- 556 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
563 – NEFİS
Onur BİLGE
“Nefis,
Ben eksik olduğumu biliyorum. Yıllardır aşına aşına neye döndüğümü… Devasız bir dert bu yaşlılık, herkesin başında… “Öyle de mutlu olunur, böyle de…” diyordum ama hayatın hesabı uymadı hesabıma.
“Sabret!” dediler. “Sabrın sonu selamet!” Sabrederken nasıl geçti zaman, anlayamadım! Ne nefes alacak bir yer açabildim hayatın karmaşasında kendime, ne yaşadığımı bilebildim!
Bütün eksikliğimin para olduğunu zannettirdi, içinde bulunduğum durum. O yüzden dur durak bilmeden çalıştım durdum. O da bir yere kadarmış, geç anladım. Takatim kesildi, durdum.
Yalanlar uydurdum kafamın içinde. Ruhumu inandırmak için kâğıtlara döktüm. Yazdım yapmak isteyip de yapamadıklarımı. Yaşamak isteyip de yaşayamadıklarımı yazdım. Bir an geldi ki baktım arkama, yaşanmamış yıllarıma kızdım.
Hani bir işe koyulur, bir çarka takılır da zamanı mekânı, hatta yaşadığını bile unutur da dalar gider ya insan, işte aynen öyle dalmışım hayata ben. Okyanusun derinliklerine dalarcasına… Yalnız önüme bakmışım, at gözlüğü takılmış gibi, yalnız yem torbasına, zahire ambarına… Her günün sonunda yetiştiremediğim, yarım işler kalmış yarına.
Şimdi şimdi anlıyorum ki hayatı yetiştirememişim ben. Hayatım yarım kalmış ama kalmamış yarına. Hep ertelemişim beklentileri. Düşleri es geçmişim. Iskalamışım yaşamı.
Bir şair bir şaire evinin balkonundan etrafı gösteriyormuş ve şöyle diyormuş: “Şurası pastane, burası postane, ötesi hastane, yanındaki de mezarlık…”
Çalış çabala, evlenmek için para temin et, borç harç evlen. Onunla yarış bununla yarış, koş, daha kaliteli bir hayat tarzını yakalamaya çalış! Evdi, eşyaydı, nevaleydi, senetti, havaleydi… Ne dur durak, ne mola ne de tatil…
Yolsuz esnaf, eski defterleri kurcalar dururmuş, o hesap… “Nesrin de Nesrin…” “Nesrin’in neyini beğendin?” diye sorsalar, verilecek cevap yok! Yok üstü yok, yaz kadı efendi yaz! İşte böyle hay huyla geçti baharla yaz. Önümde çetin bir kış var ki bembeyaz…
Nicedir sevmeye aç, sevilmeye muhtaç gönlüme bir bahar esintisi olarak geldin. “Sevgili” sıcaklığını yüreğime getirdin. Bir süreliğine de olsa yalnızlığımı nihayete erdirdin. Bana yepyeni bir hayat verdin.
Güneş gibiydi gözlerin. O kadar parlak ve yakıcı… Kirpiklerin, kara bulutların arkasından taşan ışınlar gibiydi. Yalnız dümdüz değil, öyle uzun ama kıvrık… Gözkapaklarını indirsen, gözlerine hasret kalsam da aralanan kirpiklerin karanlığımı ışıtmaya yetiyordu. O incecik, kavisli, kudretten rastıklı kara kaşların adeta dans ediyordu kıvrıla büküle fakat ciddiyetini koruyor, hiç taviz vermiyordu.
Bense sonbahar ağacıydım. Eteklerine sararan yaprakları yığılan, zıpzırlak kalmaya mahkûm… Dallarıma konan kuşlar asla yuva yapmayacaklar, yapamayacaklar, biliyordum. Yine de gerçek bir aşk, ölümsüz bir sevda diliyordum.
Ümitleri bitince bitermiş insanlar, gayet iyi bitiyordum. Ümitler üretiyorum kendi kendime, hayaller kuruyor, düşlerle yaşıyordum. Öylece daha genç, daha güçlü, daha yakışıklı ve daha akıllı hissediyordum kendimi.
Her zamanki gibi ceplerim boştu ama gönlüm hoştu. Yalnız sen vardın hayatımda, dünyamı aydınlatan, renklendiren büyük hayranlık ve sevgi vardı, gerisi boştu. Koştu da koştu ruhum ruhunun ardından… O kadar koştu ki mecalsiz düştü.
Biliyordum, bu peri masalları gibi bir masaldı. Yalandı, düştü… Bir gün, uyanıverecektim ve her şey bitecekti. Benim sandığım gerçek gibi duran hayal çekip gidiverecekti. Hiçbir zaman boş bulunup itiraf etmeyecektim aşkımı ama ya birini sevecekti ya da ne kadar saklarsam saklayayım, bir şeyler sezecekti.
Hep kötü bir şeyler olmasından korkuyordum. Aramıza birisinin girmesinden, densizin birinin sana bir şeyler demesinden… Beraberliğimize nazar değmesinden bile korkuyordum. Öyle şeylere inanmasam da dükkânın her yerine nazar boncuklu hediyelik eşyalar koyuyordum. Sana da göz şeklinde altın çerçeveli bir kolye armağan etmiştim ya doğum gününde… Hani ilk zamanlarda hiç çıkarmıyordun boynundan da o şair müsveddesi daha pahalısını hediye edince artık takmaz olmuştun. Ne kadar bozulmuştum! Günlerce içim içimi yemişti kıskançlıktan! O kadar varlıklı olamadığım için yıllardan sonra bir daha mahvolmuştum! İlki, Nesrin olayıydı. Paraya kaymak, işin kolayıydı. O da öyle yapmıştı.
Parayı sevdiği için beni sevmekten vazgeçmişti. Zenginliğin yanında aşk falan bir hiçti! Kör bıçakla doğradı beni, kanımı son damlasına kadar içti! O nedenle ya da bu nedenle… Ne fark eder ki! Sonuçta, bitmez sandığım beraberlik bitti.
Çoktan boşaldı dünyam ama ne yaparsın? Gönül avuntusuz kalmaz. Hani insanlar çoktan toprak olurlar da hâlâ büsbütün duruyorlarmış gibi kabirleri ziyaret edilir, işitseler de işitmeseler de onlarla monolog halinde konuşulur ya… O zamandan beri kalbimdeki kabrinde yaşıyormuşçasına yazdığım şiirler, Nesrin’i kıskandırmak, deli etmek için Nevin’e ithaf ettiğim şiirler, bir ölüyeydi.
Seni gördüğümde tekrar canlandı içimde kuruyan ağaç. Bir şubat sabahı, erken uyanan, ısınan havaya aldanan badem ağacı gibi çiçek açtı. Gelin gibi süslendi. Pembe beyaz gelinliğinin içinde prensesler gibiydi. Payetlerle pullarla süslüydü tuvaleti. İlk rüzgârda üstünde ne varsa çıkarıverdi, saçıverdi etrafa konfeti konfeti…
“Yalancı bahara aldanma hemen!” demedi bana kimse. Olayı anlattığımda”Yedi başlı ejderha!” dedi Kaptan. “Kaç başını kesip attım, bana mısın demedi! Yepyeni bir baş daha çıkardı bedeninden.”
“Nefs!” diyor ona nefretle. Nefismiş içimdeki canavarın adı. Ne pismiş!.. Tadı mı? Ah! İşte onu bana sor! “Yıllarca uğraştım da baş edemedim o mahlûkla! Her yolu denedim, baş edemedim! Bu yola neden girdiğimi sanıyorsun? Keyfimden mi!” Ne bileyim neden? Anlatırsa duyacağım da bileceğim. İlk dediğinde içime bakmak geldi aklıma. “O dediği canavar içimde mi acaba?” diye. Aynada falan görünmezmiş, röntgen filmine çıkmazmış.
“Ben kendimi seviyorum artık. Kimseyi sevmiyorum, sevmek de istemiyorum. “Sadece Allah’ı ve Resulünü seviyorum!” demek isterdim ama bu söz de çok tehlikeli bir sözdür. “Seviyorum!” desem, yalan olur. Çünkü o vasıflar bende henüz tam anlamıyla teşekkül etmedi. “Sevmiyorum!” desem, kâfir olurum!”
“Ben onu o kadar çok seviyorum ki değil kendimi sevmek, var olduğumun bile farkında değilim, inanır mısın?” dedim.
”İnanırım!” dedi. Her zaman doluydu kalbimiz. Birilerini sevdik, ve onlar tarafından sevilmek istedik. Aman ne kadar uğraştık bunun için! Nelerden taviz verdik! Değer miydi? Değmediğini geç de olsa anladık. Şimdi kendimizi sevme zamanı…”
“Nasıl seveceğiz kendimizi? Yani sevdiğimizin yerine nasıl koyacağız kendimizi?”
“Kendimizi değil, Allah ve Resulünü koyacağız. Koymaya çalışacağız yani… O zaman kendimizi seviyoruz demektir. Kendisini seven, dünyevi sevgilerin boş olduğunu bilir, ukbaya yönelir.”
“Ukba ne abi ya? Seni anlamak için lügat taşımak lazım Vallahi!”
“Öte dünya… Ahiret… Gerçek hayat yani… Nasıl anlatayım daha? Ebediyete kadar yaşayacağımız yer…”
“Sonsuza kadar, öyle mi?”
“Evet! Sonsuza kadar…”
“Emin misin?”
“Eminim!.. Emin olmasam mümin olamam!”
“Bir daha ölmek yok mu?”
“Yok! İstesen de ölemezsin!”
“Allah Allah!..”
İşte böyle! Kaptan’ın dediklerini o zaman tam anlamıyla anlayamıyorum ama sonra düşünüyor, idrak ediyorum. İnanıyor muyum? Eh! Şöyle böyle…
Nefsin çok anlamı var. “Ruh, can, hayat, hayatın ilkesi, nefes, varlık, zat, insan, kişi, hevâ ve heves, kan, beden, bedenden kaynaklanan süflî arzular” gibi… Bana sadece seni hatırlatıyor.
“Nefs” denince, aklıma nefis güzelliğin geliyor. O bana senden vazgeçmemi tavsiye ediyor. Ben seninle her halükârda mutluyum. Sadece ayrılık fena koyuyor! Şu hasret denen illet olmasa!.. Yine de ümidimi kaybetmemeliyim! Uzaktan yakından bir anlık görebilmek de kavuşmak demek, benim için. Azla yetinmeyi bilen biriyim. Üstelik o bile çok, benim gibisine. Yine de…
En kısa zamanda kavuşma dileğiyle…
İkircikli”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 0563
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.