- 316 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Allah yoksa kıyamet neden kopmuyor?
Efendim, Kur’an-ı Hakîm’de, kâfirlerin dilinden sıklıkla nakledilen birşey vardır. Okuyanlar hatırlayacaklar: Bu dangalaklar, mevcut rahatları batıyor gibi, durup durup peygamberlerinden ’azabı/kıyameti getirmesini’ isterler. Rastgeldikçe kendi kendime sorarım: Bir insanın mantığı bu kadar mı tersine döner? Çünkü aslında sorulması gereken şey şudur: "Allah yoksa kıyamet neden kopmuyor?"
Ben gibilerin daha çok Kelebek Etkisi filmi vesilesiyle duyduğumuz ’kaos teorisi’nin halkarasında şöyle meşhur bir özdeyişi var: "Bilmem nerede pırlayan kelebek ta bilmem nerelere kadar tırmalayabilir!" Cık. Yok. Böyle pek entelektüel durmadı. Neyse. Durun, üşenmeyeyim, internetten orijinalini bulmaya çalışayım. Hah. Evet. Buldum. Edward N. Lorenz abimiz buyurmuşlar ki: “Amazonlarda bir kelebeğin kanat çırpması ABD’de fırtınaya sebep olabilir.” Vay! Ve de helal! Eh, herkes omuzlarının üzerinde saksı gezdirmiyor beyler, bazılarımız sıkı aforizmalar da üretebiliyorlar. Edward abimiz öylelerinden. Endişelerini bilime dönüştürenlerden.
Bu teorinin bir hakikati yok mu peki? Arkadaşlar, ben bu teoriyle baktığım zaman, ’Allahsız bakılan varlık’ın nasıl ’gökdelenler arasında yürüyen cambaz’a dönüştüğünü görüyorum. Çünkü çeşmimiz gibi aklımız da farketmekten kendisini alıkoyamıyor: Kainatta bir düzenlilik var. Üstelik öyle-böyle bir-iki şeyin rayında gitmesine bağlı bir düzen değil. Fiziğin temellerini oluşturan her yasanın bir anlık olsun aksamaya uğramamasına bağlı bir düzen. Sadece fiziğin mi? Yok. Hayır. Kimya da öyle. Biyoloji de öyle. Daha keşfedemediğimiz bilimdallarına kadar hep öyle. Evrenin tamamı varoluşunu sürdürmeyi ayağının hiç sürçmemesiyle başarıyor.
O zaman tabii varlığa Allah’ı hesaba katmadan bakan gafilleri bir korkudur alıyor. İstanbul’dan Trabzon’a çiftkatlı otobüsle giden ninenin vardığında tir tir titriyor oluşu gibi (kendisi ikinci katta yolculuk ettiğinden bütün yolu şoförsüz aldıklarını sanmaktadır) tevhide inanmayan da aklının bir köşesinde tir tir titriyor. Bunca hassas dengenin kör-sağır-cahil tesadüflerin elinde olduğunu sanması, nükleer bombanın butonuyla oynayan bir afacanı seyreder gibi, soğuk soğuk terlemesine sebep oluyor. Öyle ya. Pirelli abimizin de dediği gibi: "Kontrolsüz güç güç değildir." Ya nedir peki? Biz deyiverelim: "Nükleer bombayla oynayan bebektir."
Kaos teorisyenlerinin ’korktuklarının neden bir türlü başlarına gelmediğini’ açıklayan bir sır da Ömer radyallahu anhın Ebu Ubeyde radyallahu anha verdiği cevapta gizli. Hani, veba salgınından dolayı Şam taraflarına gitmekten vazgeçen Ömer efendime, Ebu Ubeyde efendim şöyle soruyordu: "Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?" Kendisinin cevabı ise şöyleydi: "Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyorum." Evet. Biz, irademizin önüne konulmuş şıklardan hangisini seçiyor olursak olalım, nihayetinde Allah’ın nizamı içinde seçiyoruz. Yaratışı içinde seçiyoruz. Takdiri içinde seçiyoruz. Bu nedenle asla düzenin kenarından kayıp kaosa düşmüyoruz. Düşemiyoruz. Bizim bu halimiz de zaten kaderin ihtişamlı bir deliline dönüşüyor. Replikleri ne kadar karıştırırsak karıştıralım. Oyun sahneden kalkmıyor. Dağılmıyor. Sürüyor. Kur’an-ı Hakîm belki biraz da bu sırrı hatırlar gibi hepimizi uyarıyor: "Göklerin ve yerin sınırlarından çıkmaya gücünüz yeterse çıkın."
Somon balıkları misaliyle halimizi biraz daha somutlaştırabilirim gibi hissediyorum. Onları bilirsiniz. Yılın bir zamanında akıntının aksine yüzerler. Yaratıldıkları günden beri, Allahu’l-a’lem, bunu yapıyorlar. (Maşaallah onlara.) Fakat hiçbir zaman akıntının yönünü değiştiremediler. Nehirler yine takdir edildikleri yöne doğru akıyorlar. İşte, kardeşlerim, biz de azıcık somon balıkları gibiyiz. İmtihanımız boyunca hayır-şer sürekli seçimlerde bulunuyoruz. Lakin bu seçimlerin tamamı nehrin akıntısı içinde seçimler. Düzene dahil olan seçimler. Kaderden kaçamayan seçimler. Bu yüzden ne kadar kelebek gibi pırlasak da kıyameti koparamıyoruz. Kopacağı bir zaman gelmeyecek mi peki? Elbette gelecek. Onun bir hikmeti de bu belki. Yani ihtimal olarak hep ufukta olanın başa gelmesi.
Tabir-i caizse, kıyametin bilgisi, kaos teorisyenlerine ’kaos’un fikrini vermek için dünyamıza dahil olmuş. Vahyedilmiş. Bildirilmiş. ’Her an hiçe gidebilecek’ olanın ’takdir edilen vakitte gidecek’ olması, bir yandan "Gidişini engelleyen ne?" diye sordururken, diğer yandan da şunu söyletmeli: "Bu ihtimalin her sonrada gerçekleşebilirliği var!" Yani bir yanı ’tefekküre’ bakan şu dersin diğer yanı da ’teyakkuza’ bakıyor. Fakat bu yazıda asıl mevzum bu olmadığından kısa geçiyorum.
Asıl hakkında konuşmak istediğimse tevhidin bu yanının bize nasıl rahmet olduğu. Evet. Akıntının içinde yüzen somon balığı olmak şöyle-böyle sebep olduğumuz bütün yıkımların sorumlusu olmaktan kurtarıyor bizi. Yani varlıkta hakiki bir şerrin/kaosun vücuda gelemeyişi kelebeklerin huzurla kanat çırpmasını sağlıyor. Bunu da bir misalle açmayı deneyelim: Üç katil düşünelim. Birincisi: Bile-isteye cinayet işlemiş. İkincisi: İhmali yüzünden cinayete sebep olmuş. Üçüncüsü: İstemeden ölüme sebebiyet vermiş. Bunlardan sonuncusunu diğer ikisine göre daha az vicdan azabına maruz bırakan şey nedir? Elbette fiilin bütün sorumluluğunu almamasıdır. Eğer bir Allah/kader inancı varsa şu adam der: "Takdir böyleymiş."
Elinden çıkan şerrin yine Allah’ın yaratışı içinde bir hayra isabet etmesi itikadıyla teselli bulur. Çünkü bu imanda artık hiçbir şer, mahz-ı şer, yani kaos, değildir. Bir şekilde her şer hayra dönüşmekte varlığın varlığına katılmaktadır. Eğer dönüp varlığa katılmayan bir şer işleyebilseydik bu bizi kıyamete götürürdü. İkincinin de bir tesellisi vardır. Çünkü, o da niyetle fiile dahil olmamış, ihmalle sorumlu olmuştur. O da yıkımın sorumluluğunu ihmali kadarıyla alır. Birincisi ise, bile-isteye cinayet işlediği için, kıyametinin sorumluluğu ondadır. Fakat, bir saniye, o da çaresiz değil. Samimi bir tevbe ederse Cenab-ı Hakkın onu da bu günahından bağışlaması mümkün. Hem kudreti herşeye yeten maktülü de hellalleştirebilir.
Yani tevbeyi hakiki manada mümkün kılan şey, kanaat-i acizanemce, bize şer görünen şeylerin dahi başka boyutlarıyla hayırlı olabilirlikleridir. Vahşi radyallahu anhın Hamza radyallahu anhı ’şehit’ etmesidir. Ateşin el yakma günahını affettiren onun birçok hayırlı hizmette de kullanılabilmesidir. Bıçağın can yakma seyyiesini gözden düşüren iyi niyetli ellerdeki hasenatlarıdır. Bu nedenle biz diyoruz ki: Kainattaki oluşlarda büsbütün şer bir durum yoktur. Bediüzzaman’a (ve tabii ehl-i sünnet ulemasına) "Halk-ı şer şer değildir. Kesb-i şer şerdir!" dedirten de budur. Hiçbirşey bütün yaratılışı itibariyle şer olmadığı için, yani dönüp bir yerde varlığa da hizmet ettiği için, kaderden kaçılan yine kader olduğu için, somon balıkları ne kadar akıntıya ters de gitseler akıntı içinde kaldıkları için, tevbelerimiz mümkün oluyor. Üstelik bu açıdan tevbe tevhidin de delili oluyor. Elhamdülillah.
Öyle ya. Kötülüğü seçen değil de yaratan biz olsaydık yarattığımız salt/sırf kötülük olurdu. Bunun tevbesi nasıl olacaktı? Yarattığımızı yokedemeyiz ki. Edemiyoruz ki. Dikkat edelim kardeşlerim: Biz tevbe ederken yarattığımızı yoketmiyoruz. Seçimimizi/niyetimizi kötülüyoruz. Ondan dönüyoruz. Seçimimizle yaratılanlar yine evrenin oluşuna dahil oluyor. Öldürdüğümüz dirilmiyor. Zamanda geriye yolculuk edilip yaşananlar sıfırlanmıyor. Hafızalar dahi resetlenmiyor.
Ancak dediğim gibi: Şeyler, hem ’hayra’ hem ’şerre’ bakabildiği için, dolayısıyla ikisini de yaratan aynı Allah olduğu için, ateşin faydası zararından ayrılamadığı için, zararlı seçimimizden Allah’ın muradı olan hayra sığınmış oluyoruz. Fiilin bize bakan yüzünden Rahman’a bakan yüzüne koşuyoruz. Eh, evet, yazıyı epeyce uzattım. Furkan sûresinin 70. ayetinin mealini de final tefekkürünüze havale ederek karalamamı bitireyim: “Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir!”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.