- 623 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İslamoğlu'na Allah yazdırmıyor mu?
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
“Bir kimsede bid’at gördüğünüz zaman ondan sakının. Çünkü gizlediği açığa vurduğundan fazladır.” Abdullah b. Mübarek (r.a.), el-Akide Risalesi’nden.
Seri uzadı ama bitiremiyorum. Çünkü yazacak çok şey var. ‘Yazmayayım, yazmayayım’ desem de hazret yazdırıyor. Ah ben ne dedim? “Yazdırıyor!” dedim. Eyvah! Şimdi atanmamış müçtehid, müceddid, hatta dittiriditdit İslamoğlu beni de ‘şirk koşmakla’ falan suçlamasın? Yahut şu yazdıklarımı Kur’an yerine koymakla falan? el-Aman! el-Aman! Hata ettim. Kendisinin kulağı pek hassas tekfir radarına yakalanmamak için “Yazdım!” demeliydim.
Fakat bir saniye, durun, doğrusu gerçekten bu mu? Yazdığım şeyleri gerçekten ben mi yazıyorum? Sebepler dairesinde bakarsan, evet, sorumlusu benim. Fakat hakikat dairesinde bakarsan, hayır, yaratıcısı ben değilim. “Ne demek hayır?” dediğini duyar gibiyim. O halde mevzuu biraz daha açalım arkadaşım: Benim ve bizim bütün fiilerimizin sahibi aslında Allah’tır. Kullar ancak iradeleriyle kesbederler onları. Kazanırlar. Talepleriyle yaratılmasına vesile olurlar. Ama yaratamazlar. İslamoğlu’nun yüreğine insin istemem ama aslında ‘yazdıran’ da ‘konuşturan’ da (ve dahi her fiili yaratan da) Allah’tır. Herhalde bunu kendisi de az-çok bilir. Bilmelidir. Çünkü, malumun, müslüman olabilmek için asgarî bu şartı arıyoruz. Adına da tevhid diyoruz.
Peki “Attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı!” buyuran Kur’an bize ne anlatmak istiyor? Eğer İslamoğlu kafasıyla düşünecek olursak burada (haşa) bir ikircik var. Hem ‘attın’ diyor Kur’an hem de ‘Sen atmadın ancak Allah attı!’ diyor. Eğer mecaz nedir bilmeyenlerdenseniz, Uluhiyet ve Rububiyet dairelerini ayıramayanlardansanız, daire-i itikad ile daire-i muamelat farkını sezemeyenlerdenseniz bu ayetin içinden çıkamamanız normaldir. Fakat, standart bir müslüman olarak ben, bu ayete bakmakla Cenab-ı Hakkın bize ne büyük bir ders verdiğini görebiliyorum. “Bu dünyada, bu hayatta, bu şehadet âleminde neyi ‘yaptın’ sanıyorsan, aslında yapanı sen değilsin, yapan-yaratan ancak Allah’tır!” sadasını işitebiliyorum. Çünkü mahluk olarak gücümüz, değil bir file, bir fiile bile yetmez. Herbir fiil ardında ‘yoku vara çıkarabilecek’ bir sonsuz kudret sahibi gerektirir. Bu nedenle fiilleri yaratan ancak Allah’tır. Lakin sebepler dairesindeyiz. Mecazlarımız, ‘mış gibi’lerimiz, kurgularımız olmadan Allah’ı bilemeyiz.
Evet. Sadede gelelim. Birinci ‘atmak’ sendeki mecazı kasteder. Yani zahiren atan sen görünüyorsun. Varoluşa böyle şahit oluyorsun. Tamam. İkinci ‘atmak’sa o fiili yaratmaya gereken kudrete-hikmete dikkat çekmer. Ve seni bu farkındalıkla ‘yaratıcı’ olmaktan azleder. Aslında atan sen değildin. Çünkü atmanın tüm detaylarına erişir bir ilim, irade, kuvvet sende yok.
Mürşidim bu sadedde der ki: “Hem bilmüşahede sabittir ki, bina gibi bir şeyin vücudu, bütün eczasının mevcudiyetiyle takarrur eder. Halbuki onun harabiyeti ve ademi ve in’idâmı, bir rüknün ademiyle hasıl olur. Hem vücut, herhalde mevcut bir illet ister, muhakkak bir sebebe istinad eder. Adem ise, ademî şeylere istinad edebilir; ademî birşey, mâdum bir şeye illet olur.“
İşte her fiil böyle bir vücuda bakar. Her yapmak, bizim yapmayı arzu etmemiz dışında, büyük bir organizasyon işidir. İnsan yapmayı her arzu ettiğinde, eğer kainat hepbir olup ona eşlik etmezse, hiçbir şeyi başaramaz. Yalnız insan mı böyledir? Hayır. Aslında bütün varlık ‘ismiyle’ hareket edip kuvvetine dayanacağı bir ilaha muhtaçtır.
“Nasıl ki, görsen; bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin, o adam kendi nâmiyle, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir, devlet nâmına hareket eder, bir padişah kuvvetine istinad eder. Öyle de, herşey Cenab-ı Hakkın nâmına hareket eder ki, zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler, başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar.“
Şimdi hakikaten bana komik gelen birşeyi anlatacağım: ‘Bedii’ gibi, ‘Mevlana’ gibi kelimelerde mecaza müsaade etmeyen, edenleri hatta tekfire yeltenen Mustafa İslamoğlu, her nedense iş ‘yazmak’ gibi bir fiile geldiğinde bu sefer mecaz yapılmamasını bir kusur gibi görmeye başlıyor. Mesela diyor ki Kur’an’ı Anlama Yöntemi kitabında: “Bu iddiaların en acayibi de, Risaleler için kullanılan ‘yazdırıldı’, ‘izin olmadığı için yazılmadı’, ‘manen icbar ediliyorum’ yollu beyanlardır. Risalelerin Kur’an’la kıyaslanması ise bir başka fecaattir. Buna göre nasıl ki, Kur’an Allah Resulü’nün eseri değilse, Risaleler de Said Nursî’nin eseri değilmiş. O, sadece Nur Risaleleri’nin tercümanı, tebliğcisi imiş…“
Öncelikle: O senin kem dilin tutulsun ki böyle iftirayı atıyorsun. ‘Nasıl ki, Kur’an Allah Resulü’nün eseri değilse, Risaleler de Said Nursî’nin eseri değilmiş…’ diyorsun. Bu ifadeyi/iddiayı Risale-i Nur’da gösteremiyorsan, geçtiği cümleyi paylaşıp bizi ilzam edemiyorsan müfterisin, yalancısın! Zira, biliyoruz, Risalelerin hiçbir yerinde böyle bir kıyaslama geçmiyor. Ama senin zanaatin böylesi demagojiler, uydurmalar, ebele-hübeleler olduğu için şaşırmamak da gerekiyor. Aynı kitapta bunun gibi neler neler yapıyorsun. Ne haltlar yiyorsun. Bu meselede bana asıl komik gelen: Normalde kelimelerde mecaza müsaade etmeyen sen bu sefer de Bediüzzaman’ı mecaz kullanmadığı için suçluyorsun. Demek, “Attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı!” sırrınca bir âlim ‘yazdım’ değil ‘yazdırıldı’ dese, ‘canım istemedi’ değil ‘izin olmadığı için yazılmadı’ dese, ‘kendimi yazmaya mecbur biliyorum’ değil ‘manen icbar ediliyorum’ dese hemen kelamını Allah kelamı yerin koymuş oluyor, öyle mi?
A şaşkın! Uluhiyet dairesinden bakınca hangi fiili aslında sen yapıyorsun? Sen ki, güya mecaz beğenmezsin, asıl Bediüzzaman ‘yazdım’ dese “Haşa, ne yazması? Yazdırıldı. Hepimize Allah yazdırıyor. O yazdırmasa biz yazamaz, o konuşturmasa biz konuşamaz, o atmasa biz atamazdık!” demen gerekmez mi? O evvelki hassasiyetin sahiciyse burada bu temkini iktiza etmez mi?
Hey şaşkın! Kur’an okuyorsun ama nasıl okuyorsun? Nasıl bir kafayla, nasıl bir gözle, nasıl bir kem niyetle hatmediyorsun? Tahlilin nasıl bir keyfî kaideye bağlı ki, işine gelince mecaz kullanmak suç oluyor, işine gelince de kullanmamak? Bedii’de, Mevlana’da mecaza müsaade etmeyen sen, aynı sen, ‘yazdırıldı’yı görünce de ‘İlla mecaz kullanacaktı, üzerine alacaktı, yoksa kelamını Allah kelamı yerine koyuyor’ deme cüretini gösterebiliyorsun? Yazık senden, senin bu ikircikli dilinden, cerbezenden Kur’an dersi alanlara. Kendi aklının yoluna getirmek için kimbilir daha neleri eğip bükeceksin! Ve yine de sana âlim mi diyecekler ha? En nihayet gazeteci-yazar Mustafa Özcan abinin sözüne geliyorum ben de: “Tutarsızlıklar bir meşrep veya mezhep olursa bu ‘İslamoğlu mezhebi veya meşrebi’ olabilir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.