- 511 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Cuma
Bugün geç kaldım. Yine otobüs tıklım tıkış. Sabah doğuya doğru hareket etmek o kadar zor ki, şoför güneş gözlüklerini takmış, siyah elbiselerini giymiş, Matrix filminden çıkmış bir karakter gibi duruyor, onun gibi de yolda manevralar yapıyordu. Ondan uzaklaşma adına güneşi arkama alarak otobüsün arka kısmına doğru kararlı adımlarla ilerledim. Son direğe sarıldım. Sağımda yüzünün rengi başına taktığı bereye dönmüş bir genç duruyordu; üzerinde tül kadar ince bir mont, altında okul kıyafetleri görünüyordu. Solumda haki renkte bir kabanı, başında onu bütünleyen fıstık yeşili türbanı, kiraz gibi kıpkırmızı dudaklarıyla, yüzüne doğru asılı duran bir çift siyah çizgiyle kulağında müziği, melodisiyle içinde bulunduğu mekânın yabancısı gibi bir kız duruyordu.
Daha yerleşememiştim, uygun bir konum bulmaya çalışıyordum ki beyaz bereli gencin kıza döndüğünü, dilsiz gibi sesler çıkardığını fark ettim. Kızın ise bambaşka dünyada olduğu duruşundan anlaşılıyordu. Gencin yüzüne baktığımda burnundan bir sıvının aşağılara doğru bir dere çağıltısıyla akmakta olduğunu gördüm. Genç ısrarcıydı, konuşacağı zaman sıvının yere akacağını düşünmüş olmalı ki o anlamsız davranışları gösteriyor olmalıydı. Genç kız ile sesle değil de dokunarak diyalog kurmak gerektiği bilinciyle omzuna parmak uçlarımla dokunduğumda irkilerek bana döndü.
Bu kez genç “Kâğıt mendil, verir misin?” dedi ama sular çopur çupur yere indi. Genç kız yetiştiremedi. Üzerime sıçramasın diye daha geri gittim. Artık arabanın en arasındaki tutma direğine ulaşarak sarıldım. Başını pencereye siyah beresini yastık yapıp pencereye dayamış birisinin uyuduğunu gördüm. Yanağındaki büyük benden Mühendis Mustafa’nın olduğunu anladım. Araba virajlardan ve yokuşlardan geçerken Mustafa’nın kafası ileri geri giderek uykusunu tatlı olmaktan çıkarttığını görüyordum. Özellikle virajları alırken araba sağa kayan kafasını mevcut yere koymak için yokluyor gibi yapıyordu. Bu işlemleri gözleri kapalı yapıyordu. Belediye otobüsü hız yaptığında mutlu oldum, işe biraz daha az geç kalmış olacaktım. Çok geçmeden araba ani bir fren yaptı. Mustafa’nın kafası bu kez öne doğru savruldu tam da benim tuttuğum direğe hafifçe vurdu. Gözlerini açtı. Şaşkın şaşkın olup bitenleri anlamaya çalıştı. Uykusu iyice dağıldı. Beni gördü. Gülümsedi. Araç yoluna devam etti. Kaptan ilerden iyice bir küfür salladı. Bizim kulağımıza biraz daha hafiflemiş halde ulaştı.
Mustafa, “Abi günaydın.”
“Günaydın, günaydın. Yarım kalan uykunu tamamlamak için yattın en arkaya,”
“Evet, abi ya. Bu aralar aslına bakarsan evde çok iyi uykumu alamıyorum. Oturduğumda fırsatları değerlendiriyorum. Uyku insanı bırakmıyor.”
…
Durağa geldiğimizde hayli vakit geç olmuştu. İşe yetişmek için adeta yüz metre koşucusu gibi sprint yaptım Mustafa’ya “hoşça kal!” diyerek. Parka girdiğimde çim saha koşucusu atlar gibi koşuyordum. Çimlerin üzerinde sabah çiyleri henüz kalkmamıştı. Kösele ayakkabı benden yarım metre ilerde gidiyor. Koşudaki ritmimi düşürdüm, kendimle yarışmaktan vazgeçtim. Tek farkına vardığım kargaların sabah bağırtılarının ortalığı çınlatıyor olduğuydu. Sonunda ulaştım.
Sabah çayımı alıp masama oturduğumda diğer meslektaşlarım işe koyulmuştu. Ama Ayşe Hanım saat 09 gösterdiğinde koltuğuna yaslanmış omuzlarından önüne düşmüş saçlarının içindeki beyaz kıllarla uğraşıyordu. Geleneksel kahve içme saatini günün bir ritüeli haline dönüştürmüştü. Henüz işe başlamamıştı. En azından Ayşe Hanım’ın ritüelini kaçırmamıştım. Kahvesini yudumladıktan sonra odadaki tüm çalışanları tek tek gözüyle tarayarak bir tür yoklama yapıyor gibiydi.
Karşısındaki masaya geldiğinde yeni memurlardan birisinin olmadığını gördü. İki elini yana açarak “Bu da nesi!” der gibi bir refleks gösterdi. Ya da ben en azından öyle zannettim. Artık onu sözcüklerle değil ritüel ve şekillerle ne ifade ettiğini ve ortak dili yakalamıştık.
“Abla, unuttun galiba bugün cuma. Ritüelleri olan bir sen değilsin,” dediğimde yüzünde kahkaha yakın bir gülümseme belirdi. O gülümsemenin kahkahalı halini düşündüm, sanırım ortalık yıkılırdı.
…
Öğleye nasıl geldik, öyle böyle değil. İçeriden baktığımda dışarıda güneş hayli güçlü görünüyor. Bu mevsimde görünüş aldatıcıdır.
Bir öğle vakti daha geldi. Dolaşmak, dolanmak her yerde ne güzel. Parka bulunduğum bölgeden girmek istiyorsan ünlü Ulu Cami’nin iç avlusundan girmek zorundasın. Dalgın dalgın giderken yandaki çay ocağından kıyı şeridinden geçerken “Abi abi!” diye bir ses yükseldi o kutsal mekânın içinden. Sanki tek abi benmişim gibi sesin geldiği yöne döndüm. Ayağa kalkan tanıdık birisini gördüm. Anladım buradaki abi benim. Yönümü çevirdim ağabeyli tarafa. Mustafa’nın gözleri ışıldıyordu.
“Buyur, buyur abi, bir çayı mı iç.”
“Zamanını almayayım,” dediğimde “Olur mu abi, zaten birazdan biz de kalkacağız. İsterseniz siz abdestinizi alıp gelin.”
“En iyisi ben bir çay içeyim Mustafa.”
Yanındaki arkadaşı tanıştırdı. Birimlerine yeni geldiğini söyledi. Diğer mühendis arkadaşlar son “Darbe girişimi” sonrası açığa alındı. Bu Salih arkadaş da başka bir belediyeden geçici olarak bize transfer oldu.”
Salih badem bıyıklı, saçları asker tıraşlı, gözlükleri hayli kalın ve o camların içinden kısık kısık bana bakıyordu.
Tazeledikleri çayların yanında benim çayımda geldi. Mustafa’nın aklında delice sorular var, biliyorum. Tanıdık bir yüz, bildik bir mekân ama burada görmeye alışık olmadığı abisini, yani beni görmesi onu heyecanlandırmış olmalı diye düşündüm.
“Sevgili Mustafa, sana bir soru, bu sabah bir olay yaşadım ama sana soramadım. Şimdi sormak isterim, mekân da buna uygun. Bir genç konuşarak ve ama dokunmadan diğer gençten kağıt mendil istedi. Niçin dokunmadı?”
“Abi, İslamda yorumlar mezheplere göre farklılıklar arz ediyor. Şafii mezhebindeki insanlar kadının oturduğu yere oturmaz ve dokunmazlar, abdestleri bozulur diye. Bunun bir sonucu olarak o temasın gerçekleşmediğini düşünüyorum. Başka ne olabilir ki?”
Arkasından, “İzninle abim, biz yavaş yavaş kalkalım, imam beklemez bizi,” diyerek kalktı gitti.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.