- 338 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÇINAR AĞA (2)
ÇINAR AĞA (2)
İkinci Çınar: Fırtına Müjdecileri
Minibüsten iner inmez koltuk değneğime yaslanarak ağır ağır evime gidiyorum. Her maaş günümde olduğu gibi torun tombalak beni bekliyordur evin önünde. Tahta kapıyı açıp da avluya girerken çocuk çığlıkları yükseliyor, torunlarım “Dedem geldi, hoş geldin dede!” diye bağırarak etrafımı sarıyorlar. En küçüğü üç, en büyüğü on altı yaşında tam altı çocuk…
“Geçin bakalım sıraya!” diyerek benim için hazırlanan tahta sandalyeye oturuyorum. Her zamanki gibi karşımda yaş ve boy sırasına geçiyorlar. En önde en küçük ve en sevimli torunum -Kemal’in neslinden- Çınar var; annesi işi biliyor, eline bir poşet tutuşturmuş. Uzattığım elimi öperken babasının ezberlettiği sözleri kendine has telaffuzla tekrar ediyor: “Tişkü ediyim dedemin dedeşi!”
Yanaklarından öptükten sonra marketten aldığım hediyelerden birer tane koyuyorum poşetine, pantolon cebine de yüz lira sıkıştırıyorum. İkinci sıradaki kız çocuğu altı yaşında; Çınar’ın ablası, adı Nehir. Ona da aynı şeyleri verirken: “Çınar’a dikkat et, parasını düşürmesin,” diyorum. Üçüncü ve dördüncü sırada ilköğretim son sınıfta okuyan Aynur –Ahmet’in neslinden- ve Okan -Kemal’in neslinden- var; market hediyelerinden başka yüz ellişer liralarını alınca sevinerek evlerine doğru koşuyorlar. Beşinci sıradaki Meltem –Ahmet’in neslinden-, lise iki öğrencisi; onun hakkı üç yüz lira. “Teşekkür ederim dedeciğim,” deyip yanağımdan öperek kalbimi fethettikten sonra uzaklaşıyor. “Ah kızlar, ah! Ne şirinsiniz, ne tatlı dillisiniz, ne çok sevdirirsiniz kendinizi! ‘Seveceksen erkek çocuğu sev, kız çocuğu zaten kendini sevdirir,’ sözünü boşuna mı söylemişler!”
Son sırada Haylaz Rıfkı –Kemal’in neslinden- var; iki yüz lira uzatınca burun kıvırıyor serseri; hiç vermeyeceğim ama nihayetinde benim torunum, ayırmak olmaz: “Dede, ben Meltem’den altı ay büyüğüm ama ona daha fazla para veriyorsun,” diyerek surat yapıyor.
“Akşama kadar sokaklarda köpek kovalayan birine bu para çok bile! Liseye gideydin, sana da aynı parayı verirdim. Bak, bu sana son ikazım olsun; sigara içen sokak çocuklarıyla arkadaşlık ediyormuşsun, yemin billah ediyorum ki sigara içtiğini işitirsem beş kuruş harçlık vermem sana.” deyince yüzünü ekşiterek kös kös çıkıyor avludan.
Bu avlu, ah bu avlu! 1924’ten 2019’a tam doksan beş yıldır neler neler yaşandı bu avluda. Ne sohbetler, ne ziyafetler, ne düğünler ve ne hüzünler… Vodina muhaciri Garip Ahmet’in neslinden niceleri geldi geçti buradan. Üç koldan çoğalan neslime ait soyağacımı isim isim sıralayamam ama Kemal’in soyundan hareketle her nesle ait birer baba-oğul ismi verebilirim: Oğlum Kemal, eceliyle vefat etti. Onun oğlu Zeki, on yıl önce kalp sektesinden gitti. Zeki’nin oğlu Hakan, ağaçtan düşüp boynu kırılınca yatalak kaldı. Hakan’ın oğlu Tayfun, Tayfun’un oğlu da Çınar… Tam altı nesil…
Kızım Zeynep’i ve neslini hiç hesaba katmıyorum zaten. 59’da, annemin vefatından beş ay sonra İstanbul’a gelin gittiydi Zeynep. 93’te, Demirel’le İnönü’nün hükümet kurduğu yıl Hatice’m vefat edince “Ben de yakında ölürüm, çocuklarım benden sonra mal mülk kavgası yapmasın,” diye düşünerek neyim var neyim yoksa çocuklarım arasında paylaştırmıştım. Üzerime tapulu tek mülk bile kalmamıştı. Zeynep’e on dönümlük koskocaman zeytin bahçesi bağışladım o yıl, ama kıymetini bilemeyip iki yıl sonra satmışlardı. İstanbul’dan bir daire aldılar o parayla. Hem damadım hem de kızım “Allah razı olsun baba, senin sayende kiralık evlerden kurtulduk,” diyorlardı. Beş yıl önce de Hakk’ın rahmetine kavuştu biricik Zeynep’im. Torunlarımdan hiçbiri arayıp sormuyor. ‘Gözden ırak olan gönülden de ırak olur’ derler ya, onlar nasıl ki bizi unuttuysa biz de onları unuttuk.
Yerimden kalkıp evimin kapısını açarak birkaç saniye öylece dikiliyorum.
Bu evi askerden döndüğüm yıl yaptırmıştık; Alman Harbi’nden önce. Evin krokisini rahmetli Salih usta çizmişti. Ne kroki ama! Tren rayları gibi art arda sıralanmış üç oda, her odada sokağa bakan birer küçük pencere… Ama ben seviyorum bu evi, her zaman da sevdim. Girişteki odaya biz “hayat” derdik. Ocağımız burada tüter, maşınkamız –kuzine- burada alev alırdı. Bu oda hem mutfağımız, hem de oturma odamızdı; misafirleri de burada ağırlardık. Orta oda –şimdiki yatak odam- çocuklara aitti, üç çocuğum da orada büyüyüp serpilmişti. Arka odayı hiç sormayın; evimin sıcacık bir yuva olduğu zamanlarda kiler ve yüklük olarak kullanırdık orayı. Şimdilerde girdiğim falan yok, eşiğe çaput tıkayıp farelere terk ettim.
İçimden besmele çektikten sonra “Selamünaleyküm!” diyerek hayata giriyorum, pencere önündeki sekiye oturuyorum yavaşça. “Aleykümselam bey, hoş geldin!” diyor kara gözlü Hatice’m, can parçam, can yoldaşım.
“Ah Hatice’m ah!” diye mırıldanıyorum. “Ne çok özlemişim seni. Bir gittin, pir gittin. Yirmi altı yıl oldu, bir kez olsun gelmedin.”
Kemal yıldırım hızıyla odasından çıkıp kapıya koşarken Ahmet paytak adımlarla ona yetişmeye çalışıyor. Ardından üç yaşındaki Zeynep görünüyor eşikte: “Ben de gitçem, ben de gitçeem!” diye bağırarak ağabeylerinin arkasından ağlıyor. Çocuklar koşuyorlar, itişip kakışıyorlar, bağırıp çağırıyorlar. Avluda olsun, hayatta olsun her yerde bir hareket, bir canlılık; bağırtı ve çığlık…
Gözlerim yaşarıyor. Bu ev ilk inşa edildiğinde önce üç, sonra dört, sonra da beş kişiye yuva olmuştu. O yıllarda bu evi küçücük bir kuş yuvasına benzetirdim. Çocuklar bir bir evlenip de yuvadan uçunca her şey geri sarmış, yuvanın fertleri önce dörde, sonra üçe, sonra da ikiye düşmüştü. Evimi yuvaya dönüştüren can yoldaşımın vefatından sonra ise tek başıma, sipsivri kalakalmıştım ortalıkta.
Çok tuhaf! Evimden günlerce uzak kaldıktan sonra ne zaman geri dönsem üç evladımla birlikte yaşadığım yılların hatıraları canlanıyor gözlerimin önünde. Karımın ve çocuklarımın yaşlılık hâlleriyle ilgili hiçbir hatıra aklıma gelmiyor. Gözlerimde hep aynı tablolar… Bu tuhaf hâlden çıkardığım sonuç şu: Demek ki benim en mutlu çağım o yıllarmış. Çocukları azarlasam da, zaman zaman öfkelenerek kulaklarını çekip yanaklarına şaplak yapıştırsam da o devirlerde çok mutluymuşum da haberim yokmuş.
Sekide serili kilime ilişiyor gözlerim, Hatice’m örmüştü bunu, kırılacakmış veya zedelenecekmiş gibi çekinerek hafifçe okşuyorum; sert. Elimi duvarlarda gezdiriyorum onun sıcaklığını hissetmek için; soğuk. Gözlerim yaşarıyor, nefes alamıyorum, Dışarı çıkıp uzun uzun soluklanıyorum.
O anda birisi “Vay, dedemin dedesi, geldin mi?” diye biri bağırıyor. “Bana da hediye getirdin mi?”
Tayfun… Ağa sülalesinin beşinci nesli. İri yarı, güçlü kuvvetli, son derece çalışkan fakat bir o kadar da patavatsız. Karşısında asker arkadaşı varmış gibi konuşur benimle, olmadık şakalar yapar. Kaç defa uyardım ama bu huyundan vazgeçmiyor. Çok iyi biliyorum ki patavatsızlığı temiz yürekli oluşundan geliyor. Hiç çekinmez, içinden geleni pat diye söyleyiverir. İçi dışı birdir onun. Hiç kimseye söylemediğim bir sebepten dolayı çok seviyorum Tayfun’u. İçimdeki gizli muhabbeti ona bile sezdirmiyorum.
“Hediye” lafını duyunca: “Devlet bile on sekiz yaş diye bir sınır koymuş evladım, yirmi beş yaşını aşmışsın, hâlâ hediye mi bekliyorsun? Getir şu koltuk değneğimi, kahveye gideceğim,” diyorum.
“Sen bana hediye getirmedin ama ben sana getirdim,” diyerek sandalyeye oturtuyor beni. Bir kütük çekip yanı başıma otururken ceket cebinden el büyüklüğünde bir karton kutu çıkarıp uzatıyor: “Al hediyeni!”
“Neymiş bu?”
“Benim eski telefonum. Eski dediğime bakma dedemin dedesi. İki yıl önce aldıydım biliyorsun, gıcır gıcır vallahi! Şarj aleti de içinde. Tam sana göre bu telefon, şarjı on gün gidiyor.”
“Peki sen ne yapacaksın? Telefonsuz duramazsın sen.”
Ceketinin öbür cebinden siyah ekranlı, geniş ve uzun bir telefon çıkarıp gösterirken: “Yeni nesil akıllı telefon dede, internet de var. İster konuş, ister film seyret, ister şarkı dinle. Dansöz bile var. Açayım mı, dansöz oynatayım mı sana?”
Bir anda cinlerim tepeme çıkıyor. “Hööst! Karşında çocuk mu var serseri? Sok şunu cebine de adamı günaha sokma!” diyerek bana verdiği telefon kutusunu yere atıyorum.
“Lazım değil senin telefonun.”
“Şimdi gelgelim asıl meseleye…” diyor Tayfun. “Tamam mı, anlaştık mı? Okey diyorsun değil mi?”
“Hayır, aslaaa!” diye bağırdıktan sonra konuyu değiştirmek için: “Bugün moralim bozuldu bankada, amcanın kızına para göndermeyi unuttum, zavallı kızcağız aç kalmasa bari gurbette,” diyorum.
“Kolayı var dede, ver parayı, hemen halledeyim. Ayfer’in banka hesap numarası yanında mı?”
Cüzdanımdan çıkardığım beş yüz lirayı ve Ayfer’in yazdığı küçük kâğıdı Tayfun’a verirken: “Kasabaya ne zaman gideceksin?” diye soruyorum. “Birkaç gün içinde mutlaka hallet bu meseleyi.”
Tayfun parayı cebine koyarken “Ne birkaç günü dede? İki dakika sonra işlem tamam.” diyerek cep telefonunu çıkarıyor, ekrana işaret parmağını dokundurarak bir şeyler yaparken benim işiteceğim şekilde kendi kendine konuşuyor.
“Hah, şifre geldi! İki yüz kırk iki, üç yüz yetmiş beş… Evet, e fe te… TR76 0001… Ayfer Ağa… Beş yüz lira… Onayla…”
Telefonu arka cebine koyarken: “Tamamdır dedemin dedesi,” diyor. “Ayfer bacımın banka hesabına gitti para.”
İçimden: “Aklı sıra katakulli çeviriyor,” diye geçirirken ani bir öfke patlamasıyla:
“Ulan Tayfun, Ulan Tayfun! Ne katakulli çevirdin anlayamadım ama Ayfer bir ay sonra Kurban Bayramı’na gelecek, eğer sana verdiğim para ona ulaşmadıysa vay hâline! Yemin billah ediyorum, yaşına başına bakmam alırım ayağımın altına!”
“Yahu dede, sen bana güvenmiyor musun? Bugüne kadar kime yamuk yaptım? Ta Ankaralarda üniversitede okuyan Ayfer bacımın parasına göz dikecek kadar şerefsiz miyim ben?”
“Ne bileyim evladım, inanamıyorum işte! Şimdilerde her gencin elinde bir telefon… Kimi şarkı dinlediğini, kimi film seyrettiğini, kimisi de okey oynadığını söylüyor. Sen de çıkmış telefon aracılığıyla para gönderdiğini iddia ediyorsun, inanasım gelmiyor. Cebindeki para bankaya girmeden nasıl gidiyor Ayfer’e?”
“Ben pazarcıyım dede, bankada param var, kredi kartım var, kredili mevduat hesabım var.”
“Neyin olursa olsun. Mantığım kabul etmiyor işte!”
“Şimdi Ayfer’i görüntülü arayayım da kendin sor,” diyor Tayfun. Cep telefonunu çıkarıp işaret parmağını siyah cama dokunduruyor. Önce, çalan bir telefonun, sonra da Ayfer’in sesini işitiyorum: “Merhaba Tayfun abi, nasılsın?”
“İyiyim kızım, sağ olasın, sen nasılsın?”
“İyiydim, havaleni görünce daha iyi oldum.”
“Ben göndermedim canımın içi, dedenin dedesi gönderdi. Seninle konuşmak istiyor.”
Aniden telefon ekranını gözlerimin önüne tutuyor Tayfun. Anlatıyorlardı da inanmıyordum. Gerçekten de torunum kanlı canlı gözüküyor ekranda.
Tatlı dilli torunum bülbül gibi şakıyor maşallah. “Dedeciğim, çok teşekkür ederim. Gönderdiğin beş yüz lira az önce hesabıma geçti. Vallahi Hızır gibisin dedeciğim! Beş kuruşum kalmamıştı. Şimdi yurttan çıkıp yiyecek bir şeyler alacağım.”
Şaşkınlıktan âdeta dilim tutuluyor: “Afiyet olsun, derslerine çok çalış,” diyebiliyorum sadece.
Tayfun, Ayfer’le sohbetini sürdürürken ergenlik çağımdaki yılları hatırlıyorum. Hasır üstünde oturur, içi saman dolu yataklarda yatar, yemeğimizi ocakta, toprak tencerede pişirirdik “1920 ile 50 yılı arasında sürdürdüğüm hayat ile mesela 1850’de veya 1650’de bu köyde yaşayan insanların hayatı arasında ne fark olabilir?” diye düşünüyorum. “Biz kerpiçten yapılmış evlerde otururken onlar mağarada mı yaşıyordu? Evlerimizin çatısı, pencereleri var da onların yok muydu? Biz ayakkabı, kazak, pantolon giyiyoruz da onlar çıplak mı dolaşıyordu? Bizim at ve öküz arabalarımız var da onların yok muydu?” Elbette ki hayır. Televizyonda seyrettiğim tarihî filmlerde sergilenen hayat ile gençliğimdeki günlük yaşantımı karşılaştırınca arada hiçbir fark göremiyorum. Kerpiç evler, çul çaput, demir pulluk ve buğday tarlaları; harman yerinde bir çift öküz ve düven, elimizde üvendire, gece olunca gaz lambaları… “Hah, şimdi buldum işte! Aramızdaki tek fark bu olabilir: Onlar gaz lambası yerine mum veya meşale kullanmışlardır.”
Mensubu olduğum çağda, bizzat yaşayarak tanıklık ettiğim dünyamda 1950’den sonra yavaş yavaş fakat çok köklü değişiklikler olmuştu. Mesela yollarda otomobiller, kamyonlar, havada uçaklar görür olmuştuk. Medeniyetin sıçrama yaptığını 1966’da köyümüze elektrik gelince anlamıştım. Ardından televizyon denilen mucizevi cihazla tanışmış, dünyayı tanımaya başlamıştık. Sonrasında telefon ve bilgisayar inkılapları başlamıştı. Öyle sanıyorum ki binlerce yıllık insanlık tarihinde benim neslimin yaşadığı değişikliklere şahit olan hiçbir nesil yoktur. Fakat tüm bunları görmek veya kullanmak bir şans mı yoksa şanssızlık mı onu tam bilemiyorum.
Tayfun telefon görüşmesini sonlandırınca: “Şimdi anladın değil mi dedemin dedesi?” diyor. “Neymiş? Tayfun hiç kimsenin parasına tenezzül etmez ve hiç kimseye katakulli çevirmezmiş.”
Yere attığım karton kutuyu alıp ceketimin yan cebine koyuyor:
“Beni iyi dinle dedemin dedesi! Bugüne kadar sana en az on defa telefon vermek istedim, hepsini reddettin. Ölsen kimsenin haberi olmayacak yahu! Eğer bunu almazsan veya bir daha yere atarsan senin üslubunla yemin billah ediyorum ki Çınar’ı da Nehir’i de bir daha göremezsin. Bayramda ‘Ne zaman gelip elimi öpecekler?’ diye melil melil bakarak beklersin.”
“Tamam evladım; aldım, memnuniyetle kabul ettim ama bana telefon lazım değil ki! Kiminle görüşeceğim Allah aşkına?”
“Telefon aç, onunla bununla görüş diye vermiyorum dede. Zaten hafızasında sadece benim numaram var. Sazaktepe’de canın bir şey çekerse veya bir sıkıntın olursa beni ararsın diye veriyorum.”
“Kullanmasını bilmiyorum ki.”
“Bir dakikada öğretirim sana,” deyip kutuyu alıyor cebimden, telefonu çıkarıp gösteriyor. “Bak dede, telefon çalınca ortadaki şu tuşa basıp ‘İyiyim Tayfun’ veya ‘Şu ihtiyacım var,’ diyeceksin. Eğer sen telefon açmak istersen önce yandaki, sonra ortadaki tuşa basarak beni arayacaksın. Bu kadar işte! Telefon açmasan da olur, yeter ki ben senin sesini duyayım, iyi olduğunu öğreneyim.”
“Tamam, anladım,” deyip telefonu kutusuyla beraber cebime koyuyorum.
“Şimdi gelelim asıl meseleye… Gelenden gidenden sağlık haberlerini aldım ama bir aydır görüşmüyorduk. Bir çıkıyorsun Sazaktepe’ye, maaş gününe kadar gözükmüyorsun.”
“Cuma namazlarına gelseydin görürdün.”
“Demagoji yapma dedemin dedesi! Çok iyi biliyorsun ki pazartesi, çarşamba ve cuma günleri pazarlarda zeytin satıyorum. Diğer günlerde de Çonga ve çiftlikle uğraşıyorum. Bir de köydeki her ailenin elektrik sorunu diye bir derdim var benim. Meslek Lisesi elektrik mezunuyuz ya, her arızada zırt pırt beni arıyorlar.”
“Para veriyorlar mı bari?”
“Ne parası dede? Ben isteyemiyorum, onlar da vermiyor. Senin anlayacağın bir ‘Allah razı olsun’a tamire gidiyoruz. Şeytan diyor ki köy meydanında aç bir dükkân, “Elektrikçi” diye as bir tabela, her çağırandan al elli lira. Yahu ne diyordum ben? Hay Allah, yine kafam karıştı! Hah, tamam! Anlaştık mı dede? Okey diyor musun?”
Ne diyeceğini, konuyu nereye getirmek istediğini elbette ki çok iyi biliyorum. Dikkatini dağıtmak için: “Yahu Tayfun!” diyorum. “Bir sürü torunum var bu köyde, benimle canıyürekten ilgilenen sadece sensin. Sen benim anam mısın, babam mısın?”
“Anan değilim ama babanım. Oğlumun adı Çınar değil mi?” diyerek yine cep telefonuna sarılıyor Tayfun. Siyah ekrana dokunarak telefonu açarken “Göstereyim, anlarsın,” diyor. “Geçen gün dedemin fotoğraf albümünde senin askerlik resmini buldum, Feys’e atıp paylaştım, yapılan yorumları okuyayım da anla.”
Zamane çocukları derler ya! Al işte, tam zamane çocuğu! Sorsan Türkçe konuşuyor lakin ne dediğini anlamak mümkün değil. Neyi, nereye attın kardeşim? Fese mi, Fas’a mı attın? Fotoğrafımı nasıl paylaştın? Yırttın mı, parçaladın mı, makasla mı kestin? Sormam gereken çok soru var ama sabredip susarak dikkatle bakıyorum. Ekranda çeşit çeşit manzaralar ve insan fotoğrafları görünüyor, derken benim askerlik resmim beliriyor siyah camda, ağzım dilim tutuluyor o an. Hayatımın ilk fotoğrafı bu; vesikalık… Terhis olmadan bir hafta önce komutanın emriyle bahriye üniformalarımızı giyerek gemide çektirmiştik.
“Bak dede, senin fotoğrafına yapılan yorumları okuyayım da gör. Aşağı mahalleden Suat: ‘Foyan meydana çıktı Tayfun, askerde komandoydum diye yutturuyordun bize,’ demiş. Ankaralı bir asker arkadaşım: ‘Oğlum, sen ne zaman bahriyeli oldun? Eğirdir Komando Tugayı’nda beraber askerlik yapmasaydık inanacaktım,’ yazmış. Boşnak mahallesinden Hikmet: “Çok romantik, bu siyah beyaz fotoğrafı nerede çektirdin Tayfun?’ diye sormuş. Daha okuyayım mı dede? Bu resimdeki kişiyi herkes ben zannetmiş. Buradan çıkan sonuç şu ki; sen bensin, ben de senim. İnşallah senin gibi uzun yaşarım. Benim sana benzediğimi fark etmiş miydin dede?”
Cevap veriyorum, ama içimden… İşiten sadece ben oluyorum, “Ah be evladım, yeni keşfettiğin bu sırrı bilmez olur muyum! Sen delikanlılık çağına gelince fark ettim. Çıkardığın sonuca gelince: Ona ne şüphe evladım! Elbette ki ben senim, sen de bensin.”
“Konuşsana dedemin dedesi, niye sustun?”
“Ben kahveye gidiyorum,” diyorum sadece.
“Dur, sana bir müjdem var,” diyerek ceketinin yan cebinden katlanmış bir yağlı kâğıt çıkarıp çarşaf gibi açarak burnumun ucuna kadar sokuyor. Ne olduğunu anlıyorum tabii, elimin tersiyle iterken soruyorum: “Ne ulan bu?”
“Proje dede. Yeni evimizin projesi… Eskiden köylerde herkes kafasına göre ev yaptırıyordu, devir değişti artık. Plan proje olmadan taş üstüne taş dahi koyamazsın. Bu projeyi mühendise çizdirdim, bir demet param gitti vallahi!”
“Bana ev falan lazım değil,” diyerek sandalyeden kalkmaya yeltenirken omzumdan bastırarak oturmaya mecbur ediyor.
“N’olur beş dakika olsun dinle dede, kaçma!.. Bak etrafına, şu daracık avlunun etrafında, hepsi de Ağa sülalesine ait iki üç katlı bir sürü betonarme bina var. Burada ev yapılacak tek yer kaldı, o da senin evinin bulunduğu arsa.”
“İyi o zaman; yık evimi, yap evini. Meslek Lisesinde sana ev yıkmayı mı öğrettiler?”
“Ajitasyon yapma dede. Ağa sülalesinden tek ben garip kaldım. Yerim yurdum belli değil. Yazın çiftlikte, kışın köyde yaşıyoruz. Gerçi çiftlikte rahat ediyoruz ama çocuklar çabuk sıkılıyorlar, ayda yılda bir köye gelince de bugün olduğu gibi geri dönmek istemiyorlar. Kışın ise babamın evinde huzur bulamıyoruz. Biliyorsun, babam çocuk gürültüsünden rahatsız oluyor. Galiba çok yakında da çiftlikten atacaklar bizi. Senin sözünü ettiğin Selim Bey’in bilmem kaç kuşak torunları miras yüzünden birbirlerine girmişler, çiftliği satacaklarmış. Ben alayım dedim ama katır yüküyle para istiyorlar. İstemekte de haklılar; dört yüz ağaç yetişmiş zeytin, iki katlı ev… Önünde sonunda bir para babası alacak bu mülkü. Zaten satılmasa da çoluk çocuk orada kalamayız, çünkü Nehir seneye okula gidecek. Çiftlik’le köy arasındaki yarım saatlik yolu her gün nasıl yürüyecek bu çocuk?”
“Traktöre bindirip götürürsün.”
“Yahu dede, saçmalama Allah aşkına! Dinle bak; yeni evimizin düz giriş katı ardiye olacak. Duvar kenarlarına dörder tonluk beş tane zeytin havuzu yaptıracağım. Orta kat bize ait olacak. Üçüncü kat ise önce dede Çınar’ın, sonra da torun Çınar’ın olacak. Öyle bir balkon yaptıracağım sana ki ömrüne ömür katacak. Kerpiç evdeki çul çaputu atıp sana yeni eşyalar alacağım, mutfağına bir de televizyon koyacağım. Yemeğini alt katta bizimle yiyeceksin, ‘inip çıkamam’ dersen yemeklerini ayağına getireceğim.”
“İstemem, bana ne ev ne de eşya lazım. Senin küçümsediğin o kerpiç ev yetiyor bana.”
“Dinle dede. Bunca yıl yaşamışsın ama kendini tanıyamamışsın. İnan ki ben seni daha iyi tanıyorum. Kerpiç evde durmuyorsun bile, hemen Sazaktepe’ye gidiyorsun. Haftada bir gün kapıyı açıp on dakika havalandırdıktan sonra veremli hastadan kaçar gibi kaçıyorsun oradan.”
“İster yatarım, ister kaçarım; sana ne? Benim evim değil mi?”
“Hah, şimdi yakaladım seni dedemin dedesi! Kerpiç evin arsası kimin elinde? Babamın elinde. Neymiş efendim? Yasal hakkımız; ister tutarız, ister yıkarız. Arsa bizim değil mi?”
Öfkeyle kalkıyorum yerimden, koltuk değneğime yaslanarak avlu kapısına doğru yürürken arkamdan yüksek sesle konuşuyor:
“Sen var ya sen, keçisin keçi! Beş yaşındaki inatçı çocuklardan bile betersin. Kerpiç ev gibi sen de çağ dışı kalmışsın. Şu dört yüz haneli, iki bin nüfuslu köyü gez bakalım. Bir tane kerpiç ev görecek misin, senin gibi bir tane yaşlı keçi bulacak mısın? Senin için iki yol var dedemin dedesi: Ya mazide boğulup öleceksin ya da çağına dönüp yaşayacaksın. Şunu iyice anla: Bu ev senin için yuva falan değil artık, orası sadece bir müze, senin müzen. O müzeye her girişinde ruhun kararıyor, çürüyorsun; fakat bunun farkında bile değilsin. Sana tavsiyem şudur: Mademki Allah sana bu kadar uzun ömür verdi, kurtul maziden, çık o müzeden; çağını yaşa.”
Akıl yaşta değil baştaymış. Tayfun’un bu sözleri balyoz gibi kafama inerken elim kapı tokmağında kalıyor, düşünüyorum. Belki iki belki de üç dakika kıpırdamadan düşünüyorum. “Vay anasını!” diye geçiriyorum içimden. “Çocuk haklı, beni benden daha iyi tanıyormuş; orası gerçekten de benim müzem olmuş da farkında değilmişim.”
Sazaktepe aklıma düşüyor aniden; orada yaptıklarım, inadım, mücadelem… Şimdi anlıyorum ki torunumun ‘müzeden çıkıp çağı yaşama’ tavsiyesini çoktan uyguluyormuşum da haberim yokmuş. Gerçekten de ben beni hiç tanımıyormuşum. Tayfun’un bu sözleri diğer önemli meselede de aydınlatıyor beni. Yaklaşık otuz beş yıldır bana suçluluk duygusuyla vicdan azabı çektiren; iç dünyamda beni “yasal olması, ahlaki ve helal sayılması için yeterli midir” sorularına muhatap eden emekli maaşımla ilgili kesin bir karar vermemi sağlıyor. Şimdi çok iyi anlıyorum ki yasal olup da ahlaki olmayan şeyler de varmış bu hayatta. Emekli maaşımı kesinlikle almayacaktım bir daha. Tayfun nasıl ki tapu kendisinde olduğu hâlde “ahlaki” bulmadığı için kerpiç evi yıkmayıp bana yalvarıyorsa, ben de ahlaki bulmuyordum bu maaşı. Kör Gudubet’in ifadesiyle “On dört yıl çalış, elli yıl emekli maaşı al, oh babam oh! Var mı böyle bir dünya?”
Geri dönüp Tayfun’a bakınca gözlerinde çakmak çakmak umut, dudaklarında endişeli bir tebessüm görüyorum. Akıllı torunum, benim neslim, gençlik hâlim, deli çağım…
“Tamam mı dede, okey diyor musun?” diye soruyor tekrar.
Sağ elimi yumruk yapıp havaya kaldırırken onu taklit ederek bağırıyorum:
“Okey be, okey!”
Tayfun bir sevinç narası atarak ellerime sarılıyor, elimi ve yanaklarımı öperken gözlerinin yaşardığını fark ediyorum.
***
Kahveye gidiyorum; köy kahvesine… “Köy kahvesi” derken küçük, salaş bir çay ocağını kastetmiyorum. Köyün ortak mülkü burası. Tek katlı, geniş ve üç cephesi de pencereli olduğu için epey aydınlık fakat iç karartıcı bir bina. Sebebi ise çok eski ve basık tavanlı oluşu. Kahvehanenin iki cephesini kuşatan bahçe de çok geniş, aynı zamanda havadar ve ferah. Köylüler kışın soğuk ve yağışlı günleri hariç genellikle burada oturur.
Bahçede birçok masa var fakat hepsi de dolu. Müşteriler üçlü beşli gruplar hâlinde masaların etrafındaki sandalyelere kurulmuşlar, çay içerek sohbet ediyorlar. “Hangi masaya ilişeyim, kiminle sohbet edeyim?” diye düşünüyorum fakat yaşıma uygun, kafa dengi birini bulamıyor, öylece dikiliyorum ortalıkta. En yaşlısı yetmiş yaşında olan müşterilerin hepsi de bana göre çoluk çocuk sayılır. Aslına bakarsanız bu köyde sohbet edebildiğim, seksen yaşını aşmış birkaç kişi var. Onlar da genellikle akşama doğru kahveye çıkarlar.
Her zamanki gibi kahvecinin oğlu Hamdi yetişiyor imdadıma. İçeriden küçük bir masa getirip önüme koyarken: “Bekle bir dakika Çınar Ağa,” diyor. Tayfun için “Akıl yaşta değil baştadır,” demiştim ya; şimdi de bu sözü biraz değiştirerek Tayfun’un yaşıtı Hamdi için söylüyorum: “Olgunluk yaşta değil gönüldedir.” Niçin mi böyle diyorum? Az sonra bana bir sandalye getirecek ve ardından, pişirdiği orta kahveyle birlikte bir bardak suyu masama koyacak. Gördünüz işte, sandalyeyi getirdi bile. “Sağ ol evladım!” diyorum otururken.
Hamdi’nin babası, oğlunun tersine abus suratlı ve aksi bir adam. Kahvede müşteri fazla olduğu zaman kolay kolay kahve yapmaz, siparişimi duymazdan gelir. Huyunu bildiğim için ben de ısrar etmem. Ne zaman ki müşteri azalır, ocakta oturmaktan canı sıkılır; kahve yapıp getirir. Cimri mi cimri, hesapçı mı hesapçı… Sürekli çetele tutar, hiç kimsede beş kuruşunu bırakmaz.
Köy meydanında üç kahvehane var. Biri tam karşıdaki Talip’in kahvesi. Bina iki katlı; alt katta üç dört dükkân var, üstte ise kahvehane… Meydanın üst tarafında Gençlerbirliği Kulübü dedikleri bir kahvehane daha var; oraya daha çok gençler gidiyor. Fakat şimdi, ağustosun bu sıcak gününde ikisi de bomboş; köyde ne kadar işsiz güçsüz varsa köy kahvesinin bahçesine toplanmış. Sebebi ise buraya serinlik veren ortadaki büyük çınar.
Ulu çınar demiyorum, çünkü çok genç; doksan dört yaşında. Hesaplarsam kaç aylık ve hatta kaç günlük olduğunu dahi söyleyebilirim. Uzun dallarıyla ve açık parmaklı bir ele benzeyen diri yapraklarıyla bahçenin hemen hemen her tarafını gölgeleyip serinleten, en hafif rüzgârda bile hışırdayarak mutluluk bestelerini fısıldayan bu çınarın benim hayatımda çok özel bir yeri var. Genç çınarın gövdeden ayrılarak üç yöne uzanan birinci nesil dallarının birinde asılı olan tabelayı gördünüz mü? Beş altı yıl önce Tayfun’un yazıp astığı bu tabelaya dikkatle bakın. Ne yazıyor? “Çınar Ağa’nın Çınarı” Ya, işte böyle! Anladınız değil mi? Şu fani dünyada sadece zeytin ağacı yetiştirmedim ben. Nice fidanlar diktim bu kara toprağa, nice ağaçlar yetiştirdim insanları mutlu etmek için. Bu çınar onlardan biri sadece. Hikâyesi de şöyle:
Bu köye gelişimizden bir yıl sonraydı. Köyümüzün yaslandığı Katırlı dağlarının arkasında meyveci köy diye anılan Akçat isimli küçük bir dağ köyü var. Babam, Vodina’daki bir komşumuzun o köye iskân edildiğini duyunca ziyaret etmek istemişti. Yine böyle bir sonbahar gününde sabahleyin erkenden, birine küfe sarılı iki katıra binerek yola çıktık. İki saatlik yol… Eski komşumuz Ali amca bizi güler yüzle karşıladı, yedirip içirdi. İkindiye doğru dönerken bahçesinden topladığı kestane, üzüm, elma gibi birçok mevye doldurdu küfelere. Katırlara binmiş dönüyorduk ki: “Şimdi aklıma geldi,” dedi. “Bende üç tane çınar fidanı var. Birini Çınar’a vereyim de uygun bir yere dikin, iki Çınar birlikte büyüsün.”
Neyse efendim, fidanı aldık tabii. Nereye dikelim, nereye dikmeyelim derken babam en münasip yer olarak köy kahvesinin bahçesini düşünüp muhtara söylemiş; muhtarın canına minnet, derhâl kabul etmiş tabii. Babam: “Mademki senin adına dikiyoruz bu fidanı, senin de elin değsin,” deyip bir kazma da bana verdi. Birlikte küçük bir kuyu kazıp fidanı toprağa gömerek can suyu verdik. Babam fidanı keçiden köpekten korumak için eski bir küfenin tabanını keserek fidanın başına geçirdi. O günden sonra fidanın bakımını iş edindim. Her gün kontrol ediyor, üç dört günde bir kova kova su getirip suluyordum çınarımı. Sonraki yıllarda çınar boy atıp genişleyince küfeyi çıkarıp çevresine kazıklar çakarak çit ördüm. Çınarın büyüyüp serpilmesini yıllarca ölçerek izledim. İlk diktiğimizde işaret ve başparmağımla sarabildiğim gövdeyi sonraki yıllarda iki elimle, on beş yirmi yıl sonra iki kolumla saramaz olmuştum. Şimdi ise uzun kollu iki kişi karşılıklı durup ellerini birleştirerek sarmaya çalışsa saramaz bu koca gövdeyi. Vodinalı komşumuz Ali amcanın dediği gibi benimle birlikte büyümüştü çınar.
“Kahveniz Çınar Ağa…”
Kahvemi yudumlarken saate bakıyorum; daha çok erken, öğle ezanına hemen hemen bir saat var. Bir şeyle meşgul olmadan ve biriyle sohbet etmeden tek başıma oturmak canımı sıkıyor. Fakat mecburen bekleyeceğim, öğle namazını cemaatle kıldıktan sonra Sazaktepe’ye çıkacağım.
Kahvem bitince tabağa fincanla birlikte iki lira koyuyorum. Hamdi boş su bardağını ve kahve tabağını alırken paraları masaya bırakarak: “Bu kahve Çınar Ağa’nın çınarından…” diyor. Hamdi böyle işte! Ne zaman buraya gelsem önce bir kahve, ardından birkaç çay içerim, Hamdi kahvenin parasını kesinlikle almaz. Defalarca üsteledim, “Parayı almazsan kahvenize gelmem,” dedim ama söz geçiremedim. Verdiği cevap şu: “Sen olmasaydın bu çınar olmazdı, biz de diğer kahveciler gibi sinek avlardık.” Aslına bakarsanız bu çınarın çayını kahvesini çok içmiştim. Eski yıllarda Hamdi gibi nice kahveciler gelip geçmişti buradan; “Senin paran bu çınarın altında geçmez, bunu Çınar Ağa’nın çınarı ısmarladı,” gibi nice latif sözlere muhatap olmuştum.
Birisi sandalyesiyle birlikte gelip karşıma oturarak selam veriyor. Devrentli pazarcı Kâzım, dağ köylerinden… Haftada iki gün bizim köye gelip tezgâh açarak tereyağı, peynir, yumurta ve mevsimlik meyveler satar.
Selamını aldıktan sonra: “Seni gidi kurnaz seni! Paranın kokusunu aldın değil mi?” diyerek takılıyorum. “Almam mı Çınar Ağa!” diye cevap veriyor. “Bugün ayın ikisi, senin maaş günün. Ezberledik artık.”
Masadaki iki lirayı gösterip: “Kısmetin seni bekliyormuş, iki çay söyle kahveciye, çay içerken hesaplaşırız,” diyorum.
Çaylarımız geliyor, Kâzım gömlek cebinden bir kâğıt çıkararak “Günah çetelen çok kabarık bu defa,” diyor. Sadece kendisinin okuyabildiği eğri büğrü harflerden oluşan çetelesini sesli sesli okuyor: “Bir okka kestane balı, yüz lira; beş okka pekmez, yüz lira…”
“Sen ne yaptın Kâzım? On okka istediydim pekmezi.”
“Valla Çınar Ağa, bitti pekmez. Bu son… Sana da pekmez yetiştiremedik bu sene, su gibi içiyorsun mübarek! Bereket ki üzüm hasadına başladık. Bir ay sonra taze pekmezin hazır.”
“Aman evladım beni unutma, küplerden birini bana ayır.”
“Toptan vereyim; bidonlara doldurup getireyim be Çınar Ağa.”
“Olmaz evladım, plastik bidonda bekletilir mi pekmez! Küpüyle birlikte vereceksen getir.”
“En küçük küp iki yüz okka alıyor; ister misin, traktöre atıp getireyim mi?”
“Çok gelir evladım, biliyorsun ki ayda on okka pekmez yetiyor bana. Peki, devam et bakalım, günahlarım nelermiş öğrenelim.”
“Bir okka tereyağı, yarım okka kaymak, bir okka keçi peyniri, bir bakraç yoğurt, yirmi yumurta… Toplam yüz elli lira… İki tane kuzu ciğeri, bir de kuzu budu… Bunlar da iki yüz; hepsini toplarsan beş yüz elli lira eder; bu çetele sende kalsın, sonra kontrol edersin.”
Cüzdanımdan para çıkarıp verirken: “Bunları taş atar gibi sarnıca savurmadın inşallah!” diyorum.
“Ayıp ettin Çınar Ağa, her şeyi güzelce yerleştirip sarnıcın kapağını kapadım, üstüne de taş koydum.”
“Aman beni yumurtasız, yoğurtsuz bırakmayasın!”
“Buraya her gelişimde yol üstü deyip uğruyorum sana, daha ne yapayım?”
“Ne zaman döneceksin köyüne?”
“Tezgâhta pek bir şey kalmadı, biraz sonra giderim.”
“Öğle namazını bekleyemez misin? Beni de alırdın.”
“Bekleyemem Çınar Ağa, yarın İznik’in pazarı; bahçeye gidip üzüm ve incir toplamam lazım.”
Cebimden beş lira çıkarıp verirken: “Madem öyle, ben de geleyim seninle. Gözüm yemiyor onca yolu. Şu bakkaldan iki ekmek al benim için,” diyorum.
O sırada çift koltuk değnekli, seksen beşlik Damat Mehmet geliyor masamıza. Kâzım parayı alırken: “Mehmet amca otursun, ben de ekmeği alıp tezgâhın başına geçeyim,” diyerek kalkıyor.
“Otur bakalım çift tabancalı,” diye takılıyorum Damat Mehmet’e.
“Tek tabancalı olmaktan iyidir Çınar Ağa’m.”
Sohbet’e dalıyoruz; aslında “sohbet” değil de “dert dinleme” ya da “iç dökme” demem gerekir. Damat Mehmet uzun zamandır evde kalmış olmalı ki ha bire konuşuyor; binbir zorlukla ve yirmi dakikada yürüdüğü ev – kahvehane yolunu bir zamanlar yirmi saniyede katettiğinden başlayarak göz, mide, kalp, ciğer gibi organlarındaki dert ve sıkıntılarını, doktorların hiçbir şey bilmediğini, yazdıkları reçetelerdeki ilaçlardan fayda görmediğini anlatıyor. Hep aynı dertler, aynı terane… Öyle ya, göç zamanı… Dikkatim dağılıyor; sesini işitiyorum ama neler anlattığını idrak etmeden “Vay anasını! Allah Allah! Tüh tüh!” gibi kelimeler sarf ederek dinlermiş gibi yapıyorum.
Tam karşımda, çınarın dibindeki masada on sekiz – yirmi yaşlarında, şen kahkahalar atarak konuşan gençlere takılıyor gözlerim. Muzip bir hayal kuruyorum o anda. “Görünmez ve hissedilmez bir kuş olup da birinin tepesine konsam ne işitirim acaba?” diye düşünüyorum. Cevabı çok kolay. Büyük ihtimalle köydeki hangi kızın ne kadar güzel veya çirkin olduğundan, belki de sevgilileriyle yaptıkları gizli görüşmelerin içeriğinden bahsediyorlardır. Öyle ya, kanatlanmak zamanı…
Çınarın, bana göre sağ uç dalları altındaki masada sohbete dalmış kırklı yaşlardaki ev bark sahibi üç kişinin nelerden bahsedebileceği konusunda fikir yürütüyorum. “Yine iki ihtimal var,” diye geçiriyorum içimden. “Sohbetlerinin konusu ya zeytin bahçeleri ya da çocuklarıdır,” Öyle ya, üremek ve üretmek zamanı…”
“Vay efendim, kimler gelmiş, kimler teşrif etmiş!” diyen yılışık bir ses duyuyorum. Biri abartılı bir saygıyla ellerime sarılıp öpüyor. Köy muhtarı… Ellili yaşlarda… Hiç sevmem. Çok yılışık, menfaatçi, ikiyüzlü… İşi olmasa bana selam bile vermez. Tam bir yalaka… Herhangi bir milletvekili veya belediye başkanı veya hükümet konağından bir şube müdürü köyümüze gelse, ceket düğmelerini sımsıkı ilikleyip sahte gülücüklerle, abartılı iltifatlarla dört döner etrafında.
Bilirim, beni hiç sevmez. Ne var ki her zaman için bana muhtaçtır. Neden diye sorarsanız, ilçedeki bürokratlar arasında “Asırlık Çınar” olarak ün salmışım. Hatta geçen sene ilçe gazetesinin bir muhabiri Sazaktepe’ye gelip benimle röportaj yapmıştı da “Asırlık Çınar gençlere taş çıkartıyor” manşeti atarak gazeteye boy boy fotoğraflarımı koymuştu. Köye gelen her siyasetçi ve bürokrat, muhtara beni sorar. Ben de mecburen aklım yettiğince, dilim döndüğünce köyümüzün sorunlarını anlatarak muhtara destek çıkarım.
“Nasılsın, iyiyim, hava sıcak, mevsim kurak” derken muhtar “Size önemli bir haberim var ağalar!” diyerek sadede geliyor. “Ama önce soğuk bir şeyler ısmarlayayım size. Hamdii, oğlum, gel buraya! Sor bakalım ağalara, ne içerler.”
Hamdi yanımıza gelip de ağzını dahi açamadan muhtar garsonluğa başlıyor: “Kola var, fanta var, maden suyu, gazoz var. Ne içersiniz ağalar?”
Hiç içesim yok ama şeytan dürtüyor işte; muhtarın kesesine zarar vermek için: “Şişe kola getir,” diyorum. Damat Mehmet de fırsatı kaçırmıyor tabii. Az önce “ülser, mide şişkinliği” diyen adam şimdi şişe kola istiyor. Garson meşrubatları masaya koyarken muhtar: “Ağalar, size bir müjdem var,” diyor.
“Müjde” kelimesini duyar duymaz içim cız ediyor. Acı acı gülümseyerek: “Bugün bana verilen ikinci müjde bu, inşallah sonunda ucu boklu değnek yoktur,” diyorum.
Muhtar dik oturup göğsünü gererken: “Allah’ın izniyle Gölgören köyü tarihinin en önemli projesini başlattık,” diyor.
Tahmin ettiğiniz gibi “proje” sözü yüreğimi daraltıyor bir anda.
Damat Mehmet: “Ne projesiymiş bu?” diye soruyor.
“Kasabadaki hükümet konağı gibi bir muhtarlık binası yapacağız Mehmet amca. Tam üç katlı. Alt katta; iğne isteyenin iğne, kefen bezi isteyenin kefen bezi bulabileceği kocaman bir market olacak.”
Damat Mehmet muhtarın sözünü keserek: “Üç tane bakkal dükkânı var bu köyde; biri de benim torunumun. Onlar ne yapacak, nasıl geçinecek?” diye soruyor.
“Orası beni ilgilendirmez Mehmet amca, herkes nasıl geçiniyorsa onlar da öyle geçinsin. Neyse, devam edeyim: Orta katın tamamını düğün salonu olarak projelendirdik. Siz de biliyorsunuz ki hükümet davullu zurnalı sokak düğünleri istemiyor. Son katta ise muhtarlık odası ve misafirler için yatakhane olacak.”
“Nerede yapılacak bu bina?” diye soruyorum.
Muhtar beni işitmemiş gibi davranıyor, övüngen tavırlarla hayalî binasını tanıtmaya devam ediyor:
“Düğün salonunda kocaman bir sahne yapılacak, baştan uca kadar tavandan avizeler sarkacak. Binanın giriş kapısı kuzeyde olacak. Ayrıca köy meydanı için çevre düzenlemesi projemiz var. Tam şuraya, meydanın orta yerine elli metre arayla iki tane büyük çınar fidanı diktireceğim. Yalova’ya siparişi verdim bile. Çınarlardan birine ‘Çınar Ağa’nın hayratıdır’ yazan bir tabela astıracağım.”
Muhtarın birdenbire inşaattan çınara geçmesi şaşırtmıştı beni. Bu işte bir bityeniği olduğunu seziyordum fakat ne olduğunu çıkaramamıştım. “Saçmalama muhtar!” diyerek sözünü kesiyorum. “Söylesene Allah aşkına, bu bina nereye yapılacak?”
“Buraya…” diye cevap veriyor muhtar. “Köy kahvesi yıkılacak. Plan proje hazır; hem ilçe hem de il belediyesi onayladı, İmar Bakanlığından geçti, banka kredisi dahi çıktı. Sıra geldi ihaleye. Bir yıldır ne kadar uğraştım bilemezsiniz, sağ olsun ilçemizin milletvekili Cemil Candaş çok yardımcı oldu.”
“Yahu muhtar, güzel söylüyorsun da köy kahvesinin bulunduğu arsa düğün salonu için çok küçük değil mi?”
Muhtar nihayet ağzından baklayı çıkarıyor: “Muhtarlık konağı kahve arsasıyla sınırlı kalmayacak Çınar Ağa, dikdörtgen şeklinde doğu – batı yönünde yatay olacak, senin anlayacağın Talip’in kahveye doğru uzayacak.”
Bu sözle birlikte şapka düşüp kel görünüyor. O an yüreğimin orta yerinde dibekler dövülüyor, yüreğimin örsüne çekiçler iniyor; güp güp, güp güp atıyor yüreğim. Çınarıma bakıyorum; gövdesindeki çatlak kabuklardan, çivi ve bıçak yaralarından gözyaşları akıyor gibi, üç farklı çınarcasına üç yöne uzayan genç ve diri dalları üzüntüden kendini salmış gibi… Orta dallar, tepe dallar, ince dallar; hepsi de boynunu bükmüş, gözünü kara toprağa dikmiş gibi. Binlerce, on binlerce belki de yüz binlerce yaprak; susarak, pısarak, küserek bana bakarken ağladı ağlayacak gibi…”
Öfkemle birlikte yükselen bir ses tonuyla: “Uzatma muhtar, ‘çınarı keseceğiz’ desene!” diyorum.
Muhtar yok olmak istercesine sandalyesine gömülüp: “Plan proje böyle gerektiriyor Çınar Ağa’m,” diyor fısıltıyla.
“Allah belanızı versin!” diye bağırıp kalkıyor ve Sazaktepe’deki sığınağıma kaçıyorum.
***
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.