oluyor? Ka’nın bir ikilem içinde olması okuyucunun gözünden kaçmıyor…
Bununla da kalmıyor romanda tanıştığı ve çok sevdiği İmam Hatip öğrencisi Necip’i de şöyle konuşturuyor: "Allah’ın terk ettiği kişi, her akşam kahveye gidip arkadaşlarıyla gülüşüp kâğıt oynasa, her gün sınıfta arkadaşlarıyla kahkahalarla gülüp eğlense, bütün günlerini dostlarıyla sohbet ederek de geçirse yapayalnızdır." (Sayfa 134)
Buradan hareket ederek Yazarın kendi içinde bir çelişkiye düştüğünü, inançsız geçirdiği ömrünü pişmanlık duyarak Allah’a yöneldiğini söyleyebiliriz. Veya en azından yazarın bu olguya dikkat çekmek istediğini söyleyebiliriz. Öyle ki ileriki sayfalarda çok dindar olan Necip ile Fazıl’ın dahi ateistlik şüphesi içine düştüklerini gösterecektir. Ama anında bundan pişman olarak tekrar dine sarıldıklarını anlatacaktır.
Necip, İmam Hatip Lisesi’nde okuyan, İslam görüşüne sahip bir gençtir. O da Kadife’ye aşıktır. Akıllı ve zeki olan Necip İslamcı bir yazar olmak hevesindedir. Onun bir de Fazıl adında bir arkadaşı vardır. O da tıpkı Necip gibi hareket etmekte ve Necip gibi düşünmektedir. Öyle ki bu kişi hiç ayrılmazlar. Bir bütünmüş gibi hareket ederler.
Burada bu iki isim yan yana gelince bize ister istemez Şair Necip Fazıl Kısakürek’i hatırlattı. Orhan Pamuk ile Necip Fazıl arasındaki ilişkiyi tam olarak anlayamadık. Acaba Pamuk, bu isimleri özellikle Üstat Necip Fazıl’ı hatırlatmak için mi verdi? Yoksa bir tesadüf mü? Bu kadar tesadüf olacağına aklımız ermedi doğrusu…
Romanda asıl anlatılmak istenilen düşüncenin o yıllarda baş gösteren ve hala günümüzde de devam eden baş örtüsü sorununa dikkat çekilmek olduğunu söyleyebiliriz.
Baş örtmek Türkiye’de o yıllar hayli sorun olmuş ve çok büyük bir mesele haline gelmişti. Öyle ki okullara baş örtüsü ile gelen öğrenciler sınıflara alınmıyor, modern anlayışa ters düşüyor diye sınıflardan kovuluyordu. Oysa medeniyetin beşiği olarak addedilen Avrupa’da kıyafet yüzünden kimse kimseye karışmıyor, herkes birbirine saygı duyuyordu. Örtünmüş, örtünmemiş kimse diğerine bir şey söylemiyordu. Giyiminde herkes özgürdü. Demokratik anlayış ile hareket edildiğinde de böyle olması gerekirdi. Çünkü bu sadece onu yapan kişinin düşüncesi ile ilgiliydi. Baş örtüsünü takmakla geri olunamayacağı gibi takmamakla da ilerici ve aydın olunamazdı. Bu tamamen kul ile Allah arasında bir tercih idi. Dine bağlı olan, dininin gereğini yerine getirmek isteyenlere saygılı olmak gerekirdi. Tabii takmayanlara da “Neden takmıyorsun?” diye olumsuz gözlerle bakılamazdı?
Gelin görün ki bu mesele Türkiye’de olduğundan fazla abartılarak büyük bir sorun haline getirilmişti. Bu nedenle birçok yuvalar yıkılmış, birçok canlar heba olmuştu. Oysa yapılması gereken tek şey, kişiye saygı duyulması idi. Kimse kimseye karışmayacağı için ve kimse kimseyi hor görmeyeceği için sorun da olmayacaktı.
Romanda başını açmayan kızların temsilcisi olarak Kadife veriliyor. Kadife aynı zamanda İpek’in kız kardeşidir.
Kadife’nin babası da ablası İpek de aydın ve ilerici görüşe sahiptir. Kadife ise Kars’ta yaşamanın etkisiyle dinsel yaşamayı tercih etmiş ve bu nedenle kapanmıştır. Başını örtmüştür. Ailesi de ona saygı duymuş ve bir şey dememişlerdir.
Kadife, romanda polisler tarafından aranan Lacivert adında Siyasal İslamcı liderine aşıktır. Lacivert zeki, kültürlü ve gizemli biridir. Şehir şehir gezen, gizli çalışmalarla gençleri örgütleyen biridir. Siyasal İslamcı diye bilinmektedir.
Romanda Orhan Pamuk, sık sık Siyasal İslamcı, Türk Milliyetçisi, Kürt Milliyetçisi gibi terimler kullanmaktadır. Bana göre ayrımcılığa ve bölücülüğe kaçan bu tür terimlerin kullanılması sakıncalıdır. Neticede hepimiz bu ülkenin bir ferdi, birer vatandaşıyız. Hep birlikte yaşıyoruz. Geçmişimiz bir olmuştur. Geçmişte birçok zorluğa, tehlikeye birlikte karşı koymuşuz. Beraber olmuşuz. En önemlisi Kurtuluş Savaşı gibi bir var olma yok olma noktasında hep birlikte hareket etmiş ve Türkiye Cumhuriyet’ini kurmuşuz. O nedenle vatandaşlarımız arasında bu tür ayrımcı terimlerin kullanılmasını doğru bulmadım.
Lacivert, Ka ile görüşmek istemiş ve Necip vasıtasıyla buluşmuşlardır.
Lacivert, Ka’nın “Almanya’da hangi gazetede çalıştığını orada tanıdığı bir gazetecinin olup olmadığını” sormuştur. Ka da bir isim vermiştir. Bunun üzerine Almanya’da yayınlanmak üzere birkaç kurum, kuruluş ve dernek yöneticilerinin bir araya gelerek bir bildiri hazırlanmış ve bu bildirinin Ka aracılığı ile Almanya’da yayınlanmasını istemiştir. Ka da bunu kabul etmiş ve kısa bir süre içinde toplanılarak bildiri hazırlanmıştır.
Lacivert, takipte olduğu için yakalanmıştır. Onun kurtulması için de şehirde nüfuslu olan, askerle arası iyi olan bir sanatçı, Kadife’nin oynayacağı oyunda rol almasını kabul edip oyunda başını açmasıyla Lacivert’in kurtulmasını sağlayacağını söyler.
Romanın 29. Bölümünde Yazar tekrar araya girer. Bu defa başka bir bölümle böler romanı. Romanın en heyecanlı yerinde kendisini Almanya’da bulur. Ve Ka’nın durumunu anlatır. Neden bu bölüm ile roman arasına girerek romanın sonucunu burada verir anlayamadım. Daha okuyucu İpek ile Kadife’nin ne olacağını bilmeden, Ka ile İpek arasındaki aşkın sonucunu öğrenmeden Pamuk, Frankfurt’a giderek Ka’nın eşyalarını alıyor ve yayınlayacağı son şiir kitabını arıyor. Burada da artık Ka’ya ne olmuştur okuyucu öğreniyor. Oysa daha romanın bitmesine sayfalar vardır.
Bana sanki yazar, eserini yazarken son bölümünü, burada karıştırmış ve ortaya yanlışlıkla koymuş hissini uyandırdı. Ama Orhan Pamuk böyle hataya düşecek kadar kötü bir yazar değil. Kendini postmodern anlayışıyla yazan biri olarak addeddiği için bu tür yöntemlere başvurmuştur diyesim geliyor.
Biz roman incelemesine devam edelim:
Kadife, baş örtüsü kullanan İslamcı genç kızların romanda temsilcisidir. Onun başını açmasıyla gerici kesimlerin direnişinin kırılacağı düşünülmüştür.
Kadife ile Lacivert arasında bir aşk yaşanmaktadır. Kadife bu nedenle Lacivert’in kurtulması garanti edilirse rolü kabul edeceğini söyler. Bunun üzerine Lacivert serbest bırakılır. Kadife tiyatroda oynamayı kabul eder. Fakat Lacivert serbest kaldıktan sonra rolde oynamamasını ister.
Bu arada İpek’e büyük bir aşk duyan Ka’nın tek amacı bu şehirden sağ salim çıkıp İpek ile Almanya’ya dönmektir. Bundan sonra Almanya’da mutlu bir yaşam sürmek istemektedir. İpek’i buna ikna edip yollar açılır açılmaz ilk vasıta ile Kars’ı terk edeceklerdir.
İpek de kendisine yeni bir hayat kurmak istediğinden Ka’nın teklifine sıcak bakmaktadır. Eğer Ka, aşkında samimi ise onunla gitmeyi kabul edecektir.
Olaylar, Ka’nın hiç beklemediği yönde gelişir. Lacivert ile İpek’in önceden aşk yaşadıklarını öğrenir. Ve İpek de bunu inkâr etmez. Ama Ka’nın kendisini mutlu edebileceğine inanırsa Lacivert’i unutabileceğini düşünmektedir.
Burada okuyucu ister istemez “İslami düşüncelere sahip biri, iki kız kardeşle birlikte ayrı ayrı aşk yaşar mı?” diye sormaktadır. Ama yazar, burada bunu düşünmeden Lacivert’i iki kız kardeşle aşk yaşayan biri olarak veriyor. Bu düşünce tarzı, İslam anlayışına ve ahlakına hiç uygun bir davranış değildir. Bu nedenle de kafalarda soru işaretleri oluşmaktadır. Acaba Lacivert İslam dinini kullanarak genç ve güzel kızlarla gönül mü eğlendirmektedir? İslamiyet’i bir maske olarak mı kullanmaktadır? Böyle bir anlayış İslam dininde olamaz. Ve bu kesimi benimseyen insanlar arasında buna kesinlikle izin verilemez. O halde yazar neden böyle bir yola baş vurdu?
Lacivert’in aşkları sadece bu iki kız kardeşle bitmiyor. Birçok şehirde gezdiği için başka sevgilileri de oluyor. Neticede, polis ve asker tarafından siyasi suçlu olarak aranan Lacivert, bir baskın sırasında yine sevgilisi olduğu anlaşılan Hande ile evinde televizyon seyrederken öldürülüyor.
Olaylar akıl almaz bir şekilde gelişiyor. Ölümler, cinayetler roman boyunca devam ediyor.
Roman hep Ka etrafında geçiyor. Diğer kahramanlar fazla ön plana çıkarılmıyor. Sadece İpek ve biraz da Lacivert ile Kadife geriden geliyor.
Romanda az da olsa sanat da ön plana çıkarılıyor. Özellikle Kars gibi ücra bir şehirde tiyatro sanatına yer verilerek dünyanın ünlü yazarlarından örnekler sahneleniyor. Tiyatrocu olan iki karı koca burada sanatlarını konuşturuyorlar. Tabi bunu yaparken de kendi siyasi düşüncelerini üstü kapalı da olsa halka benimsetmeye çalışıyorlar.
Kadife’nin de rol aldığı bir oyunda başörtüsü baştan atılarak yakılmış ve bunun sonucunda salonda olaylar çıkmıştır. Kadife tutuklanır.
Ka, oyun sonrası otele dahi götürülmeden bir trene bindirilerek Kars’tan ayrılmıştır. İpek, bazı gelişmelerden şüphelenerek Ka’yı sorumlu tutmuştur. Bu nedenle de Almanya’ya gitmekten vazgeçmiştir.
Edebi bir eser olarak pek kayda değer göremediğim Kar romanında yazarın önceki romanlarına göre daha basit, daha sade bir dil kullandığını söyleyebilirim. Ama ne yalan söyleyeyim Orhan Pamuk’u dördüncü kez okumama rağmen onun hakkındaki düşüncem ve görüşüm maalesef yine değişmedi. Yine karışık, amaçlı ve kafa bulandıran bir eserle karşılaştım. Gereksiz düşüncelerle okuyucuyu kendi isteği doğrultusunda yönlendirmeye çalışan biri olarak algıladım.
Kar romanı beni üşüttü… Adeta dondurdu…
Şunu da unutmamak lazım. Bir eserdeki görüş sadece onu yazan kişiye aittir. Bu da ancak kendisini bağlar… Bize de demokratik anlamda düşüncelere saygı duymak düşer.
Ama sadece saygı duymak. O kadar…
Onu benimsemek zorunda değiliz…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.