- 351 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Eczacı Çırağı
Kolalı gömleğini, ütülü pantolonunu bir de fabrika kokan gri çoraplarını giyinince cillop gibi olmuştu. Bir de iskarpinler vardı; siyah boyalı, cilalı. Onlar da kapı eşiği yanında yan yana burunları dışarı bekliyorlardı. Bir kere daha duvardaki aynanın karşısına geçip taralı sarı saçlarını elleriyle düzeltti. O zaman aklına geldi; acaba mavi gömleğinin yakasına bir de sarı kravat takmalı mıydı! Sonra, "boş ver" dedi içinden. sen bankada memur musun? Ya da devlet kapısında. Öğretmen misin bir okulda? Altı üstü eczacı çırağı olacaksın. Boş ver, kravat kalsın. Sonra aynadan ayrıldı.
Annesi dikilmiş orta yere, hayran, sevgi dolu gözlerle onu izliyordu. Onunla göz göze gelince o da gülümsemek istedi ama yapamadı. İçi pır pır, çok heyecanlıydı. Hem de korkuyordu biraz. Öyle bir duygu da vardı. Gözlerini kaçırdı. Hem de o zaman fark etmişti sanki yeni fark ediyormuş gibi. "Tavan çok alçak" dedi içinden. Tavan hep mi alçaktı, yoksa o mu büyümüş; bunu pek bilemedi. Çünkü tam üç yıldır bu iki odalı gecekondu evde kiracıydılar.
Gıcır iskarpinleri ayaklarına geçirip dış kapıyı açtı. Kapıyı açar açmaz gözleri kamaştı. İlkbahar sabahının parlak güneşi yüzünü tam da oraya çevirmişti.
Bahçe çepeçevre meyve ağaçlarıyla doluydu. Elma, armut, ayva, nar, kayısı, erik; her çeşidinden. Sıvasız briket duvarları sarmaşık çiçekleri, renk renk sarmaşık güller ve hanımelleri örtmüş. Bülbül, saka gibi ötücü kuşlar sabahın güzelliğine yeni besteledikleri şarkıları söylüyorlardı hep bir ağızdan. Bir de martı sesleri geliyordu çok uzaklardan. Koca Marmara denizinin sanki bütün balıkları tükenmiş gibi ta Tekirdağ’dan kalkıp ta buraya, Burgaz şehrine gelmişler, çöplükte besleniyorlardı leşçi akbabalar gibi...
Hızlı adımlarla tahta dan bahçe kapısını açıp yola çıktı. Yol topraktı, köy yolu gibi tozlu ve çakıllı. Annesi arkasından hayran hayran bakakalmışken toprak yoldan yürüdü. Batı doğu arasında uzanan sokağı geçince Hasan ustanın iki katlı binasının yanına geldi. Binanın alt katı kahve, üstü ise konuttu. Ama konut yarım kalmış. Kapısı yok, camı çerçevesi yok, sıvasız tuğlalar dökülmeye yüz tutmuş.
Hasan Usta balkan köylüsüydü. İnşaatçılıkla uğraşarak ancak bu kadar yapabilmiş. Hem de çok içiyordu. Hem de yaşlanmıştı biraz, pekte eskisi gibi çalışamıyordu. Az ötedeki gecekondu evi ona yettiği için ipin ucunu salıvermişti sanki. Belki de dört çocuğunun hepsi kız olduğu için; "ulan sat dünyanın anasını" demişti.
Yolun alt yanı büyük bir alandı. Boş. Belki bir, bir buçuk dönüm. Orası da arsa olmalıydı ama yıllardır hep böyle sahipsizmiş gibi boş duruyordu. Orta yeri biraz çukurca olduğu için yukarı yamaçlardan akıp gelen sel suları burada birikip göl oluyordu. Göl kuruyunca çamur, çamur kuruyunca da çatlayıp peynir gibi dilim dilimi oluyordu ki bu yüzden çocuklar burada top bile oynayamıyordu.
Kofçaz’ın balkan köylüleri çoğunlukla amucadır. Amucalar, yani amuca kabilesi yaşlısı genciyle çalışkan insanlardır. Çiftçilik yaparlar özene bezene. Büyük baş, kükük baş hayvancılık yaparlar, yaz kış bok sidik içinde. Çok para kazanıp az harcarlar. Öyle pılı pırtı özentileri yoktur. Giysiye, halı, kilim, kanepe gibi şeylere para vermezler. Hep yastık altı yaparlar. Kimileri onlara cimri deyip dedi kodusunu ederler. Aslında öyle değil, mesele başka türlüdür kafalarının içinde. Mesele gelecek meselesi. Mesele çocuklar meselesi. Feodalite çoktan bitmiş, zaman değişmiş. Memleket hızla şehirleşiyor. Tarım önemsizleşmiş, değerssizleşmiş. Herkes açmış ağzını; "sanayi de sanayi" diyor. Bu yüzden okumak lazım. Orta, lise, hem de üniversite. Okuyan iş bulacak o fabrika denilen yerlerde. okul da şehirlerde...
Bu koca arsanın sahibi de balkan köylüsü bir amuca olabilir. Çünkü onlardan bu Gündoğu Mahallesinin bu semtinde çok var. Kimisi tek, kimisi iki üç katlı ev yapıp gelmişler bile. Gelmemişlerin kimisi de kiraya vermiş. Ama bu arsa sahipsiz gibi. Ne bir ağaç dikilmiş içine, ne de tel örgü çekilmiş çevresine...
Bu boş arsanın öte köşesinde dört tane köpek vardı. Biriket duvarın güne bakan yanına yan gelip yatmışlar sabah güneşiyle ısınıyorlardı. El ayak çekilince bütün gece sokak sokak gezinip çöp yığınlarını karıştırmış, bir tavuk kemiği, bir yemek artığı, ya da bir parça kuru ekmek ararken yorulmuşlar, hem de gecenin ayazında üşümüşler.
Orada onları görünce frenine basılmış gibi toprak yolun orta yerinde durup kaldı. Ayaklarından yere çivilenmiş gibi. Ne bir adım ileri, ne bir adım geri. Köpeklerden çok korkuyor, ödü kopuyordu çünkü. Şimdi onu kulaklarından tutup çeksen, başına yular takıp yetsen öldür Allah bir adım öteye götüremezsin. İçi titredi, yüreği güp güp etti, nefesi kesildi. Oysa köpekler olmasaydı iki bina arasındaki o daracık, o ürkütücü yeri koşarak geçip kendisini o sırt yerdeki Gündoğu Camisi yanına atınca rahat edecek, ondan sonrası zaten kolaydı. Ama yok mu o köpekler! Hani köpeklerin dördü de uykuda; cesaret edip yanlarından geçse parmak uçlarına basa basa, sessiz. Ama ayaklarında lastik değil kösele tabanlı iskarpinleri var. Hani çakıla mıcıra basmadan yürüse dikkatli ama az ötedeki Kenar Sokak isimli yerde çingene çocukları vardı bir sürü. Naylon topla futbol maçı yapıyorlardı. O, köpeklerden korktuğundan çok çingene çocuklarından korkuyor, onlardan da ödü kopuyordu. Bir kaç yıl önce okul bahçesinde koşturup oynarken tosladığı çingene çocuğu düşüp yere kapaklanmıştı. Kalktığında çocuğun ağzı, burnu, yüzü, gözü toz içindeydi. Bir de dudağı patlamış, kanıyordu. Gelip dikilmiş karşısına, sinirli, sövmüş saymış, bir de yumruk patlatmıştı suratına. Sonra öteki çingene çocukları da on-on beş kişi birden üşüşmüşlerdi başına. O zaman altına işemişti korkusundan...
Orada toprak yolun orta yerinde bekledi ne kadar, ayaklarından çivilenmiş gibi, kımıldamadan. Köpekler hala uyuyor ama çingene çocukları hep orada, dağılıp gidecekleri yok. "Yok" dedi içinden. "Yok yok, o büzük bende yok. Geçip gidemem." Başka bir yoldan gitmeyi de akıl edemiyordu. Önce geri geri bir kaç adım. Sonra dönüp öyle gitti. Önce usul usul, sonra sıktı karayı koşmaya başladı. Öyle kaçıyordu ki oradan ayakları kıçına vuruyordu.
Eve geldiğinde sık soluk içinde annesi ağaçtan ağaca gerilmiş naylon ipe çamaşır asıyordu. Onu görünce şaşırdı, elindekini ipin üstüne atıp bıraktı.
"Ne oldu?" dedi.
"Köpekler..."
"Onlar şehir köpeği, insana bir şey demez."
"Kopiller..."
"Kopil ne?"
"Cingene kızanları..."
"Hey Allah’ın cezası! Ödlek çocuk! Hani büyümüştün artık? İşe girip çalışacaktın. Para kazanacaktın. Ne sokak itinden, ne de cingene enciğinden korkmayacaktın. Gel!" dedi ona. Elinden tuttu, annesi önde, o arkada yürüdüler. Gündoğu camisinin yanına geldiklerinde elini çekti annesinin elinden.
"Tamam." dedi. "Sen dön artık eve. Burdan sonrası kolay."
Bayırdan aşağıya yılmalandı. Aşağı düzlük yerdeki sokaklardan geçip belediyenin oraya vardı. Oradaki küçük alana pazar kurulmuş, satıcıların birbirine karışmış anlaşılır anlaşılmaz sesleri kulakları tırmalıyordu. Pazar yerindeki insan kalabalığından çıkınca Fatih caddesini İş bankasıyla kuru yemişçi dükkanı arasından geçti. On beş metre ötesi İstanbul Caddesiydi. Çünkü bu iki uzun cadde şehrin tam burasında birleşiyor, sonra tek olup Sokullu Camisiyle külliye altındaki kubbeli küçük çorbacı ve köfteci dükkanları arasından geçip Edirne’ye doğru gidiyordu. Şehrin batı kenarından geçen Lüleburgaz deresi üzerinde kemerli taş bir köprü vardı Osmanlı zamanından kalma. Çok dar, tek bir araba geçecek kadar. Bütün bunları biliyordu. Şifa Eczanesinin de İstanbul caddesinde olduğunu, hem de çok yakın bir yerde olduğunu çok iyi biliyordu. Orayı çabuk buldu. Yanına vardığında baktı ki kapısı açıktı. Kocaman camından içeri baktı. Kendisini işe sokan komşu abi Atilla’yı hemen gördü, tezgahın arkasında, ilaç raflarının beri yanında. Onu görünce sevindi, içi genişledi, ferahladı, rahatladı. Açık kapıdan içeri daldı. Komşu abi Atilla, onu görünce içten gülümsedi. O da gülümsedi. Atilla’nın üzerinde beyaz bir giysi vardı tıpkı hastanedeki doktorlar, hemşireler gibi. Karşı yan masada da başka biri vardı. O da beyaz giysiliydi, beyazı süt beyaz, ütülü, temiz. Adam orta yaşlı birisiydi. Uzun saçları da, çenesindeki top sakalları da üzerindeki önlük gibi bembeyazdı. Gözlerinde ince çerçeveli gözlük vardı.
Atilla:
"Köksa abi Engin bu işte." dedi.
Engin; "Şifa Eczanesinin sahibi bu Köksal abi olmalı" diye geçirdi içinden. Tam o sırada Köksal abi oturduğu koltuktan kalktı. Yüzü, gözleri, her yeri sevgiyle, şevkatle yüklüydü. Elini uzattı ona.
"Merhaba Engin." dedi. "Hoş geldin."
Engin de utanıp sıkılarak zayıf parmaklı küçücük elini uzattı. Tokalaştılar, iki yaşıt gibi. Sonra yeniden utandı, sarı suratı pembeye yakın kızardı. Sanki ensesinden sırt yerine soğuk bir ter boşandı. Büyüklerin eli öpülür oysa. Eskiden adet öyleydi. Şimdilerde koca koca adamlar bile bacak kadar çocuklarla tokalaşıyor. Özenti midir ne? Gavurlar el öpmezmiş çünkü, tokalaşırmış. Küçükler büyüklere abi demez, ya abi ya da abla demez adıyla hitap edermiş.
Eczacı Köksal, Engin’in biyografisini biliyordu. Yani öz geçmişini. Atilla ona anlatmış. Engin’in babası taksiciymiş köydeyken. Murat marka bir taksisi varmış ve ailesinin geçimini taksicilik yaparak sağlarmış. İçki de içermiş hem. Hem de şarap bira değil rakı içermiş. Bir gün Dereköy gümrüğünden aldığı iki gümrükçüyü Kapıkule gümrüğüne götürürken Kırklareli Edirne arasında bir yerde gümrükçülerle şamata yaparken direksiyon hakimiyetini kaybetmiş. Araba bir sağa bir sola savrulmaya başlamış. Sonra da yolu doğrultamayıp sol yanına yatarak kaymaya başlamış. Araba kayıp giderken babasının başı açık camdan sert asfalta çarparak parçalanmış. Annesi, üç kız bir de yedi aylık doğmuş Engin çocukla kalınca köyde yaşayamamış. Lüleburgaz’da erkek kardeşleri varmış ki, onlardan arkalanarak göçmüş buraya. Eczacı Köksal bütün bunları biliyordu.
Köksal abinin masası öyle çok büyük değildi ama güzeldi. Üzerinde kalın bir cam vardı. Onun üzerinde de kağıtlar, kalemler, defter, ajanda, takvim, üst üste dizilmiş kitaplar, kapakları renkli resimli bir sürü dergi vardı. Yine duvarda asılı çerçevelenmiş diploma, iş yeri açma ruhsatı ve vergi levhası vardı.
Kenan Evren darbesinden sonra Turgut Özal başbakan olunca "artık liberalizme geçtik" demişti. İlk iş olarak da dolaylı ve dolaysız vergilerden sonra katma değer vergisi diye yeni bir vergi yaratmıştı. Sonra televizyondaki İcraatın İçinde programına çıkıp elindeki kalemi insanları gözüne gözüne sokarak "köprüyü satacağım" demişti. İstanbul’daki boğaz köprüsünü. Ortalık karışmış, kıyametler kopmuştu ama o hiç korkmamış, "devlete ait ne varsa, fabrika, banka, tesis; hepsini satacağım" diye diklenmişti. Devlet fabrikatör mü, banker mi? Devlet devletliğini bilecek, patron patronluğunu; başka türlü küçük Amerika olunur mu? Satıcı fiş kesecek, müşteri fiş almadan dışarı çıkmayacak. Otokontrol bir güzel sağlanacak ki kimse vergi kaçıramayacak. Başka türlü Küçük Amerika olunur mu? O sebepten eczacı Köksal abinin masasında bir de yazar kasa makinesi vardı...
"Benim adım Köksal." dedi Engin’e. "Soyadım da Palamut. Senin soy adın neydi?"
Engin’in suratı kızardıkça kızarıyordu. Öylece de susuyor, hiç konuşmuyordu. "Soy adı Gezmiş onun." dedi, komşu abi Atilla. Eczacı bir hoş oldu zaman. Yüzü, gözü, her yeri biraz daha güleçleşti.
"Öyle mi Engin? dedi. "Gezmiş mi?" Engin sustu.
"Deniz Gezmiş’in akrabası mısın sen?" Engin, gözlerini kırpmadan baktı, o da kim der gibi.
"Değil misin?" diye üsteledi eczacı abi. Engin, hayır der gibi kaşlarını attı.
"Sen bilmiyor musun yoksa onu?" Engin, yine kaşlarını attı.
"Neyse..." dedi eczacı abi. "Kitap okumayı sever misin?" Engin, başını aşağı yukarı salladı. Bu evet demekti.
"İyi." dedi Köksal abi. "Ben sana kitap veririm. Adı da Darağacında Üç Fidan. Okursun." Engin, hem kaşı hem de gözüyle evet, okurum dedi.
"Madem orta okula gidemedin, maden tahsil hayatına devam edemedin... Bir meslek... Meslek altın bileziktir, sanat gibi. Bu bizim meslek de iyidir. Önce çırak olacaksın. Yol yordam öğrenmek için. Yerleri süpürmek, rafları masaları silmek, ilaç dizmek, çay söylemek, börekçiden köfteciden öğlenlik getirmek gibi. Sonra sonra ilaçların isimlerini öğreneceksin. Çarpuk çurpuk yazılmış doktor reçetelerini okumayı öğrenince de kalfalığa terfi edeceksin. Sonrası kolay. Bunları öğrendikten sonra işsiz kalmazsın hiç. Eczacıbaşı yakında bir ilaç fabrikası kuracakmış Büyük Karıştıranın oralarda. Büyüyünce kolaylıkla oraya bile girebilirsin. Anlaştık, tamam mı?"
Engin Gezmiş:
"Tamam." dedi. Dili çözülüvermişti birden. Seviniyordu çok. Bir de sokaklarda top oynayan çingene çocuklarıyla duvar diplerinde güneşlenen kirli tüylü köpekler olmasa...
Tevfik Tekmen 9/Kasım/2019 Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.