- 831 Okunma
- 6 Yorum
- 3 Beğeni
'someday somewhere'
’the love that lasts longest is the love that is never returned.’--Somerset Maugham
Gece esintisi devam ediyordu. Şehrin pisliğine karışan suyun kokusu ara sıra burnuma ulaşıyordu. Adam üşümüş ellerini ateşe yaklaştırıyordu. Yanından usulca geçtim. Yürüyordum. Yorgundum. Bu yorgunluğu insansız atlatmalıydım. Onlar ben istemeden etrafımdan gelip geçiyorlardı. Mutlaka her birinin çocukken bir oyuncağı olmalıydı. Oyuncaksız büyüdüğünü söyleyen kirli sakallı adamın bile bir oyuncağı vardı. Beni kandıramazdı. Kaybolmuş ya da unutulmuş telefon numaraları insanların saçları etrafında uçuşuyordu. Müzayede salonunda satılmayı bekleyen telgraf tuşuna bir parmak dokunuyordu: ‘..//--- - -./-.--- - -- - ‘ Parmaklar psişik olarak birbirine yakınlaşıyordu. Uygarlığın toprak altındaki cansız bedene bile ulaşabilme umudunu ilk mors alfabeleri hayal ettirmemişti. Daha önceleri mum yakanlar, keçi kanı akıtanlar, cansız bedeni duyumsayabilmek adına insan öldürenler, saraylar çıkanlar, şehirler kuranlar, ırmakların yerini değiştirenler olmuştu. Yine de hiçbiri bu alfabe kadar uygar canlıyı heveslendirmemişti. Parmaklar artık temposunu tutturmuş, piyano tuşlarında notalar canlı bir ruhun gölgesi altında müziğin ritmine kendini bırakıyordu: ‘do si do re do do do.’ Fakat daha ince olmasını, daha kibar bir dille söylemesini talep ediyorlardı. Sustum. İçime attım. Kırmızı ışıkta karşıya geçtim. Kuzey enlemi ve doğu boylamı, ucu yırtık bir ülke haritası, küçük bir matara, biraz pamuk, gazyağı, kibrit, bolca sigara ve iki somun ekmek çantanın içindeydi. Bir başka dil daha arıyordu. Çanta az daha kıvranacak ve sonra alfabesine ait yeni notalara beni misafir edecekti.
‘Acı’ dedim, ‘ne soylu ve ne soyut bir dayanışma!’ Kıvrandım. Uzun bir süre aynı bankta karnıma saplanan sancılara göğüs geriyordum. Siyah paltonun artık dayanacak gücü kalmamış, ortalardan bir düğmenin gidişini seyrediyordu. Uzanıp yerden düğmeyi alabilirdim ancak hareket edersem üşürüm diye düşünüyordum. Derinden, ender rastladığım bir ürpertiyle doldum. Her şey hazırdı. Olması gerektiği kadar uzamın doyumsuzluğu erteleniyordu. Sınırlar çizilmiş, bulunan noktadan karşıya adım bile atılamıyordu. Gidilemediği gibi bir şey de görülmüyordu. Ellerimi az da olsa kıpırdatmayı başardım. Başımı saran kalın bereye eldivenimin ucuyla dokunurken ‘yasaklarla çevrili bir âlemin içerisinde yalnızca yaşamak iddiasına bırakılmış bir kuponum’ düşüncesiyle içimi ısıttığım aldatısında uyuyakaldım.
‘Ateşten başka her şey yalan’ diyordu. Aramızdaki mesafeyi sonlandırıp, ateşi yanıma getirdiğini görmekten memnun bir yalancıydım. Nasıl da içim ısınmış ve kendimi daha tatlı bir uykuya dalabilme hayaliyle sarılmış buluyordum! ‘İyi misin’ dedi. ‘Biraz sonra birkaç dakikalığına keskin bir rüzgâr şehri gezinmeye başlayacak. O vakit dışarıda ateşin yanında değilsen donarak ölürsün.’ Gözlerimi zor da olsa kırptım. Adam karşımda bir teneke üzerinde oturuyordu. ‘Yeni bir evsiz olmalısın. Başlarda zor olur ama zamanla insan alışıyor.’ Çantam başımın altında duruyordu. ‘Merhaba’ dedim. Sesimi az ötemde duran adama ulaştırma konusunda epey ümitsizdim. ‘İyi misin’ diye karşılık verdi. ‘İyi olman gerekir. İnsanlar dışarıda yaşamanın kolay olduğu düşüncesiyle pek umursamazlar. Şu ateş olmazsa, o zaman kendilerini çok geçmeden kimsesizler evinde bulurlar. Böyle bir şeye ihtiyacı olmayanların ateşi vardır. Yaklaş istersen, uzat ellerini. Ateş yalnızca ellerini değil, ruhunu ve zihnini de ısıtıp, yatıştırır.’ Yavaşça doğruldum. Ateş fikri itibariyle güzeldi! ‘Eldivenin varmış. Güzel! Şu demir tastan bir yudum almak istemez misin?’ İlk yudumu çok acı gelmişti. İkinci, üçüncü derken yudumlar devam ettikçe içtiğim sıcak şeyin tadına alışıyor, hoşuma da gidiyordu. ‘Bu ne’ dedim demir tası ateşin kenarına koyarken; ‘tadı acı fakat kötü değil!’ ‘Şu arkamızda duran tepenin sırtında çamlar var. Taze kozalakları var. Onları şu çuha bezine seriyorum. Ortası oyuk oval bir taşım var. Bezi oyuğun içine koyup, taşı ateşin üzerine bırakıyorum. Çok değil, birkaç dakika geçmeden kuruyorlar. Böylece çayını yapmak daha kolay oluyor.’ Burnuma başka kokularda geliyordu. Soğuktan tıkanmış burnum ateşin yanında açılırken, bir yandan da akan burnumu eldivenimin ucuyla siliyordum. Ah medeniyet, şimdi bana nasıl da uzaksın!
Çantamı yanıma aldım. ‘Bir yere mi gidiyorsun’ diye sordu. Sahip olduklarını paylaştığı için adama minnettardım. Burnumu çekerken ‘teşekkür ederim’ dedim ve ‘bilmiyorum, gitmek nedir onu bile bilmiyorum’ diye ekledim. Elindeki kalın odun parçasıyla dağılmaya yakın bir oduna hafifçe vurup ‘ne için teşekkür ettin’ diye sordu. ‘Ateşini, çayını paylaştığın için’ diye yanıtladım. Belirgin ve içten bir ‘hıh’ sesiyle adamın çehresini kısa süreliğini gülüşü kaplamış, sonra hemen eski ciddi haline dönüverirken ‘benim olmayan şeyleri seninle paylaşıyorum’ dedi. Felsefe üzerine muhabbet yapabileceğim uygun şartları sağladığımı düşünmüyordum. ‘Nasıl’ dedim, ‘bunlar senin değil mi? En azından bunlar üzerinde bir çaban, emeğin var. Emeğinde bunları senin kılıyor.’ Ciddi yüz ifadesini ateşin hararetiyle kıstığı gözleri perçinliyordu. ‘Hayat’ dedi, bir süre devam etmesini bekledim. ‘Paylaşımı bizi zorunlu kılar. İnsanlar evlerini, arabalarını, yeri gelince bilgilerini, kalplerini paylaşmakta nasıl da zorlanırlar! Oysa dünyada mahremiyetin, iyiliğin değil, kötülüğün işine yaradığını unuturlar. Paylaşmak bir görev değildir. Yaşamı mümkün kılan en ağır iradi eylemdir. Bunu başaramadığımız için buradayız. Sen de, ben de…’
Şaşkındım. Burada olma sebebim çok farklı amaçlar içerirken, bir adam çıkıp ‘hayır, sen de benim gibi başaramadığımız ağır iradi eylemin sonucu olarak buradayız’ diyordu. ‘Ben’ dedim kekeleyen bir tonla, ‘yalnızca, buralardan, yani buradan da değil, geldiğim yerden ve her yerden gitmek istiyordum. Bunun için yoldayım.’ Bu sefer gülmüyor, elindeki odun parçasıyla közlerin arasını deşiyordu. ‘Tabii’ dedim, ‘bir evim var, sahip olduğum eşyalarım, kitaplarım, sayısını bilmediğim içi filmlerle dolu dvd’lerim, kıyafetlerim ve belki inanmazsınız ama arkadaşlarım bile var. Ancak bu serüvene kendimi atma mecburiyeti hissediyordum.’ Kadere inanmayan yüzü ateşle renkleniyordu: Kırmızı, siyah, sarı, gölge. ‘Şu anda hangileri yanında?’ Cevabı net bir soru sormuştu. ‘Hiçbiri’ dedikten sonra ‘çantamda sigara var, içer misin’ diye sordum. Başını ‘hayır’ manasında sallarken, bir paketi elime almış, ambalajını açıyordum. İnce bir çubuğu elime alıp, ateşe daldırıp sigaramı yakmak için çubuğu geri çekerken ‘hiçbiri seninle değil ama sen hala onlara sahip olduğunu sanıyorsun, öyle mi’ diye sordu. Beni tanıyormuş gibi konuşuyordu. Hiçbirine sahip olmadığım gibi, hiçbir değerli imgem, nesnem yoktu. Zaten bu yüzden dışarıdaydım. Sahi, uzun bir yolculuk olmalıydı fakat yorulmuş, soğuktan kendime sarılırcasına şu banka uzanmıştım. ‘Seviyorsun yine de…’ diye de ekledikten sonra vakit kaybetmeden ‘neyi’ diye yanıt vardım. Kısık gözlerini kırpmadan ateşe bakıp konuşuyordu:’ Her şeyi seviyorsun. Bu ateşe ihtiyacın olduğun bir kenara, ateşi sevdiğin gibi hayatını, kitaplarını, filmlerini, hayvanları, insanları, doğayı seviyorsun. Özellikle insanları ayrı seviyorsun. Öyle bir sevgi duyumsadığın oluyor ki, yer yer nefret umacağın anlar geliyor. Çünkü sevgine karşılık bulamadığın zamanlar oluyor. Bu seni zayıf gösteriyor. Kendini aşağılık, işe yaramaz biri olarak görmekle beraber, bir taraftan da kendine acıyorsun. Sonra sevgini küçümsüyorsun. Asla sevdiklerini değil, aciz ve işe yaramaz olduğunu kabul ettiğin kalbindeki sevgin dolayısıyla acı çekme eylemin bir süreklilik halini alıyor. Kıvranışların, huzursuz uykuların, sürünceme içerisindeki zihin akışın, muhatap bulamayışın, karşılıksız muhabbetin her yanıyla seni kuşatıyor, yoruyor ve zavallı biri olduğunu sana dikte ettiriyor. Zavallı birisin diyor, zavallı ve sevgi budalası bir fakirsin!’
Bir süre sadece ateşe bakıyoruz. Kımıldayan bir ‘evet’ dudaklarımı aralayıp çıkıyor. ‘Ama’ diyor, ‘hiçbiri bu ateş kadar seni ısıtmıyor. Berraklık noksanlığı soyut tüm acılarının üzerine kâbus gibi çökerken, elini uzattığında birkaç saniye sonra utanmadan elini ateşten çekebilirken, uzun süreler boyunca kalbindeki sevgiye ait acıyı yaşamayı, ona el uzatmaya devam edebiliyorsun. Çünkü acı diye duyumsadıkların yalnızca birer sanrıdan ibaret. Aslında hiç olmaması gereken, var oluşlarını sana hayali yanılsamalarla gösteren insanlara karşı içten duyduğun muhabbet geçici bir talep. Sana gelen talepler eğer bir mektup, davetiye ya da dilekçe olsalardı, o zaman ateşin bir hükmü olabilirdi. Zahiri tüm yakınlıklardan sana kalan acıyı dindirmek için çare arıyorsun ve yola çıkıyorsun; öyle mi? Nereye gideceksin? Hangi coğrafya seni bu halinle kabul edip, kalbindeki acıları dindirebilir ki? Eşeysiz tohumun çaresiz savaş verdiği toprak altındaki mücadelesi kadar zor bir durumda, kalbinin acılarını dindirmekten ziyade seninle beraber süreceğini, sürüleceğini unutmuş olamazsın! Çok sevdiğini iddia ettiğin ancak sana varlıklarıyla acı veren insanların ateş olmalarını umacağın bir yolda, yalnızca yorgun bacaklar, parasızlık, soğuk geceler, mide gurultuları sana eşlik edecektir. Senin derin sevgiler duyumsadığın insanların umarsızlığı yine bu yolda parlak bir cam gibi karşına çıktığında, onları değil, yolun geri kalanını görmeye devam edeceksin.’
Cümleleri, ruhumu saran derin ihtirasların bir ince çubuğun çabucak alevlenip, hızla yanması gibi eritirken ‘ne yapabilirdim ki’ diye birkaç defa soruyordum. ‘Eğer’ dedi, ‘devam etmek istiyorsan yola, kimse senin önüne geçemez. Zaten bunu yola çıkarak başarmışsın. Ancak hiçbir kalp ağrısını, kavgasını bu yolda sonlandıramazsın. Geri döndüğünde daha büyük bir boşlukta kendini bulunca, çaresizlikten ölüm hissiyle eş nefes darlıkları yaşayacaksın. Göğsün daralacak, içinde biriktirdiklerin zamanın tozuyla seni eskisinden daha yorgun kılacak. Yola çıkmadan önce olduğu gibi ‘seviyorum dediklerin’ yine yanında olmayacak. Yalnızlık giysisi üzerine başka yalnızlıklar giyineceksin. Tüm bu ağrılarını, sanrılarını belirsiz örtülü niyetlerinin gölgesinde biriktirip, yakmayı başaramadığın müddetçe takvimlerin hükmü kalmayacak. Ha bugün, ha birkaç yıl sonra; hep özlem duyacaksın! Oysa özlem duyduklarının sevgilerinin, özlemlerinin farklı olduğunu unutmuş olduğundan onlar gözüne daha bir güzel, daha sevilesi gelmeye devam edecek. Onların kalpleri başka kalplerin muhabbetiyle yanıp tutuşma hevesindeyken, sen ucuz bir kader trajedisi olarak kalacaksın. Değer mi? Sevgin ve tezahürü itibariyle nefretin tüm bunlar için değer mi?’ Gözünü çok ağır bir şekilde kırpıp, açtıktan sonra tekrar kısık gözleriyle ateşe bakmaya devam ediyordu. Cevap verecek halde değildim. Uyumak istiyordum.
Sabah gözlerimi güç bela açtığımda, geceden hatırladığım kadarıyla ateşin içesindeki en büyük odun parçasından artık birkaç parça köz geriye kalmıştı. Demir tas, adam, teneke oturak, beni sözleriyle etkileyen adam artık yerinde değildi. Gitmişti. Ben tekrardan uykuya dalınca adam bir süre daha ateşin yanında kalıp, başka bir yerde, başka insanların acılarını yakıp, savurabilmek adına yeni bir ateş yakmış olmalıydı. Çantamı tutulmuş sırtıma yaslayıp doğruldum. Acıkmıştım. Çantamda iki somun duruyordu. Bol sigara ve küçük mataramın pek bir esprileri kalmamıştı. Paltonun cebinden gece açtığım sigara paketini çıkardım. Sigaranın ucunu tam yakmak üzereyken, az ötede yere bir ceset gibi uzanmış ölü ağacı gördüm. Bu ağacı ‘ateş adamdan’ başkası koymuş olamazdı. Gece olduğu gibi sözcükleriyle olmasa da, bir şey anlatmak istemiş olabilirdi. Ölü ağacı yerinden kaldırıp, kül olmaya yakın küçük birkaç közün üzerine yakın durdum. Ağacı elimle kırmaya başladım. Dudaklarımın arasında sigara olmasaydı, heyecandan dudağımı ısırabilirdim. Önce en ince parçaları közün üzerine bıraktım. İnce ağaç parçalarının altından üfürmeye başladım. Evet, alev canlanmaya yakındı ama bir şey eksikti! O an paltomun iç cebindeki kâğıtlar aklıma geldi. Dört sayfanın üzerinde onun ismini gördüğüm yerleri saat, gün ve mekân olarak yazmıştım. Artık ihtiyaç duyulmaması gereken, ayaklar altında ezilmiş bir mandalina kadar usdışıydı. Kâğıt, közün bağrındaki ateşin canlanması adına elinden gelen her şeyi yapıyordu. Çok geçmeden kâğıtlar tutuşmuş, ince çubuklar arasından alevler yükseliyordu. Hayretle az önce yaptığım şeyi düşünüyordum. İtinayla kalbime en yakın yerde sakladığım bu dört sayfayı nasıl olurda yakmayı başarmıştım? Ondan bana kalan en canlı hatıralar bu dört sayfada yatıyordu. İnce çubuklar hızla birbirlerini tutuştururken, ölü ağacın büyük parçalarına sıra gelmişti. Yeniden yükselen ateşe elim her yanaştığında garip bir hazla karşılaşıyordum. Kendi trajedimin bir sonu olduğuna inanmıyordum. Yanan dört sayfa kalbimdeki hiçbir derin sevgiyi, özlemi benden tamamıyla alamayacaktı ama rahatladığımı hissediyordum. Belki de gece bana yol gösteren ateş adamın izinden gidebilirdim! Kendisi hakkında hiçbir şey söylemediği için, onun neler hissettiğini pek anlayamamıştım. Sanırım o da benim gibi yolun başındayken aynı şeyleri düşünmüş olmalıydı! Kim bilir, kendi hayaletini benim üzerime geçirip, o çoktan yola çıkmıştır! Bu bir görev değil, olması gereken bir durumdan ibaretti. Artık bende ‘ateş adam’ olma yolunda devam edebilirdim. Öncesinde biraz ekmek yiyebilirdim. Acelem yoktu. Arzulanan yoktu. Aşk sanrısıyla kımıldayan arzuları ateşe vermeli ve sonra dönmeliydim.
fin.
YORUMLAR
bir gün, bir yerde, bir şekilde aynı duruma düşmeyeceğimiz ne malum? küçük bir ateş parçası için her şeyimizi verebileceğimiz bir an çok da ütopik görünmüyor. diğer yandan ateş adam bence başroldekinin yaşlı haliydi. bir şekilde ötelerden gelip gençliğine ateşi teslim edip gitti.
bu arada her yazıda çıtayı yükseltiyorsun.
sabahın erken bi saatinde işe gitmeden önce okumuştum yazını ve baya baya bi yazma isteği gelmişti bana ama konuşacak vakit yoktu...şimdi vaktim var ama neler yazacaktım kara tahtada silinmiş gibi duruyor hepsi...
senden iyi filozof çıkar hakkınsesi...felsefe dersleri falan vermelisin...seni her okuduğumda 'aslında daha söyleyeceği çok şey vardı da zor tuttu kendini' diyecek oluyorum:))
düşündüren, sorgulatan tarzın seni daha gizemli yapıyor...sadece bu kadar dil döken birinin bu başlıklardaki ingilizce takıntısını garipsiyorum biraz o kadar...
Gule tarafından 11/18/2019 12:56:29 AM zamanında düzenlenmiştir.
dağ başındaysan, ateş kurtlara çakallara karşı etkili olabilir. ya dağın envai çeşit vahşisi çoktan şehre inmişse. adım adım etki alanlarını genişleten virüs gibi, içimizi kemiren irili ufaklı renk renk kurtçuklara dönüşmüşlerse. çaresi yine ateştir. o ateş bir köşede yanmalı.
sonra gelsin, come on baby light my fire :) (bu kısmın yorumla alakası yok. sadece şarkı önerisi.)