NE ACI
NE ACI
Yarım yüzyıl önce Malisukan kürünün de dinlenir gibi, nefeslenmek istedi. O zamanlar yedi, on yaşlarındaydı. Şimdi ise devlet memurluğundan kovulma çağını geçti...
Kürünün başına oturmadan, nefes nefese iken altmış yetmiş metre yukarıda ki yaylasını aradı gözleri...
"Yok!..."
Bodur ağaçlar, çalılar arasında taşlar görülüyor.
Dinlenip, su içmeden yayla yerine çıkamazdı.
Kürüne su taşıyan oluğu örten taşların sağındaki çimene yanlamasına yanladı. Tıpkı çocukluğun da ki gibi...
Gözü, oluktan akan suda.
"Suyu yarı yarıya azalmış .
Demek ki; bir elli yıl sonra bu su kuruyacak.
Ne acı!..."
Yaşam, yıllar tüketildikçe sonlanıyor. Gelirken yanlarından geçtiği pınarlar ve üzerinden geçtiği derelerde de aynı tükenişi gördü.
Suların tükenmişliğine karşın ormanlarda da canlılık var.
Yaşamı yaşanır yapanların başında gelen hava ve suyun ters orantılı duyumsattıkları da şaşırttı, doğrusu.
Çocukluğunda korkmadan yol aldığı patikadan, yoldan ve geçitten o eski dinginlikle geçemedi.
Yer yer ürktü!...
Hatta korktu!...
Ancak ona yol açan sığırların ardından yürüyebildi.
Malisukana.
Malisukan;
İlk ve sonbaharda hayvanları eğleştirdikleri mıntıka...
Köyün kuzeyindeki Kilise Tepesi ile Kedikana Sırtının arka (kuzey) yüzü...
Bu iki yükseltinin bağlantısı "eğer oturağı" benzeri yerde tarlaları olan dört hanenin yaylası ve Hisarlı (Petoban)’ın çayırlıkları, Malisukan...
Dinlenirken bir taraftan Kedikana’da ki mağara ve yayla yerine doğru gözleri gezindikçe Emine Nene’sini görür gibi oldu.
Alt çene üst çene ile buluştu.
Göğsündeki hızlı iniş çıkışlar yavaşladı.
"Yeterince dinlendim. Artık su içebilirim. Nenem kızmaz."
Oluğun son noktasına avucunu tuttu. Dudaklarını avucunda oluşan gölete değdirerek suyu içine doğru kana kana çekti. Doyunca;
"Oh!... Be!.." dedi.
Doğruldu.
"Artık yaylanın pegine çıkma zamanı".
Yaylanın öreni dike yakın eğimde yukarıda. "Hozanın doğusundaki duvar eskimiş. Yer yer taşları duruyor. Duvarın sağında ki Sona Nenelerin , Selvi Yengelerin ve Emine Nene’lerin yolu ota bürülü"...
Yol arkadaşı danalar hozanda yayılıyor.
Tarlalar hozanlaşmış, sahipsizlik algısı yayıyor.
Yaylanın örenine ulaştı. Buranın artık kendilerinin olmadığını biliyor.
Yine de içi doldu.
Ağlayacak mı ne?
Yayla, toprağa gömülü idi. Taş duvardı. Börtü, böcek, bibiyay taşlar arasında cirit atardı. Sağ ve sol duvar imi var. Arka kısmın çoğu yerinde. Fındıklar arasından bakınca ateşin kararttığı taşlar kendini gösteriyor.
Taşlarda görülen is mi?
Yanık izi mi?
Yoksa kurum mu?
Yoksa hepsi mi?
Bu izde neler var neler....
Neler yok ki?
Ekmek, aş pişirmek için yanan ateşin isi mi?
Yoksa yağmurda sırıl sıklam ıslanmış da kurumak için yakılan çıralı kütüğün isi mi?
Yok yok!.. Bu!..Karalıkta, nene torun hem aydınlanıyor hem de yarın neler yapılacağını konuştuğu anın izi.
Soğuk bir gecede yatmaya hazırlık anında yanan odunların bıraktığı is olamaz mı?
Bazı anlarda da ısınırken ateş "cız cız cöz" sesi çıkarır. Çevreye kıvılcım saçardı.
Bu an da;
"Nene nene!.. Bak yine bizi çiğniyorlar" der, neneye dokunurdu.
Nene, ruh kırıklığı dünyasındadır.Anılar sandığının en dip köşesinde özenle naftalinli, belki de kokulu sabun kırıkları arasına konmuş acılarından uyandı. Kimsenin yanında ortalığa saçılmayan acılı anılar...Çoğunlukla kendi kendine kaldığında ortalara çıkarıp sererdi, peykelere, sergenlere güneşlensinler diye. Tazeliğini kaybetmezlerdi acılı anıları böylelikle....
"He ya oğul" derdi. Araya başka sözün karışımına izin vermeden:
"Umarım iyiliğimizi konuşuyorlar " der, ardından da;
Sallanarak:
"Hı!.. Hı!.. Hı!... Hı!... " derken sallanarak iç dünyasına dönerdi.
Ninenin her kendi ile baş başa kalışında iç dünyasına dalışına anlam veremezdi. Ancak yıllar sonra kaçakaçlık yıllarında yaşadığı olaylar yüzünden olduğunu öğrendi. Ninenin; ilk eşini, iki oğlunu ve yakınlarını kaybettiği o yıllar.
Ninenin canını acıtan...
Anlayınca O’nun da canı acır oldu. Kavşaklarda, alışveriş merkezleri ve cami önlerinde Türkiye’ye sığınan Suriyelileri gördüğünde ninesinin Merzifon yıllarını duyumsardı...
Yaylada yakacak yokluğu çekilmezdi. Hayvan otlatmaktan dönenin omzunda, sırtında yakacak olurdu. Hele yazıda; çıralı kütüğe rastlayınca boş gelmek olur mu?
Çıra, hem aydınlanmada hem de tutuşturucu işlevde bulunmaz yakacaktı. Çıra, köyde de işe yarardı. Çıraya, bazı çam ve köknar kütük ve köklerinde rastlanırdı.
Ocağın bir yanında kap kacak yerde ve sergende.. Diğer tarafında da yatak her an yatmaya hazırdı. Karın doyar doymaz tumba yatak...
Sabah hayvanlar otlağa götürülecek.
Yağmurlu gecelerde yaylada yatmaktan haz alırdı. Hardamaya düşen damlaların çıkardığı ses uyumundan haz alınmaz mı? Doluda da korkardı. Yorganın içine gömülür. Ya da ninesinin koynuna saklanırdı. Kendini en güvende duyumsadığı an bu andı.
Bitişik de hayvanlar barınırdı. Hayvanların barınağı sığır, koyun, buzağı ve kuzu için özel bölmelerden oluşmuştu. Komun yanları açık ve üstü toprak örtüydü. Önü ve diğer yanı cereklerle çeperdi. Yola doğru kapı işlevi gören cerekler sürgü gibi sürülerek açılır ya da kapanırdı. Bunlar açılmadan hayvanlar çıkamazdı.
Palak, bekçileriydi. Ağıl ve yaylanın uygun yerinde konuşlanır. Gece uyumaz. "Hav hav hav" diye yaylaya yaklaşma girişiminde olan yabanıllara ileti yollar, işinin başında olduğunu duyururdu.
Yayla yaşamı hayvanlarla beraber yan yana, iç içe...
Yolun sağı çegildi. Çegillik de yer yer kısa boylu iğne ve yayvan yapraklı ağaçlıktı. Buradan ayakyolu olarak yararlanırlardı. Erkekler ağaç, taş diplerinde işini görürdü de kadınlar ne yapardı. "?"
Neden bir köşede tuvalet yapılmamıştı. "?"
O yıllarda kültür düzeyi bu kadar,
Dese!...
Köyde yüznumara vardı. Gübrelikler üzerinde ki bacalarda.
Yayla yanında kuzu ve danaların otladıkları fındıklıktaki fındıklar çok kalınlaşmış ve uzamışlar. Dayanaklık bulamazdı.
Sona Nene’lerin tarlanın dar uzantısı tünel gibi...
Köknarlar kerestelik ağaç...
Doğa yapısı değişmiş.
Toprak yorgun.
Toprak küskün gibi...
Çiçeklere, ormandaki canlılığa bakınca da "insan ayağının" çekilişinden memnunluk duyulduğunu duyumsatıyor.
Kilise tepesine doğru kayalar yerinde. Üsteki kayanın sağındaki köknarlar da yerinde ve çok büyümüşler. O köknarlardan tırmanarak kayanın üzerine oradan da sakız açtığı köknarlığa ulaşırdı.
O kayanın tepesinden ninesine ne çok seslenirdi.
Yaylaya inişte oturup, kayarak pantolon yırtıp, ninesinden zılgıt yediği de çok olurdu.
Ninesinin en unutamadığı kötü sözü "itin oğlu, itin doğurduğu, eşek kafalı, çilpisuzluk etme" idi...
Buna rağmen yemek yerken "ana sen ye, nine sen bana yedir" diyerek anasını kayırdığı anlatıldığında da yüzü pazı gibi olurdu.
Çocukluğun izleri sökülüp atılmamış. Kala kalmış bir yerlerde... Uyarıcı uyarınca nasılda döküldü ortalığa...
07 Mayıs 2016
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.