- 437 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
'nothingness'
Burada ruhani bir şeyler var, evet tam burada. Nasıl anlatacağımı ve nereden başlayacağımı bilemiyorum. Karşımda boydan boya ağaçlarla kaplı parkın içinde kaybolmak arzusundayım. Üç parsele ayrılmış, ağaçların sık ve insanı rahatlatıcı atmosferinden başka birkaç bank ve sisli bir aydınlık. Başarısızlığımın tecrübe olduğuna dair iddiamı terke yakınım. Birkaç hap, kalın birkaç giysi, iki pantolon ve yırtılsa dahi giyinmek için bekleyen çoraplar çekyatın altında duruyor. Yorgun, cildi sarkmış çekyatın üzerine çarşafsız sarıldığımda, yüzümü onun koynuna bıraktığımda huzurluyum. İnsan kendi huzurunu büyük idealler arasına sıkıştırdığında, bir suçlu için artık hissiz kalınması gereken eşiğin geçildiği ana denk gelinebilecek ruhsal problemler baş gösteriyor. Polemik derdinde değilim. Çekyat bu, benimle nasıl bir ilişkisi olabilir? Gözümü bürüyen perdelerin kalın bir öykü kitabı arasında sıkışıp, önsözünden dünyayı en kısa yolla nasıl anlaşılabilir kılacağına dair sezileri topladığı zaman dağarcığının girişinde, tüm çelişkileri ruhsal problemlere atfeden gözlük camları arkasında durup, çekyatın varlığına şükrediyorum. Yine de bir polemik varlığının sızısıyla parmaklarımın üzerinde kımıldamaya devam ediyor. Çekyata gömülen yüzüm bir perdenin rüzgarla dansını kaçırdığı için üzülen varlığıma eski bir hikâyeyi armağan ediyor. Bekliyorum.
Henüz uykularımın kaçmaya başladığı ilk haftalardı. Hayata atılma heyecanımı yitirmiş halde bulunduğum yeri kabullenemiyordum. Dışarı çıkıyor, petrol ofisinden sigara alıyor, her gece dolaştığım sokaklardan geçip eve dönüyordum. Kötünün iyi sayılabileceği zamanlardı. Yeni yeni uykusuzluğu anlıyordum. Lacivert baş örtüsüyle dünya dönüyordu. Ay, Güneş’in mesaisi bittikten sonra geceleri partiler veriyor, puronun tadına varmış cinlerle beraber dünyanın etrafında dolanıyordu. Nüansları algılamaya başladığım ilk günler, kendi dilimde herhangi bir nesneyi açıklamak için yazmamaya çalışıyordum. Sessizlik çalışmam kısa sürmüştü. Petrol ofisinin sahibi evinin parkelerini rahatça değiştirmemeliydi. Param suyunu çekmiş, cepte beş kuruş kalmamıştı.
Turgut telefon açtığında saat sabaha doğru dört buçuktu. Telefon çalar çalmaz tuvaletten çıkıp, odama koştum. Aslında Turgut’tan başkasının olmadığını tahmin ediyordum ama bir umut belki de arayıp beni terk etmediğini söyleyecekti. Umutlanmayı kısa sürdürecek ses hemen kendini belli etti: ‘Yahu nerde kaldın? Bu saatte yatılır mı oğlum? Kalk hadi, aşağıda seni bekliyorum.’ Turgut evin önüne kadar gelmişti. Oturduğum apartmana yakın muhtarlığın önünde ankesörlü telefon vardı. Herhalde cebindeki son parayı da beni aramak için aldığı jetona harcamıştı. Böyle düşününce kendimi önemli atfediyorum ama saçma bir avuntu içerisindeydim. Turgut beş yüz dakika her yöne konuşacak kadar hattına lira yüklerdi. Dış kapının önünde, turuncu renkli telefonuyla beni aramış olmalıydı. Yine de Turgut’un sayesinde kendimi önemli biri olarak gördüğümü inkâr edemem. Tabi Turgut’tan önce mazinin binlerce kez kulağımı okşayan telkinleri de vardı. Zaten bir kadından akıl aldığını açıkça söyleyememek ve sonra iş pişman olmaya geldiğinde maziyi hafiften anırırcasına anmak erkek milletinin çoğu zaman yaptığı şeydir. Eğer dediğini yapsaydım işlerimi yoluna koyabilecek miydim? Keşke deneyip, görmüş olsaydım!
Turgut’a ‘bekle beş dakika’ dedim. ‘Hemen gel’ diye yanıt verdiğinde sadece arayan çağrılara cevap verebildiğim telefonumu kapatıp, tuvalete geri döndüm. Tuvalette geçen aydan kalma bir derginin yirmi ikinci sayfasını okuyordum. Okuduğum dergi bir edebiyat dergisiydi. Yazamamanın laneti olarak okuyup, kendi düşüncelerimi susturmak zorundaydım. Bunun için en kısa yol dergilerden beslenmekti. Dergilerin iyi bir tarafı vardı ki, hiç tanımadığım onlarca yazarı bir arada bulabiliyordum. Kırk metre kare bir odada bir metre uzunluğunda koyun yünü minderlere oturup, yazdıkları eserleri okuyan onlarca edebiyatçı… Bu his sevişmeden önce dakikalarca öpüşmeye benziyordu ki, işin en tatlı yanıydı. Herhangi bir nefes, sıvı ağızdan sızmadan, karşıdaki sevgilinin ağzında toplanıyor ve aynı işlem defalarca tekrarlanınca insan bağışıklık kazanıyordu. Neye karşı bağışıklık? Elbette karamsarlığa karşı bağışıklıktan bahsediyorum. Onlarca kelimeyi bir paragraf yapabilmek için tüm gece boyunca saatlerce düşünen ve uyumayan bir insana yazar diyorlar ve bu yazarlarda dergilerde gerçekten iyi boy gösteriyorlar.
Turgut elinde taşıdığı siyah poşetle mimli bir ayyaşın gölgesi gibi apartman önünde duruyor, dudakları arasında bitmemek için direnen sigarasını tüttürüyordu. Sesi sokağı dolduracak kadar yüksek ve kalındı: ‘Hadi oğlum, güneş doğacak biz daha yola çıkmadık. Senin yüzünden geç kalacağız.’ Bir kerede o bizi beklese ölür müydü? Yok o ölmezdi. Onun ölümüne daha çok vardı. Ben, Turgut, bayan mazi, şu siyah kedi, tepedeki ihtiyar Ermeni’nin çocukken dedesinin diktiği asma, inatçı çam ağacı, mülayim sakallı çınar, uzun boylu kavaklar ve apartmanın altındaki bakkal Niyazi olmak üzere her birimiz ondan önce ölmüş olacaktık. Böyle düşününce bir an gülümseyip Turgut’un sırtını yumrukladım:’ İyi ki geldin eşek herif! Sen olmasan kafayı yerim, ne alem adamsın gadasını aldığımın ibnesi!’ Turgut, yere düşürdüğü tespihin dağıldığını gören bir şansız gibi asfalta eğilerek kahkaha atıyordu:’ Gülme lan, güldürme geç kalacağız. Az laf, çok adım adamım!’
Düşmek üzereydim. Ayağım toprak merdivenden kaymak üzereyken, Turgut’un boştaki sol eliyle kuvvetlice bacağımı desteklediğini fark ettim. ‘Aziz Jessica seni kutsasın dostum! Beni kurtaran elin Jessica’nın günah şehrinden çıkıp gelsin! Amen!’ Poşetin sesini alabiliyordum. Turgut niyeyse durmuş, derin derin nefes alıp vermeye başlamıştı. ‘Şişt, ne oldu iyi misin? Altı üstü bir bacak tuttun. Başka yerimizi tutsan ölürdün herhalde.’ Saat beşi on geçiyordu. Telefon yalan söylemezdi. Otomatik güncellemesi sayesinde göstergenin bir saat geriye alındığı gün bayan maziden şöyle bir mesaj geldiğini anımsıyorum:’ İyi misin?’ İyi miyim? Gerçekten iyi miyim? Neden bu soruyu sesli soruyorum ki: ‘İyi miyim?’
-Sen iyiysen, ben de iyiyim. Tut şu poşeti hadi, dikkat et zarar görmesin.
-Oh, ne güzel bir hava var! Sigara vereyim, bu güzel havanın içine edelim Turgut.
-Ver anasını, ver de sonra bizi bu güzel havalar mahvetti diye çocuklarımıza anlatır dururuz.
-Söz verdiğin gibi değil mi? Sevim senin, kardeşi Neşe’de benim. Bak caymak yok sonra. Vazgeçip duruyorsun sonra, senin için hiç iyi olmayacak.
-Aman…
-Ne amanı ya, aman maman yok, hala sünepe gibi duruyorsun. Kızdan teklif bekliyorsun. Hiç öyle bir şey olur mu?
-Hadi ben iyi kötü Sevim’le muhabbet ediyorum. Sana ne demeli?
-E, söyle dedik, söylemedin bir türlü. ‘Dur, önce ben Sevim’le arayı kurayım, sonra sana sıra gelir’ deyip duruyorsun. Belki Neşe’yle benim iş olacak, sen ablasıyla nanay da nanay…
-Bilmiyorum oğlum, bir türlü kıza içim ısınmadı. Farkındayım, ayağına kadar şans geldi diyorsun ama Sevim çok şey ya; nasıl desem, ben ne dersem diyeyim bir türlü karşılık alamıyorum. Sonra mala bağlıyorum. Ya sana soruyorum, bir insana aynı soruyu kaç kere sorabilirsin ki?
-Ne gibi?
-Örneğin, geçen dedim ki telefonda ‘cumartesi için mantı yemeğe gidelim mi?’ ve bu soruyu üç kere sordum. Karşıda hiç ses yok!
-Nasıl yani?
-Bildiğin ses yok. İnsan ya ‘hayır’ der, ‘sağ olasın o gün işim var’ ya da ‘ben mantı sevmiyorum Turgut’ veya ne bileyim gelmek istemiyorsan, beni de kırmak istemiyorsan ‘gelmeyi çok isterdim ama o gün arkadaşlarla önceden planladığımız bir partiye katılacağım’ filan dersin, gelmek istemediğini her ne şekilde olursa olsun ifade edersin.
-Hangi partiye katılacak ki? Daha seninle konuşamıyor, kürsüden konuşamaz ki kız!
-Of, alay etme benimle!
-Bir cacık olmaz bu kızdan desene. Ablası böyleyse kardeşi de bunun gibi sevimsiz bir şey olmasın Turgut? Fotoğrafına aldanmış olmayayım sonra..
-Ya neşeni kaçırmak gibi olmasın ama oğlum hangi parayla kızın karnını doyuracaksın?
-Besleme mi abi bu, doyurmak filan, garip garip konuşuyorsun.
-Benim ne demek istediğimi iyi biliyorsun ama anlamamazlıktan geliyorsun. Çarşıya çıkıp iki çay içmeye kalksanız, yanında da hadi uyuz bir poğaça, simit yeseniz en az on lira. Cepte kaç kuruş paran var ki kızla tanışmak için can atıp duruyorsun? Neyse bırak şimdi Neşe’yi filan, doğuyor Güneş, hadi ben hazırlanıyorum. Sen de bir süre konuşmasan iyi olur.
…
Üst kat komşumun bütün günahlarını affettirecek kadar son zamanlarda sofra başında dua ediyor ve ettiriyordum. Ramazanda öğrenciyiz diye verdikleri bolca bulgur ve makarna bereketli çıkmıştı. Ulvi ve Furkan’ı seviyordum. Bu daireyi tutarken zor bela parayı denkleştirip, kirasını yıllık vermiştik. Üçümüzde fakültenin aynı bölümünde yıllardır okumamıza rağmen geçen sene karşılaşıp, tanışmıştık. Dairemizde dört oda vardı ama ikisini kullanmıyorduk. Zaten bir ay önce yaptığımız hatadan dolayı üçümüzde perişan olmuştuk. Kombi artık sadece banyo için çalışıyordu. Ülkenin politik havasından insanların şimdiki gibi etkilenmediği yıllardı. İyi kötü tartışıp, karşılıklı fikir alışverişinde bulunurken kalp kırıcı sözlerin sarf edilmediği dönemlerdi. Üçümüzün de putları yoktu. Zevkleri, haz duyumsamayı arzuladığı istekleri, Furkan’ı bekleyen sevgilisi, Ulvi’nin Almanya’da yüksek lisans hayalleri vardı. Sınav dönemi beni sarsan vücut ağrılarını saatlerce sokaklarda sürterek bertaraf etmeye çabalıyordum. Ara sıra Turgut müsait olduğunda yanıma uğruyordu ama son zamanlarda nöbetini geceye devretmişlerdi. Üç senedir Orman müdürlüğünde memur olarak çalışıyordu. Ara sıra dergi, kitap ve sigara konusunda bana kıyak geçiyordu ama iş para vermeye gelince zorla kendisine sövdürtüyordu.
Eski dostuma geri dönmüş, ucuz sigara kağıtlarıyla tütün sarmaya başlamıştım. Bir önceki ay yaptığım iki günlük işten bana kalan parayı kıymaya ve tütüne yatırmıştım. Annemden para isteyecek yüzüm kalmamıştı. Hem bulgur pilavıyla makarnanın nesi varmış! Kıymayı aldığım gün Turgut’u çağırmıştım ama işe erkenden gideceğini söylemişti. Son zamanlarda Turgut’ta bir haller vardı ama çözemiyordum. Akşam yemeği şahane olmuştu. Ulvi ve Furkan en son ne zaman et yediklerini tartışıyorlardı. Furkan Ulvi’ye ‘Kurban Bayramı’nda getirdiğim eti ne çabuk unuttun, hep beraber götürmüştük bir güzel mideye’ derken, Ulvi karşı çıkıp ‘o kaç ay önceki hadise abicim, iki ay önce memleketten kavurma getirmedim mi ben’ diyordu. Çocuk gibiydiler ama benden daha azimli, hatalarından ders çıkarıp derslerine son senenin de vermiş olduğu kaygıyla sımsıkı sarılıp, çalışıyorlardı.
Uzun zamandır odamın ışığını açmıyordum. Zaten bilgisayar yeteri kadar elektrik tüketiyor, bir de ampul tüketmesin diye düşünüyordum. Odamın dışarıyla bağlantısı olan haddinden fazla büyük pencere camından dışarı göz attığımda, gözlüğümü hızla çekyata fırlatıp ayağa kalktım. Kar yağıyordu. Pamuksu beyaz kristaller döne döne penceremin ötesinde gökten yere düşüyordu. Perdeyi en son ne zaman örttüğümü hatırlayamıyordum. Sigara dumanından sararmış tül perdeyi yüzüme yaklaştırıp yüksek sesle ‘oley’ diyordum. Dayanamayıp uzun koridoru geçip, Ulvi’yle Furkan’ın yanına gittim. ‘Beyler, size çok güzel bir haberim var. Kar yağıyor, kar!’ Ulvi garipseyen yüz ifadesini sesiyle destekliyordu:’ Nesi iyi bunun?’ Furkan yorganının altında uzanmıştı. Hiçbir uzvu gözükmüyordu ama boğuk sesi duyulabiliyordu:’ Güzel haber tabi, kar yağınca soğuk kırılır derler Ulvi, bilmiyor musun? Az da olsa ısınırız böylece.’ ‘Beyler’ dedim, ‘benimle dışarı gelmenizi çok isterdim ama görüyorum ki finallere çalışıyorsunuz. Sabah var mı sınav sizin?’ Ulvi gülerek ‘kolay be, fabrika organizasyonu var yarın. Bir sonraki gün mak-el var benim. Aslında onu düşünüyorum. Buna biraz daha bakayım, mak-el notlarını çıkaracağım. Furkan sen de alıyor muydun mak-el’i ya?’ Ulvi’yle Furkan mak-el’in finali konusunda konuşmaya başladıklarında sessizce kapılarını örtüp, koridorda yürümeye başladım. Üzgündüm ama kederimi sokaklarda dağıtabileceğim bir doğa harikasının içerisine koşma konusunda heyecanlıydım. Hemen çorabımın üzerine yırtık eski bir çorabımı giyinip, gri paltomu uyuduğu yerden kaldırdım. Bazen yırtık astarı onu giymeye çalıştığımda zorluk çıkarıyordu ama her şeye rağmen paltom eski bir dostumdu. Hazırdım. Paltom dizime kadar ulaştığı için beni fazlasıyla ısıtmayı başarıyordu. Sokakları geçip, caddeye vardığımda kaldırım köşesinde duraksayıp, başımı göğe kaldırıp, ağzımı açmıştım. Kar kristalleri ağzıma doluşuyordu. İki elimi açabildiğim kadar açıp, mutlu bir pandanın Tanrı’ya olan şükür gösterisini tamamlıyordum. ‘İşte’ diyordum, ‘işte Tanrı’m varım ve varlığımla varlığının sonsuz gücü karşısında senden aksedecek tüm güzellikleri hiçbir engel tanımaksızın içime çekip, içimde yine sonsuza kadar var etme arzusuyla dopdoluyum. Beni her şeyden yoksun bırakmana razı olabilirim ama senden asla!’
…
Sanırım Tanrı’yla aramın en güzel olduğu yılları özlüyorum. Ruhani bir şeylerin sessiz ama en olgun çağının kıyısında yaşadığımı o an fark edebiliyor muydum, hatırlamam zor ama hayale karışan sahnelerin düşümde tekrar canlandığı bu anlarda daha iyi anlıyorum ki; sadece Tanrı’ya muhtaç kaldığımı itiraf ettiğim günler huzur doluydum. Üzerimde o yıllardan bana emanet gri bir hırkanın içinde, şu an doyumsuz bir canavar gibi hissetmem karşısında kendimi O’na karşı savunamıyorum. Çünkü O’nun karşısında varlık savunulmaz, ona hiçbir şart koşmadan kendini bırakmak gerekiyor. O’na ait olunmanın, o cevherin varlığından başka hiçbir şeyin olmadığını kabul etmenin sonsuz bir huzurun tek kaynağı olduğunu iddia etmiyorum; söylüyorum, sesim kısılana kadar bağırmak, tüm insanların kulak zarlarını patlatırcasına duyurmak istiyorum. Fakat ne çare! Öyle yorgun, öyle kimliksiz ve huzursuz hissediyorum ki, çareyi, yolu ve tözü bilmeme rağmen adım atamıyorum. Bu hale düşmenin verdiği soysuz bir hararet zihnimi yakıyor. Istırabımın bahtsız dönüşümünde, varlığın kaynağına armağan edilecek varlığımın ayaklar altında ezilesi bir paçavra halini kabul edemiyorum. Hiçbir kulak benim söylemek istediklerimi duyacak kadar canlı değil. Bakacağım gözlerin hiçbiri, iddia makamında olmaksızın hakikatin gölgesinde vacip bulduğum hazzımın rengini göremez. Angström titreyişimi hangi el hissedebilir? Yeteri kadar bir ‘şey’ olmaksızın, tüm şeylerin güzelliğini tek bir karadelikte gizleyebilen güce kendini bırakmanın hazzını bir saniye daha hissettirebilecek hangi canlı var? İşte sevdiklerim; şahsımca sevildiğini iddia ettiklerim, gönül makamımda saygıdeğerlerim, gönlümü kimi zaman yok oluşlarının hayaletleriyle tehdit ettiklerim; Neredesiniz?
Dağarcığımı ‘üç dünden kalma ekmeğin bugünkü ekmeğin fiyatıyla aynı olduğu günün’ giriş sayfasında elastikiyeti tükenmiş lastik gibi uzatıyorum. Klasik sezilerimin güdülerimi susturacağı yer burası. Burada her şey benim adıma muazzam ve az ötede duvarda, karanlık odada dahi iç gıdıklayıcı havasını kaybetmeyen, Turgut’un fırçasından çıkmış bir tablo duruyor. Güneş’in yıllardır bu tablodaki gibi doğmadığının canlı şahidiyim. Hayır, yalan söylediğimi, hatta abartıp Turgut’un ressamlığını abarttığımı düşünenler olacak! Görmedikleri bir şeyi nasıl olur da inkâr edebilirler? Ruhsal bir orgazm yaşayıp, bacaklarımdaki tüm kanın çekilircesine bedenimin rahatladığını ve uçabildiğimi söyleyemiyorum; ıstırabımın gün be gün şahidi, yıllardır aynı duvarda bir gün daha böyle doğmayacak Güneş’in simasını yansıtan tablonun bana verdiği kederi ifade etmeye çalışıyorum. Bu ahşap çerçeveli resmin içinde sadece Güneş’in bir daha böyle doğmayacağına dair keder değil, Turgut’un tayininin çıktığı İstanbul’a, onu otogarda uğurlarken yaşadığım ve bir daha yüzünü görememenin, Tanrı’yla aramda yarattığım soysuz uzaklığın, nasipsizliğimin, ne zaman kıyısına varsam, bana bir yudum suyu mahrum eden sevgi pınarının, acıyla inleyerek beni uykumdan def eden rüyalarımın, yanlış bir insan oluşumun şansızlığıyla lüzumu varlık sebebinden katrilyonlarca gereksiz hislerimin, hiçbir yola daveti bulunmayan niyetlerimin, uzun uzadıya kimselerin görmediği yanıltıcı bakışlarım altında ürkek biri oluşumun, suçsuz sayışlarımda suçumun Kaf dağına ulaşmasının, yediğim ekmeğin, içtiğin suyun, oturduğum sandalyenin, uzandığım yatağın kederi var.
Üç ay geçmişti. Üç ayda bir hattım kapanmasın diye hattıma on lira yüklüyordum. Turgut’tan haftalardır ses seda çıkmıyordu. Yüklediğim on lirayla bir saatlik telefon görüşmesi yapma imkânım vardı. Annemi arayacaktım. Dayanacak halim kalmamıştı. Para isteyecektim. Sonra Turgut’u arayıp ‘hayırsız, haftalardır niye aramıyorsun, İstanbul’a gidince metropol zibidisi mi oldun oğlum’ diye uzun uzadıya yakınacaktım. Gururum kırılmıştı. Gururumun böylece kırıldığını sanmakla hata yaptığımı çok geçmeden anlayacaktım ama yanılmaya alışkındım. Tren raylarının kenarında diğer tekinin nerede bulunduğu bilinmez bir kundura gibi yalnız başımaydım. Ah yalnızlık, sen güzelliğin en garip halisin! Annem mi beni kıracaktı? ‘Yarın’ diyordu, ‘yarın, tamam oğlum gönderirim.’ Söylediğim miktardan daha fazlasını gönderecekti. İyice içim daralmış, sakinleşmek adına kağıdının ucu ıslak tütünü üşüyen ellerimle dudağıma götürüyordum. Çakmak ilk yakışta alev alıyordu. Turgut’un telefonu uzun uzun çalıyordu. Dayanacak gücümün kalmadığını anlayan bir ses sonunda ‘alo’ diyebilmişti.
-Hayırsız, nerelerdesin sen be! Valla sen ciddi ciddi bizi unuttun oralarda! İnsan hiç olmazsa haftada bir de olsa arar, hâl hatır sorar. Geçen ne yaptım biliyor musun? Ya sensiz zevki olmuyor ama çıktım kaleye saat beş gibi. Valla ne yalan söyleyeyim Turgut, bir an için kendimi Cornell gibi hissetmediysem şerefsizim. Oğlum, ben karar verdim, bir yolunu bulup o kamerayı alacağım. Şöyle Giacomo tarzı şiirler yazıp, kamerayla çektiklerimin önüne, arasına koydum mu; bak valla diyorum süper bir şey olur. Kör karanlık odama dolan Güneş’e andım olsun ki, yapacağım be! Bak gör sen, İstanbul’da buluruz birini, deneysel sinema diye tutturur, olmadı şenlik havasına, bırak ne şenliği; festival be festival, Cannes halt etmiş, siktir et zaten Fransız delilerini, Sundance’den davet mektubu alır Amerika’ya gideriz. Alırsın değil mi izin? Bak yıllık izini tükettim filan deme bozulurum. Ya ben gelirim müdürüne anlatırım bizim olayı, adam kendi eliyle gönderir. İzin kağıdına ‘özel izinli’ diye yazdırtmazsam, gör oğlum, bak hayal filan deme bunlara. Sen yoksa değişirim, bozulurum da sonradan görmüş olacağımdan mı korkuyorsun? Turgut? Oğlum, çekinme söyle yahu! Yemin olsun o gün gelse, yine dünden kalma poğaça, simit alır demli çayla yerim. Ha, az biraz Ezine ya da Tulum peyniri alırsam diye laf ediyorsan, o da lüksümüz olsun be!
-Yemek hazır aşkım, şarabı getirir misin? Turgut? Telefonda mısın? Kiminle konuşuyorsun aşkım?
-…
-Turgut, canım? Hadi sosu soğumadan…
-Ben, ben seni sonra arayayım, olur mu? Geliyorum Neşe, neredeydi tirbuşon…
-.
Biliyor musun, bazen ben de inanıyorum. Bazen benim de inandığım oluyor ama o his çabuk geçiyor. Sabah oluyor, Güneş ilk ışıklarıyla odamı dolduruyor. Uykumun ağırlaşan dakikalarında gözlerimi gölgeleyen hayalin sükutu gözyaşlarına ramak kala boğazımı düğümlüyor. Ne acı, herkes için; olabildiği kadar acı -iç çekiş, çekiçle vuruyor ‘yaşıyor musun sen hala anılarda’ diye ve yok bir farkımız şimdi birbirimizin; gençliğimizin yaşlılığımızdan hiçbir farkı olamayacağı gibi, eriyor, geçiyor, tükeniyor. Ağlamak için yaratıldık, biz ki gülmedik, kaderimiz kederimizle yazıldı ve zevk aldı tüm sanatlar ve tanrılar.
Güneş o gün inandığım değerler adına son kez duvarda doğmalıydı ama elim varmadı Güneş’i tahtından etmeye. Kızcağız ‘talihsiz adam, soyutlandığım güzelliğime hala mı yanıp, tutuşuyorsun’ diye sorarken, bir el -ne ki ruh ve beden fark etmeksizin- sonsuza kadar ayrılığın durağında, hicranla bağırmak istedim o zaman kıvranarak acıdan; gözlerim kan çanağına dönmüştü ağlamaktan, uyandım uykumdan. Duruyordu gözlerimin önünde; gördüğümü sanıyordum onu kararsız gün ışığında. (*)
*Giacomo Leopardi
YORUMLAR
Bak şu Turgut'a ya...
Sevim'in mantıya ses etmemesinden az işkillendiydim.
Ya sabır dedim sonuna kadar okudum.
Yıllar önce kör bir kumarbazla oynarken "renkler ışıkla kendini gösterir" demiştim.
O da bana ışığın kaynağı benim demişti. Yani karanlığı kastetmisti.
Turgut'un tablosu her şeye rağmen yerinde kalmalı. Orada "Güneş"var.
Güzel ve güzeldi...
HakkınSesi
Sağolun.