- 324 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YEŞİL HIRKA
Soğuk bir kış sabahı, pencerenin hemen dibinde duran yastığa dirseklerimi dayamış çenemi de avuçlarımın içine koymuş, somyanın üzerinden dışarıya bakıyordum. Annem elinde önlüğümle odaya girdi. Ani bir hamle ile önlüğün katını açıp hızlı bir şekilde çırparak yanan sobaya doğru yaklaştı:
-Şunu da şöyle buraya astık mı senin işin tamam.
Somyadan aşağı atlayarak sobanın yanına doğru yaklaştım:
-Anne yarına kadar kurur değil mi?
-Ooo! Yarına kadar iki sefer kurur oğlum. Ellerim dondu. Daha bir sürü çamaşır var ama senin önlüğünü durulayıp aradan çıkardım.
Her pazar tandır damında; biriken bütün kirli çamaşırları bir tarafına, diğer tarafına da bir güğüm sıcak alır, leğenin başına geçer akşama kadar dağ gibi çamaşırı yıkardı annem. Kolay değil sekiz çocuk, hepsi de okul çağında. Akşama kadar dışarıda oynardık. Üstelik dışarısı yağmur çamur. Gerçi düz yolda yürürken bile elbisemiz kirleniyordu ama neyse.
Annem bir hamlede sobanın borusunda takılı parmakları andıran kurutma tellerinden birine önlüğümü astı. Üşüyen ellerini sobanın üzerine tutarak, adeta morarmış parmaklarına yeniden can veriyordu. Fakat ben sabırsızlanıyordum. İki de bir önlüğü elliyor, kurumayacağından endişeleniyordum. Yarın okul vardı ve kuruması gerekiyordu. Sobanın üstüne damlayan su damlalarının altına elimi tutarak:
-Anne bu önlük çok yukarıda kaldı. Biraz aşağı indirsek olmaz mı?
-Elleme düşüreceksin şimdi!
-Bu şekilde çok geç kuruyacak ama.
-Olsun elleme! Diye beni uyardıktan sonra yarım kalan işini yapmak üzere odadan ayrıldı. Daha fazla dayanamayarak önlüğü telden indirdim. Sobaya yaklaştırdım. Çabucak kurutup bir an önce önlüğümü giyinmek istiyordum. Dördüncü sınıfa gitmeme rağmen bu benim ilk önlüğümdü. Hep abilerimin eski önlükleriyle gitmiştim okula. Bu önlük bir başkaydı. Tam bana göreydi ve sadece bana aitti. Onu üstüme giyinince kendimi o kadar mutlu hissederdim ki bilemezsiniz. O beni hiç üşütmez, hem de yakışıklı gösterirdi. Okula giderken hava soğuk bile olsa önlüğümün üstüne hırkamı giyinmeden evden okula kaçardım. Akşam işiteceğim azarı bile bile. Soba gürül gürül yanarken önlükten çıkan buharlara bakıyor, önlüğümün çabucak kuruyacak olmasından dolayı içim içime sığmıyordu. Bu arada demlikteki kaynayan suyun buharı ile önlükten çıkan buharlar birleşerek odanın tavanında sis bulutu oluşturmaya başlamıştı. Gözlerim sis bulutunu takip ederken burnuma bir koku geldi. Ani bir hamleyle önlüğü çekişim bir oldu. Ama o arada olan olmuştu. Önlüğüm sobaya değmiş, ceviz büyüklüğü kadar kolu yanmış ve kenarları kuru bir yaprak gibi sararmıştı. Bir süre öylece kalakaldım. İçim cızz etti. Yanan sanki önlük değil elimdi, kolumdu, bacağımdı… Ardından koşarak annemin yanına gittim:
-Anne anne!
-Ne var ne oldu gene.
Önlüğüm yandı, anne önlüğüm!
-Sana elleme dediydim. Olacağı buydu. Elin dursa ayağın, ayağın dursa elin durmuyor. Bunca işin arasında işin yoksa birde bununla uğraş, diye kızdıysa da sonunda siniri geçti.
Ellerini, yıkadığı çamaşır leğeninden köpüklü köpüklü çıkartıp bana doğru uzatarak:
-Ver bakalım, dedi.
Eline aldı, evirdi çevirdi. Çaresiz bakışlarla gözlerimin içine baktı.
Ne yaptın be oğlum, önlüğü dikeli daha üç ay bile olmadı, der gibi gözleriyle sessiz ve derinden kızıyordu.
O anda içimde bir şeyler düğümlendi. Suçluluk psikolojisi ile ağlamaklı bir şekilde:
-Vallahi ben bir şey yapmadım anne! Çabuk kurusun diye sobaya yaklaştırdım. Kendisi yandı, diyebildim.
Bunun üzerine annem:
- Tamam, hallederiz bir yama ile orayı düzeltiriz, bundan sonra daha elini sürme. Bu önlüğü beşinci sınıfta da giyeceksin. Böyle olursa senenin sonunu getiremeyeceksin, dedi.
Önlüğü tekrar getirip borudaki tellere astı. Uzaktan seyretmeye dayanamadım. Üstümü giyinip kendimi dışarı attım. Hava oldukça soğuktu, kar da yağmıyordu. Gökyüzünün koyu kasvetli gri rengiyle arkadaş olup bir süre yürüdüm. Caminin bahçesinde oynayan arkadaşların sesi ile irkildim. Mahallemizin çocukları misket oynuyorlardı. Bir süre onları izledikten sonra dayımın oğlundan aldığım ödünç misketle ben de oynamaya başladım. Misket oynamak çok zevkliydi, soğuktan ellerimiz donar hatta çatlardı. Yine de oynamaya devam ederdik. Bir süre onlarla oynayıp tekrar eve döndüm. Önlüğüm kurumuştu.
Akşam annem işlerini bitirdikten sonra somyanın üzerine oturdu, yanına koyduğu dikiş kutusunun kapağını açtı ve eski bez parçalarını karıştırmaya başladı. El büyüklüğü kadar siyah bir bez lazımdı. Aradı aradı… Ne yazık ki eski kumaşların içerisinde hiç siyah kumaş yoktu. Eski önlüklerimizi eline aldı onlardan bir parça kesip dikmek istedi. Fakat eski önlükler güneşten bozarmış, rengi siyahtan çok griye dönmüştü. Griye dönmekle kalmayıp aynı zamanda çürümüş pelte pelte dökülüyordu.
Annem beni abamgile gönderdi.
-Git abangilden el büyüklüğü kadar siyah bir bez getir, bunlardan yama olmaz, dedi.
Anneannemize aba diyorduk. Gerçi amcamın hanımına da aba diyorduk ama ikisi bir arada olamadığı sürece hiç sıkıntı olmuyordu. Önlüğümün yanmasına üzüldüğüm kadar yama yapılarak bir an önce düzeleceğine de sevinerek koşarak abamgile gittim. Çünkü yanık önlükle gitmektense yamalı önlükle gitmek daha iyiydi. Bizim zamanımızda pantolon dizleri ile ceket kollarında yama olması çok normal hatta istenen bir şeydi. Çocukluk yıllarımda köyümüzdeki tek dikiş makinesi anneme aitti. Babam çeyizlik olarak Adana’dan getirmişti. Doğal olarak da annem köyün ilk terzisi olmuştu. Yeni bir pantolon alan komşular anneme getirirlerdi. Pantolonun dizine boydan boya yapılan yamaya da süvari denilirdi. Dizleri yırtılmasın daha uzun dayansın diye:
-Boyozel! Herif yeni bir pantul aldı. Şunun dizlerine iyi bir süvari vur kele, diye gelirlerdi.
Bu durumla sık sık karşılaşırdık. Bizim oralarda çok uzun boylu gelinlere daylak veya dayak, kısa boylulara ise bodur veya boduç diye lakap takılır, orta boylu gelin ve kızlara ise boyu güzel manasında boyozel derlerdi. Annem de orta boylu olduğu için komşu kadınlar anneme boyozel derlerdi.
Abamgilin merdivenlerini bir çırpıda çıkıp kanatlı kapıyı yumruklayarak çaldım.
-Aba aba!
Abam kapıyı açar açmaz:
-Ne oldu ne var?
Nefes nefese:
-Aba annem siyah bir bez parçası istiyor önlüğümün kolu yandı da sizde varsa bir parça yamalık verecekmişsin.
Abam buruşmuş elleriyle başımdan yanağıma doğru severek içeriye aldı beni. Odanın köşesinde duran tahta dolabın üzerimdeki beyaz işlemeli bohçasını indirdi. Önüne alıp oturdu. Parça kumaşları tek tek inceledi. Üzerinde sarı çiçekler olan siyah bir kumaş parçası buldu.
- Al bunu götür annene ver.
Kumaşı elime aldım dışarı çıktım, merdivenin başında incelemeye başladım. İki elimden biraz daha büyük kadınların elbise diktirdiği esnek kauçuk bir kumaştı. Üzerinde sarı vişne yaprağına benzeyen ince sarı yapraklar ve yaprakların ortasında küçük sarı çiçekleri vardı. Bu sarı yapraklı kumaşın koluma yama olarak dikilmesine hiç de razı değildim. Arkadaşlarımın benimle dalga geçeceğinden adım gibi emindim. O çok sevdiğim önlüğümü artık o kadar sevemeyecek miydim? Gururla yaka cebine beyaz mendilimi koyup okula gidemeyecek miydim? Bunları düşünerek eve geldim. Anneme üzgün ve kısık bir sesle:
- Ellerinde sadece bu varmış, diyerek uzattım.
-Ver bakalım, deyip kumaşı elimden aldıktan sonra şöyle bir baktı ve çaresiz bakışlarıyla kumaşı bir iki dakika süzdü. Bana sezdirmeden:
-Olur, tamam bunu dikelim, diyerek yanındaki ipliğe uzandı.
- Olmaz bu çiçekli, ben çiçekli önlük giymem, desem de annem biraz da kızarak:
- Yakmasaydın o zaman. Başka yok oğlum ne yapacağız, böyle yanık yanık ta gidilmez ki okula. Neyse bir şey olmaz.
İstemesem, benim içime sinmese bile yapacak bir şey yoktu. Annem büyük bir özenle sarı çiçekleri olabildiğine gizleyerek önlüğümün kolunu yamadı. Önlüğümü giydirip olmuş mu diye karşısına alarak kolumu bir aşağı bir yukarı kaldırdı, bir iki saniye baktı.
-Tamam, çok güzel olmuş.
Aslında yapılan yamanın annemin de hoşuna gitmediği her halinden belliydi. Sırf ben üzülmeyeyim diye böyle davranıyordu. Kolumu ileri uzatarak dirseğimin üzerine yakın bir yerde duran yamalı koluma şöyle bir baktım. Sarı yapraklar sanki ben buradayım diye bağırıyordu.
-Olmamış anne ben bunu giymem, diye ayağımı yere vurarak ağlasam da o gece siyah bir kumaş bulamamıştık. Sadece el kadar, siyah bir kumaş.
Yapacak da bir şey yoktu, sabahleyin önlüğümü giyindim. Fakat bir türlü evden çıkamıyordum. Ayaklarım içeri ile dışarı çıkmak konusunda karar veremiyordu. O sırada askılıkta asılı duran yeşil hırkamı gördüm. Bir anda aklıma müthiş bir fikir gelmişti. Yeşil hırkayı giyince kolumdaki yama kapanacaktı. Zıplayarak yeşil hırkayı aşağıya düşürdüm. Hemen üzerime giyindim. Sağıma soluma şöyle bir baktım. Sadece ön kısmı ve yakalığım görünüyordu, kolumdaki yama görünmüyordu. Yine eskisi gibi sevinçli ve havalı bir şekilde evden çıktım, okula doğru yürümeye başladım. Kendi kendimi:
-Artık hırkamı çıkarmazsam olur biter. Zaten havalarda soğuk diye teskin ediyordum.
İlk derse girdik, öğretmenimiz sobayı yakmış sınıf yeni yeni ısınıyordu. Birinci ders sınıf henüz tam ısınmadığı için kaban ve hırkalarımızla oturduk. İkinci dersin başında öğretmenimiz sobaya iki parça daha odun attı. Elindeki maşayla sobanın kapağını kapatırken:
-Çocuklar artık hırkalarınızı, kabanlarınızı çıkartabilirsiniz, dedi.
Arkadaşlarım sıralarından çıkarak tek tek hırkalarını astılar. Ancak ben çıkarmak istemiyordum çünkü kolumdaki sarı çiçekli yamanın görünmesinden utanıyordum. Ben hariç herkes çıkarmıştı. Öğretmenimizin bir an gözüne takılmış olacağım ki:
-Oğlum sen de hırkanı çıkar as, dedi.
-Öğretmenim ben daha ısınamadım böyle dursam olur mu?
-Tabii ki ne zaman istersen o zaman çıkar ama terleme.
-Tamam, öğretmenim.
Bundan sonra bütün derslerde kolumdaki sarı çiçekli yamanın görünmemesi için hırkamı hiç çıkarmadım. Sonraki günlerde de hep ayını şeyi yapıyor bir bahane ile hırkamı çıkarmıyordum. Derslerde yeşil hırkamla oturuyor, teneffüslerde yeşil hırkam ile oynuyordum. Eskiden çok sevmediğim yeşil hırkam o günlerde en çok sevdiğim kıyafetim olmuştu. Bu durum öğretmenimin de dikkatini çekmiş olacak ki bu konuyu annemle görüşmüş:
-Çocuk sürekli hırkayla oturuyor. Hırkasını neden çıkarmıyor diye sormuş.
Annem de olanı biteni anlatmış. Ertesi hafta okula geldiğimizde öğretmenimiz bir naylon çantanın içinden tam da benim sol kolumdaki sarı çiçekli siyah kumaş ve kolu sobaya vurularak yanmış siyah bir kazak çıkartıp masanın üzerine koydu.
-Çocuklar kazağımı kuruturken kolunu sobaya vurdum. Nasıl olduğunu anlamadım bile. Kolu yandı. Daha yeni almıştım. Doyasıya giyemeden kolunu yaktım. Eh, yama yapacağız artık. Yama yapmak ayıp değil, ayıp olan yırtık gezmektir. Kumaşın rengi de pek uymadı ama ne yapalım elimde bu vardı, dedi.
Başladı kazağın kolunu yamamaya. İçimi tarifsiz bir heyecan ve mutluluk kaplamıştı. Öğretmeninim yaması benimki ile aynıydı, bu harika bir şeydi. Ne yapsam da hırkamı çıkarsam, benim de kolum da yama var diye göstermeyi düşünürken. Bir ara başını kaldırdı sınıfa doğru baktı.
-Peki, çocuklar benim gibi böyle elbisesinin kolu yanan oldu mu? Diye sorunca, o kadar rahatlamıştım ki zaten pür dikkat öğretmenimi izliyor ve tetikte bekliyordum. Hemen parmak kaldırdım. Coşkuyla, öğretmenim! Öğretmenim! diye yerimden fırlayarak öğretmen kürsüsüne yaklaştım.
-Benim de kolum yandı. Sobaya değdi. Annem yama yaptı, dedim ve hırkamı çıkardım. Kolumdaki yamayı gösterdim. Öğretmenim kolumdaki yamayı arkadaşlarıma göstererek ne kadar güzel olduğunu söylüyordu fakat ben duymuyordum bile. O anda üzerimdeki bütün yük kalkmış, hatta diğer çocuklardan bir adım da öne geçmiştim. Çünkü öğretmenimin de benim gibi elbisesinin kolu yamalıydı. Hem de aynı renk ve aynı kumaştan. O gün yerime geçip sıraya oturduğumda yeşil hırkamın ne kadar ağır olduğunu, kuş gibi hafiflediğimi hissettim. Yıllar sonra da bir anadan farksız beni seven sevgili öğretmenimin benim için neler yaptığını anladım.
Celaleddin ÇINAR
Şair-Yazar
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.