- 407 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Can Derdi
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
(Yaşamdan Hikayeler)
Dört sene öncesiydi...
Doğup büyüdüğüm, çocukluğumu geçirdiğim sonra yıkılıp çöküp harabeye dönmüş taş duvarlı baba yadigarı evin bakım ve onarımını yaparak ve bazı ilaveler katarak yaşanacak hale getirmiştim.
Sekiz ay sürmüştü bu süre.
Yazları gelip kalırım, bahçe işleriyle uğraşarak meyve sebze ekip dikerim, toprakla uğraşır doğayla kucaklaşırım ki yorgun ruhum dinlenir. Yapmıştım ve olmuştu. Ben de şehirde geçirdiğim kırk yıldan sonra yeni köylü olmuştum.
köylüysen ekip dikeceksin. Çapalayıp budayıp tımar edecek, sulayıp gübreleyip büyüteceksin. Sonra yolacak biçecek hasat edeceksin ve çıkardığın organik mahsulü çoluk çocuk, ısım akraba, eş dost birlikte gönül rahatlığı ile yiyeceksin...
Olmuştu...
Düş değil, rüya hiç değil, gerçeğin ta kendisiydi bu.
Ama yeter mi?
Yetmez elbet.
Köyde yaşıyorsan, yani doğada ve tüm doğallıkları ile bahçeye ektiğin sebze meyve yeter mi? Tek o? Yetmez elbet. Üç, beş, yedi yetmez; on olmalı, yirmi, otuz, çok olmalı. Doğada yaşayan ne var ise hepsinden olmalı. Hava var, su var ise, toprak ana, güneş baba ise ve doğa kitabı indirilmemiş tanrı gibi yaratıyor, yaşatıyor, öldürüyor ve zamanı gelince yeniden diriltiyor ise az biraz olsa da hepsinden olmalı. Kedi, köpek, kaz, ördek, tavuk, keçi koyun, at, eşek... Doğada var olabilen her şey olmalı. Az azından olsa da...
İşte o günlerde, yani yeni evimi yeni yeni yaparken, son zamanların moda deyimiyle "yeni köylü" olabilmek için yeni yolda adım adım ilerlerken ve bir gün eğreti terasımda öğle yemeğimi yerken tekir bir kedi gelmişti yanıma. Yabani olmadığı belliydi. Yemeğimin suyuna ekmek bandırıp verdiğimde yemiş, karnı doyunca sedire yatıp uyuyuvermişti.
Bir gün, iki gün, üç gün; böyle sürüp gitmişti bu. Geliyordu, biraz kalıp gidiyordu. Sonra gene geliyor, gene gidiyordu. Bu, kimin kedisi acaba? Yerleşik bir evi sahiplenmiş olmalı. Önemli değil. Beni dost bilmiş ve yarenlik etmeye gelmiş. Yetmez mi? Yeter. Artar bile. Şimdilik tabii...
Başka bir günkü gelişi farklıydı. Hissetmiştim. Çünkü sesiyle, gözüyle, vücut diliyle hissettiriyordu bunu. Ama farklı olan o şey ne?
Sonra bir gün geçti. İki gün, üç gün... Meraklanmıştım ama öyle çok işim var ki pekte ilgilenememiştim.
Merak edersen sorarsın, sorgularsın. Sorup sorgulamak insan beyinine has bir özelliktir. Ve sorgulayan insan er ya da geç gerçeğe ulaşır.
Gözlemiş, takip etmiştim. Günlerdir yanıma gelip sonra uzaklara giden bu kedi az ötedeki erik ağacının dibindeki otluk yerde ikamet eder olmuş. İki tane de yavrusu vardı. Ama onlar kendisi gibi evcil değil yabaniler gibi.
Gel zaman git zaman derken alıştıratak, ses edip çağırarak usul usul onları da getirmişti bana. Birisi beyazlı tüylü ve dişi, diğeri ise kendi benzeriydi ve erkekti. Üç kedi ve ben derken dört olmuştuk. Daha sonra yavru bir köpek gelmişti. Atılmış. Her nereden getirildiyse getirilip köye bırakılmış. Sahipsiz bir köpek. Kedilerden sonra köpeğim de olmuş, onunla birlikte beş olmuştuk ama yaz bitip kış geldiğinde şehre gidiyordum. Gittiğim zamanlar, geldiğim zamanlar kedileri değil ama köpeği anlatmak uzun hikaye. Yokluğumda ben gibi emekli ama kışları da köyde kalan birisi bakıyordu ona. Kışları ara sıra geldiğimde yerler dize kadar kar iken köy içinden benim eve çıkan küçük bir patika görüyordum. Komşular diyordu: "Sen yokken her gün geliyor, kapıda biraz dikilip geri gidiyor." Baharda ben geri döndüğümde ise kopup yanıma geliyordu... Birlikte kır gezintisinden döndüğümüz bir gün ben kahveye sapıp çay içerken, o da beni beklerken köprü betonu üzerinde kanlar içinde debelenerek öldüğünü görmüştüm onun. Birisi dom dom kurşunu ile vurmuş. Neden? Sözde tavuklarını yiyormuş. Yalan! Tavuk da yumurta da yemediğini çok iyi biliyordum...
Kötüler baş olmuş ki, memleketin hali kötü. Demokrasi bir trene benzermiş. Biner gideceğin yere gidermişsin, hedefe varınca inermişsin. Yani demokrasi denilen şey amaç değil tren gibi bir araçmış. Halk oyu ile seçilip baş olmuş kimseler bir süre sonra şah olmuş, padişah olmuş. Astıkları astık, kestikleri kestik. Hem de; milli irade milli irade, demokrasi var bu ülkede diye diye. Bizi halk seçmedi mi? Bu, milli iradenin tecellisi değil mi. Demokrasiye itirazınız mı var? Ne anayasa dinlediler, ne baba yasa! Erk olan onlardı ve güç de onlarda. Ne sendika, ne işçi hakları! Ne hak hukuk, ne adalet! Yalan, dolan, hile! Riya! Din dediler, Allah, Peygamber dediler. Kitap onların kitabıydı sadece. Kitapta yazılanlar da hikayeydi zaten ama inançlı insanlara değil kendilerine göre. Dişlerini gıcırdat, sesini yükselt, kaşlarını çat. Yerim ulan seni, çiğnerim, ezerim, çükünü keserim! Korkut, ürküt. Cennet ne güzel, yeşillikler içinde. İtaat et git cennete. Cehennem kızıl ateşler içinde, istersen asi olup git cehenneme. İblisin kutsal kitapta yazan bütün vasıfları vardı üzerlerinde. Satıp yediler, yiyip şişti iblisler. Mide fesatı geçirenler ölüp yerin dibine gitti...
Kurunun yanında yaş da yanar misaliydi ötekiler. Yani onlardan olmayan kimseler. Okuyamamış fakirler, okuyup üniversite bitirmiş ortaca halliler hep sefil. Köyden göçüp şehre gelmiş, şehirleşmişiz. Bu yüzden feodolite bitmiş. Feodolite bitince marabasız kalan toprak ağaları da makineleşip şehir evlerinde yaşar hale gelmiş. Makineleşince, bir de şehre yerleşince ağalıktan beyliğe terfi etmiş. Zaman ve mekan değişmiş ama düzen hep aynı, hiç değişmemiş. Yani yüz yıl öncesi, üç yüz, beş yüz, bin yıl öncesi gibi. Ağalık düzeninin varlığındaki gibi ve kral tanrıların var olduğu üç bin, beş bin yıl öncesindeki o düzen gibi...
İnsanlara iş yok. Varsa da para yok. Din, iman, kitap filan diyen egemenin belirlediği asgari ücrete talim. Talim askerce. Yat, kalk, otur, dikil ve sürün! Sürüm sürüm sürün! Sus konuşma? Dilini keserim. Görme! Gözüne mil çekerim. Duyma! Kulaklarını bükerim. Senden üstün olanlara itaat et. Şükret. İsterlerse ananı düzsünler asileşme, isyan etme, dikleşme! Yoksa babanı karanlık zindanlara yolcu eylerim...
"Bırak" dedim, "çalışma! Üniversite mezunusun ama aldığın ücret açlık sınırının altında. Kalk köye gel, babanın yakınına..."
Yetmiş metre karelik bir çadır kurduk, içine de beş yüz tavuk koyduk. Beş yüzü günde dört yüz yumurta yapsa tanesi şu kadardan eder şu kadar para. Kafeste değil gezen tavuk bunlar. Yumurtalar tam organik değilse bile en azından doğal...
Derler ya; "Anasına bak, kızını al." Olabilir. Veya olmayabilir. Kız babası olmadığım için bunu iyi bilemem. Bir de derler; "Armut pişer, dibine düşer." Düşmüş işte pişmiş armut gibi, elden ne gelir... Şehirde doğup büyümüştür ama köyü sever. Köy nezdinde doğayı, dolayısıyla otu, ağacı, taşı, toprağı, çiçeği, böceği, kediyi, köpeği, tavuğu, ördeği... Babasının oğludur, sever tabii, başkaca ne denir...
Kedi var, tavuk var, taş var, toprak var, ot var, odun var; var oğlu var, yok yok. Lakin köpek şart. Elalemde var ama bizde yok. Köpek şart. Sadık dostun daha iyisi var mı ondan başka! Sadık bir dost en birinci şart... Lakin köpek yavru olmalı. Büyürken seninle olmalı. Seni görmeli, seni işitmeli, seni bilmeli. Ne dermiş eskiler; "mal sahibine benzer." Ya da köpek. Köpek sahibine benzemeli ki, yarın bir gün yanlış bir şey yapıp hiç kimseye "itin hatrı yoksa sahibinin hatrı vardır" dedirtmemeli...
O da benim gibi yeni köylü olmuştu ya; gibip şehirdeki belediye barınağından bir yavru almış. Getirdi. Ama dişi bir yavru. Oğlum olmaz! Erkek bulamamış. Var olana kanı ısınmamış. Oğlum olmaz! Her sene yavrular bu. Hem de bir sürü. Baş edemeyiz. Aslında kısırlaştırıp vereceklermiş. Bu sebepte bir süre beklemiş ama şuydu buydu derken o ameliyat gerçekleşmemiş...
Henüz bir yaşını bile bitirmeden doğurmuştu. Hem de dokuz tane. Dokuz yavru, bir de ana; on eder. Büyüyünce yiyecekleri ekmek sayısı ikişerden yirmi eder. Yirmi ekmek yirmi lira... "Ben kıçı kırık bir emekliyim, sen de bir işsiz... Hayvan sevmek güzel ama fakirsen yok mu bu kitapsız hesap!"
Yavrular büyüdü büyümedi ki, bizim köpek yeniden çiftleşip yeniden gebeleşti. Eyvah oğlum, yandık! İlkan: "Yandık baba, haklıymışsın!" dedi. Anayla sekiz yavruyu üzülerek şehrin sokaklarına yolcu eylerken erkek olanlardan birisini kendimize bıraktık. O, sarı tüylüydü, tıpkı öldürülen sarı köpeğimiz gibi. Bunun adı da sarı olsun. Ben, "kopil" dedim. Bunun adı kopil... "Sarı kopil."
Sarı kopil bizimle büyüdü. Bizden biriymiş gibi. Bizimle konuştu, bir insanmış gibi. Anne kedinin ne kendisini, ne de beyazlı dişi enceğini sevmedi. Gördüğü yerde sinirlendi, hav hav dedi, veryansın etti. Kovaladı, ne haneye ne de bahçeye sokmadı. Bunun sebebini bilemedik. Ama erkek olanı sevdi. Onu öptü, yaladı, kokladı. İnsanları ayırıp kutuplaştıran insan kılığına girmiş iblisler inadına onunla oynadı, koyun koyuna yattı...
Bir sene sonrasıydı. O kediyi kedi sevmeyen başka bir köpek sıkıp dişlemiş. Ölmemiş ama arka tarafı felçli gibi, sürünüyor. Bir aydan çok oldu. Ne iyileşiyor, ne de öldü. Yemeğimin suyuna ekmek banıp veriyorum, az az yiyor. Bir kaba su koyup veriyorum, az az içiyor. Ekmek su verirken gözlerini gözlerime dikip miyav diyor. Yalvarıyor, yardım istiyor. Ölmek istemiyor. Anlıyorum ama alıp doktora götüremiyorum. Çünkü param yok...
Haziran ayındayız. Her yer yeşil. Otlar, yapraklar. Yemyeşil. Çiçekler renk renk. Ve böcekler. Arı, sinek, kelebek. Kuşlar cıvıl cıvıl. Gök mavi ama duruşan top bulutların yarısı beyaz, yarısı gri ve siyah gibi. Yel serin esiyor. Güneş ısıtıyor ama yakmıyor. Doğa cömert. Doğurduklarını besleyip büyütüyor; sanki isimsiz bir peygamber kisvesiyle kitabı yazılmamış kutsallığın tanrısıymış gibi. Velhasıl canlı hayat sürüp gidiyor. Ama kedi; yaşasa mı sürünerek, yada ölse mi pisi pisine? Yaşamla ölüm arası kalın değil kıldan ince bir çizgi. Yaralı kedi. O, hala o ince çizgi üzerinde. Hala yaşıyor ama can derdiyle...
Tevfik Tekmen Haziran/2019/koruköy