- 923 Okunma
- 6 Yorum
- 5 Beğeni
'ephesos epitaph'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Canlı bir şekilde, tüm hatları berrak ve düz bir mermeri andıran bacağın gölgesinin altındaydım. Pencere camından yansıyan ve ayak izinin zeminde bir uygarlığın yitimi kadar yükseldiği, inanılması güç bir hasretle duvarlara dokunuyordum. Kehanetin gerçekleşmesini umuyordum. Gözlerimi kapadım. Kollarım, saçım, bacaklarım kaşınıyordu. Ateş yakıp ısınmak istiyordum ama bunun için etrafta kimsenin malzemesi yoktu. Üzerimdeki kıyafetleri bile yakmayı düşündüm. Hatta cüzdanımı, içindeki kâğıt paraları, fotoğrafları, kartları ve boş bırakılmış o hüzünlü kâğıdı. Bir sayfa boş bırakıldığı zaman insana temiz gelebilir ancak ona inanmıyordum. Varlığının en rahatsız edici yanı temiz geliyormuş hissiyle yıllardır aynı yerde durmasıydı. ‘Keşke yağmur yağsaydı’ diye umarken, temennilerimin nasıl da boş olduğu fikri zihnimi sarmalamaya başlamıştı. Koca bir meyve tabağını yüzüne sığdıran genç bir kadının sözleri kadar anlamsızdı:’ Burası mı?’ Ne burası mı? Neden bahsettiğini anlamıyordum. Kimsesiz bir sokak köpeğinin fikri olmalıydı: İlerle! İlerleyecek sadece karanlık ve su vardı. Burası Atina’nın medeniyet ışığının tekrardan yanması için müsait bir ortamdı. Kral atak, yürekli oğlunu Ege’nin bilinmeyen coğrafyasına gönderiyordu. Apollon Tapınağı’nın kâhinlerinin bir bildiği vardı. Birkaç asır sonra dünya tarihine adı geçecek ve varlığı mucize olan İsa’nın sevgili annesinin, Meryem’in mezarının da bulunacağı kent kurulacaktı. Kaystros nehri ağzında cesur Androklos ve yanındakiler tuttukları balığı pişirirken, çalıların arasından çıkıp gelen domuz balığı kapıp kaçarken, kehanet kendisini gerçek kılıyordu. Efes kenti kuruluyordu.
Kaystros nehrinin Ege’nin lacivert sularına karıştığı iskelenin üzerindeydim. Kayalıkların arasında yengeçler dolaşıyordu. Telefonun cılız ışığını üzerlerine yansıttığımda taşların arasında gözden kayboluyorlardı. Tunay Androklos’un kahraman arkadaşı gibi kayalıkların en ucunda, elindeki oltayla beklerken, Fatih düz bir taşın üzerine yeni inmişti. Bir adım sonraları karanlık suyla buluşmaktı. Onlardan uzaklaşmıştım. Fatih’in verdiği ilk oltanın kurşununu denize kaptırmıştım. Sırtı ve göğüsleriyle bir kadından farksız, uzun simsiyah saçlarıyla karanlıklarda yüzen, orkinos gibi alacalı renkli kuyruğuyla bir canavarın kurşunu benden çaldığını düşünüyordum. Fatih acele etmiyordu. Sabırla tekne oltasının deliklerine misinayı geçirirken, bir yandan da burnunu çekiyordu. Vakit gece yarısını çoktan geçmiş, sıcaklık her dakika düşmekteydi. Varlığımın getirdiği şansızlık üzerine ıslak taşlar üzerindeydik. Gazete kâğıdına sarılmış boru kurtlarından ne Tuncay ne de Fatih medet umuyordu! Tunay birasını yudumlayıp, tekrardan oltasını eline aldığında ‘mamun olacaktı ki, o zaman işte her şey daha güzel olacaktı’ diye sayıklıyordu. Boru kurtlarını kabuklarından kırıp çıkarıp, yumuşak gövdesini parçalayıp iğneye geçirmek kolay işti. Fakat balıklar bu yemi rahatlıkla kapıp gidiyorlardı. Efes’in içerisinde gece boyunca çalınacak flüt öncesi gittiğimiz yemcilerden hep aynı yanıtı alıyorduk:’ Mamun gelmedi.’ Mamun yoksa başka bir şey elbette denenebilirdi. Karides konusunda Fatih kararsızdı. ‘Çok pis kokuyor’ diyordu. İhtiyar yemci çakır gözleriyle bana babacan tavrıyla bakıp ‘ne uğraşıyorsunuz, kurt takın, o daha ucuz ve rahat’ derken, ‘deneyelim, hem ne çıkar, zaten size söylemiştim ben de şans olmaz. Mamunu unutun bu gece. Şansımızı boru kurduyla deneyelim’ diyerek acemi şansına güveniyordum.
Taşlar ıslaktı. Her geçen dakika dalgalar daha şiddetli kayalara çarparken, tekne oltasının ucundaki yalancı yemin iğnesine parçaladığım yumuşak kurtlardan takıyordum. Birkaç kere balık vurmuş olsa da, çoğu sefer iğneye geçirdiğim kurdu balıklar kapıp götürüyordu. Ya erkenden oltayı çekiyordum ya da geç kalıyordum. Pantolonumun ıslandığını hissediyordum ama kum sinekleri, namı diğer yakarcalar yüzünden kollarımı delice kaşımak istiyordum. Pantolonumun ıslak oluşu sayesinde bacaklarımdan yana şansım olsa da, kollarım, boynum ve başım yakarcaların ısırıklarından kurtulamamıştı. Taşın üzerinde Phidias ellerinden çıkmış bir heykel gibiydim. Çırılçıplak ve acınası hissedişim büyüyü bozuyordu. Güzelliğinden dolayı cezalandırılmış Medusa’nın bahtsız kaderinin tecelli ettiği deniz sularında kaybolan ışıltılar, bir sonraki saniye daha parlak bir ışıltıyla tekrardan sular üzerinde beliriyordu. Aldığım tazelenmiş ruhların kokusundan korktuğumdan ardı ardına sigara içiyordum. En ufak tutkum ya da aldığım lezzet olmamasına rağmen eşsiz kokudan kendimi mahrum bırakmam gerekiyordu. Kaygan taşları adımlayıp, güç bela iskeleye geri çıktığımda kendimi daha huzursuz hissediyordum. Çok geçmeden Fatih’te yanıma gelecekti. Gökyüzünde durmadan dönüveren Pegasus, gözlerimin ara ara kapanmasına sebep oluyordu. Yine kaybedecektim. Her seferinde nasıl oluyor da kaybetmeyi başarıyordum? Bu bir ceza olmalı. İşte Tanrı’nın kadehsiz ve renksiz cezasını çekmeye en huzurlu çekmeye başladığım yer eski adıyla Kaystros nehrinin denize döküldüğü yerdeki ıslak tahtalarıyla tarihe karışacağı günü bekleyen iskeleydi.
Fatih gözlerini zor açıyordu. ‘Ne oldu, ne oluyor sana’ dedi. Tarifini yapamayacağım keder içerisindeydim. Gözlüğümün ortasına dokunup, camlarını kaşlarıma yasladım. ‘Varoluşumun tutkulu bir hezeyanı bu; sanırım başladığım an her şey en renkli ve canlı hatlarıyla benim içimde. Kaybetmeye alışkınım. Nedense insanlara bunu anlatmaya çalıştığımda, kendime ait bir sorun varmış gibi hissediyorum. Bak…’ Gösterdiğim yer sol elimin uç noktasıydı. ‘Görüyor musun’ dedim, ‘nasıl da becermiş yakarca. Zehirli bir yaratık olduğuna kanaat getirdim. Tabi, defalarca ısırılmış olsam antikoru kendi kendime üretebilirdim ama buna dayanacak gücüm yok. Sanırım ateşim çıkıyor, başım ağrıyor. Medusa’yı cezalandıran soytarı büyüklerin işlerinden biri de bu! Ancak ne güzelim ne de başka türlü bir duyumsama içerisindeyim. Üzgünüm. Sadece üzgünüm. Fakat buna sebep kimse değil! İnsanlar durmadan konuşuyorlar, yazıyorlar. Varlıklarına ait sonsuz bir döngü devam etsin diye, öldükten sona bile onlardan bahsedilebilsin diye böyle devam ediyorlar.’ Onunda verebileceği bir cevap yoktu. Kendisinin de aynı gizi benden sakladığını biliyordum. Bu giz, hislerimizin en olgun çağına giriş yaptığımız yılların ardından tanrısal huzurun kaynağından geliyordu. Fakat önce büyük, sancılı bir süreç geçmek zorundaydı. ‘Keşke ağlayabilseydim’ dedim, ‘ama biliyorum ki bunun hiçbir şeye faydası olmayacak! Kurtulmak istiyorum. Üzerime sinmiş tüm toz ve yaralardan kurtulmak istiyorum. Varlığım bir leke gibi gece karanlığında büyüdükçe büyüyor ve ben buna engel olamıyorum. Rüyamda aynı yaraya atılacak dikişin ipini yeniden iğnenin ucundan geçirmeye çalışıyorum. Buna çocukluğum beri gücüm yetmemişti, şimdi mi yetecek?’ Dünyanın en uzun saplı fırçası Fatih’in dişlerinden başlayıp, tüm vücudunu temizlemeye başlamıştı. Sesler dalgaların arasında genişliyor, çapı bölünmeyen bir daire yeryüzünde kalıtsal bir hastalığın doğumunu müjdeliyordu:’ Keder!’ Gözlerine baktım. Çaresizlik ince bir hat üzerinde akıyor ve bakış adasının etrafında kümeleniyordu. ‘Zor’ dedi, ‘biliyorum çok zor ama hepsi geçecek!’
Tunay’ı kendi dünyasına bırakmış gibiydik. Fatih sonunda küçük bir balık tutmuştu. İğnenin ucunda sallanan parlak balığa bakıyordum. ‘Geri mi bırakacaksın’ diye sordum. Varlığımı tümüyle yavru mırmırın parlak gövdesinin altında hissediyordum. ‘Buna ihtiyacım var’ dedi. Usulca balığı takıldığı iğneden çıkarıp, karanlık suya fırlatırken boğazım düğümleniyordu. Cehennemin somut oluşunun korkunç yanı bile diri diri gömülmenin yanında hiçbir şeydi. Varlığının yegâne yokluk sebebi sayılacak suyun içerisinde artık görünmeden derinlere ilerleyen küçük bir balık olduğunu biliyordum. Diğer onlarca balık türünün şu an nerede ve ne yaptıklarıyla bir alakam olamazdı. Küçük, küçücük bir balıktım. Tekrardan suyuma ulaşmış, kanatlarımı açmış ve durmadan ilerliyordum. Belki de buna batmak denir. Daha rahat nasıl söylenecekse, öyle kalmasını arzuluyorum. Bitirim bir hazzın kıskacı altında sıkışmış ve nefes almakta zorlanıyordum. ‘Yardım edin’ diye bağırmak istiyordum. Durdum, kaldığım yerde yavaşça açılan bir eteğin gölgesi büyüyordu. Pencere camından yansıyan ışıksız bir bedendi. Çıplak bir gölge yaklaştıkça beni içine çekiyordu. ‘Sol dizinde’ dedim ve duraksadım. ‘Evet, tam orada kolumdaki yara izine benzer bir şeyle karşılaştım. Elimi uzatıp ona dokunmak istedim. Ayak bileğindeki soluk yeşil renkteki dövmenin kımıldadığını gördüm. Egzotik bir düşkündüm. Bilinmeyene doğru yol açmıyor, olduğum yer de sayıklıyordum. Boğazım üşüyordu. Tişörtümün düğmelerini kapadım. Artık çeneden sonra gelen bir tişört üzerimdeydi. Yutkunduğumu kimse göremeyecekti. Ellerimi açıp, ona doğru yaklaştırmak üzereyken at durmuş, onu üzerinden atmak üzere beklemeye geçmişti. Detayların deformasyona uğradığı en ince hatta klasikti. Kontrastların tüm kokuyu tek bir noktada topladığı, lavi bir durgunluğun yeryüzünde nice medeniyetleri yok ettiği buyruğun önünde el pençeydim. Gözlerim kapanıyor, bir süreliğine hiç açılmıyordu. Görmek istediğime her bakışımda ayrı bir varlık dağarcığı beni sıkıştırıyor, cevaplayamadığım onlarca soruyu sıralıyordu.
Kokuyu içime çektim. Koyu bir seferberlik anıydı. Ellerim kırılmış hissediyordum. Parmaklarım çatlamış olmalı, gözlerim yorgun bir ateşin koynunda sayıklayan yabancıdan farksızdı. İlginç olmayı yitirmiştim. Pencere defalarca açılıp kapanıyor ve odaya her seferide aynı hava doluşuyordu. Kederlerin en ince ve sakin olanını seçiyordum. İnsanların her biri bunu kendi üzerine almaya bayılıyordu. Oysa kimse onu tanımıyordu. İsmini bilmiyor, bakışlarındaki dolgun sıcaklığı fark edemiyor, kirpiklerindeki ince buyurganlığı göremiyordu. Sevecen miydi, saç rengi aynı mıydı? Bir yılanın omzundaki uzunluğu andıran ayak bileklerini arıyordum. Önce gergindi, sonra yavaşça donu çözülen bir antik rüyanın eseri oluyordu. Acı, sızımsı bir sirenin kuytuluğuna köpek havlamaları karışıyor, ağır bir teneke dolgunluğunda gece ışıksız bir kentin kucağında oturuyordu. Nereye baksam onun ismini görüyordum. Tekneye onun ismini vermişlerdi. Duvarlara onun adını yazmışlardı. Otel, apartman, iş yeri onun armonisiyle var olmuşlardı. Hiçbir üstünlüğü olmayan ancak zamanla doğurgan kederine ait bir aslanın pençe sayısını ikiye çarpıyordu. Nasıl olduğunu, hangi zorluklarla mücadele ettiğini bilmeden haksız bir sorgulayış içerisine çektiğim, dört noktada susan bu ıslığın sesini karanlığın şahidi böceklerin yakarışlarına bırakıyordum.
Islak iskele tahtaları üzerine oturmuş, Medusa’nın saçlarına dolaşmış sahte balık yemimi kaybetmenin şaşkınlığıyla çektiğim acının en hazza dönük olanını ve asla renginin, tadının değişmeyeceği lirik soyutlamayla beraberdim. Kendi dudağını emiyordu. Saçlarını geriye atıyor, ellerini kaldırıp saçlarından geçiriyor, varlığına ait en sade süsün tohumlarını okşuyordu. Günü gelince hiç istemediğim parmaklar arasında bölüşecek tüm yaprakları nasıl da ezberlediğimi duyurmalıydım! Suskunluğumu herkes kendi tavrıyla anlıyordu. Umurumda değildi. Sadece bildiğimi söylemek istediğim onlarca insandan biri olarak primitif sanatımın atlarına ait kımıldayışlar kalbimin en yorgun tarafında sıralanıyordu. Siyah bir poşetin içerisinde boş şişeler birbirine çarpıyor, dün gibi varlığına ait tayf bir karede toplanıyordu. Adımımı attıkça ardımda bıraktığım tahtaların yıkılıp kanala karıştığını duyumsayabiliyordum. Tunay ve Fatih önümde yürüyorlardı. Arkalarında bıraktıkları canlı cesetten haberleri yoktu. Her adımımda bir uzvumu kaybediyordum. Ay’ın düşkün hali gökyüzünde parçalanırken, yüzüne ait tasvirin son bölümündeydim. Kapaklar açılacak, tekrarı olmayan bir siluet tüm hatları ve ölçüleriyle kendini sunacaktı. Dair oldum. Kaldım. Yalpaladım. Bacaklarım yorgun bir iskelet düğümüydü. Sonunda acı çektiğine inanılmış, acınası, merhamet gösterilesi bir yaratık gibi gözlerine ilişiyordum. Sahiplenesi bir kaygıdan bahsetmiyordum. Gözlerimi Meryem ananın mezarına dikmiş, tatlı rüzgarın yüzüme tutunduğu gecenin siyahlığında ona son kez vardım:
‘Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Buna nedense ben de inanmıyorum ama böyle olmalı. Artık ismini gördüğüm her taşın, kâğıdın ve teknenin peşi sıra keder dolu bir flütün sesi duyulacak. Sen en olmadık zamanında beni anımsayıp, unutmak istediğin acınası bir varlığın korkusuyla rüyalarından uyanacaksın. Başkalarının ettiği bedduaların sesleri, kederli Medusa’nın saçlarında yitime uğrayacak. Buna inanmayacağım. Bir şehrin yeniden var olacağına inanmayacağım gibi, ne kötülüğü kendinde bilmeyenlerin ettiği boş sözleri dinleyeceğim ne de senin acıdığın bir nokta olarak boşluğu kendi içimde sonsuzluğa sürükleyeceğim. Adınla başlıyorum. Şehrin kaybettiği elektrik geri dönüyor. Bu gece tüm kalıntılarıyla Efes yerin altında çıkmaya hazırlanıyor. Sapkın bir adamın eyleminden kim suçlu olabilir? Ey kötü Herostratus; yıkıl karşımdan! Doğrul on yedilik kutsal avlunun sütunu! Düşkünler bir Got kadar çaresiz ve hırçın! Ellerinden geldiği kadar ah etsinler ve kötü varlıklarını dünyaya yaymaya kalksınlar! Kulaklardan artık eşeğin tüyleri uzanıyor. Adımı ölümsüzleştirdiğim bir gecenin en mavi düşünde, kırmızı bir ten giysisiyle sarılıyorum.
İki hece, dört nokta, eşsiz bir güzelliğin ışığına ait kalabilirdin. Şimdi yalnızca bir nokta içerisinde büyüyen O’nun hapsettiği bir varlıksın! İstediğin kadar acı, san ve yak yüzünün perdelerini. Başkaları gibi aynı bataklığın esirisin. Kurtulamayacaksın. O ses ölüme kadar seni terk etmeyecek!
Ephesos; milat uyanıyor.
En derin arzuların tutkalı parmak uçlarında insanı aynı noktaya bağlayacağı güne kadar özgürlüğün tadını çıkarmayı dene.
Kendi üzerine alınan putlar, devrilip yıkıldıkları günü ne çabuk unuttular!
Sıra sen de! İmtiyazını kaybettin.
YORUMLAR
Bizim buraya, egeden arta kalan dandik boru kurtları geliyor sadece. Mamun ise sipariş verirsek, yarına gelir anca. Buna rağmen, üç yüz liralık yatırım yaptım yeni olta takımına. Hakkını vermek için en az üç yüz liralık balık tutana kadar, yazını hatırlamaya çalışmadan tutmaya devam edeceğim çupraları.