- 1660 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TARİHÇİ-YAZAR KADİR MISIROĞLU BUGÜN HAKKA YÜRÜDÜ....
Alimin ölümü alemin ölmesidir.Ölüm dostu dostuna kavuşturan bir köprüdür.Ölüm olmadan Sevgiliye kavuşmak mümkün müdür?
Ölüm güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber sav. diyen şairin dediği gibi hepimiz ölüm denilen gerçekle er geç bir gün karşılaşacağız.Önemli olan ölmek değil de öldükten sonra başımıza neler geleceğini düşünmemektir demişler..
Ölüm bizi Allah’ımıza kavuşturan en ulvi hadisedir. Dünyaya geldik O’nun eserlerini gördük, O’nun emirlerindeki isabete inandık, O’nun eserlerine gönlümüzden vurulduk.
Şimdi de sevine sevine O’na kavuşmayı özlemeliyiz. Ölüm kâfirler için bir azap bir ıztıraptır. Müslümanlar için bir surur ve saadet olmalıdır.
Üstad Kadir Mısıroğlu da bugün Hakka yürüdü..Yakın tarihimizin hakikatlerini en cesur şekilde dile getiren ve bir "Osmanlı münevveri" olan Kadir Mısıroğlu vefat etmiştir.
Kendisine Allah’tan rahmetler diler ailesine taziyelerimi takdim ederim.İlahi tevafuka bakın ki Ramazan’ın ilk gecesi Rabbine kavuştu.
"Ben ölünce ’bir Osmanlı öldü’ deyin, vallahi hayatım boyunca böyle yaşamaya gayret ettim, mücadelem dinime ve ecdadıma düşman olanlarladır" demişti.
Kadir gecesi doğmuştu, Ramazan’ın ilk gecesi rabbine kavuştu. "Ben ölünce ’bir Osmanlı öldü’ deyin,vallahi hayatım boyunca böyle yaşamaya gayret ettim, mücadelem dinime ve ecdadıma düşman olanlarladır" demişti.Allah rahmet eylesin.
Merhum Mısıroğlu’nun her fikrine katılmam. Ama yiğidi öldür hakkını yeme. Mısıroğlu "keşke yunan galip gelseydi" ifadesini kullanmamıştır.
Dediği şudur; "Yunan galip gelseydi, Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan radikal düzenlemeleri Yunan bile yapamazdı yapmaya cesaret edemezdi.Etse bile bu müslüman millet silahla karşı koyardı.". Söylenen budur.
Tarihin gerçekliği yoluna adanmış bir ömür..Tarihçi yazar Kadir Mısıroğlu, "Yunan Mezalimi - Türk’ün Siyah Kitabı", "Filistin Dramı’nın Düşündürdükleri", "İslam Dünya Görüşü" ve "Tarihten Günümüze Ermeni Meselesi ve Zulümler" gibi birçok eser kaleme aldı.
Dün akşam vakitlerinde hayatını kaybeden tarihçi yazar Kadir Mısıroğlu, bugün son yolculuğuna uğurlanacak.
Trabzon’un Akçaabat ilçesinde 1933’te dünyaya gelen Mısıroğlu, okula başlamadan önce Kur’an-ı Kerim dersleri aldı. İlkokulu da Akçaabat’ta tamamlayan Mısıroğlu, okula devam etmesini istemeyen babasını büyük çabalar sonucu ikna ederek 1947’de ortaokula kaydoldu.
Doğup büyüdüğü mahallesinde "Kadir Paşa" olarak anılan, heyecanlı yapısıyla bilinen ve çocuk yaşlarında sürekli kitap okuyan Mısıroğlu’nun hayatı, 1947’de ortaokula kaydolduğunda öğrendiği, Necip Fazıl Kısakürek’in "Büyük Doğu" dergisiyle önemli bir dönüm noktasına geldi.
Mısıroğlu, Trabzon Lisesi ve Trabzon Öğretmen Okulu’ndan arkadaşları vasıtasıyla "Sebilürreşad" ve "Serdengeçti" dergileriyle tanışırken, lise yıllarında Mehmed Akif ve Kazım Karabekir gibi birçok isim için anma etkinlikleri gerçekleştirdi.
Bu dönemde dört milliyetçi kuruluşun birleşmesiyle oluşan Türk Milliyetçiler Derneği’nin Akçaabat Şubesini kuran Mısıroğlu, 1953’te kapatılıncaya kadar derneğin başkanlığını yaptı.
Yayın dünyasına kendi adıyla 1948’de girdi
Mısıroğlu, aynı yıl İstanbul’un Fethi’nin 500. yıldönümü dolayısıyla yapılan kompozisyon yarışmasını kazanırken, Giresun’da veremediği bir dersin olgunluk imtihanını, 1954’te Erzurum’da vererek liseden mezun oldu.
Hemen ardından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine kaydını yaptıran ve annesinin biriktirdiği parayla İstanbul’a yerleşen Mısıroğlu, bir yandan çalıştı bir yandan üniversite eğitimine devam etti.
Kadir Mısıroğlu, fakülte yıllarından itibaren yayıncılık yapmayı ve konferanslar vermeyi hızlandırarak hukukçuluktan çok tarihçiliğe yönelirken, daha önce müstear isimle yazılar yayımlasa da yayın dünyasına kendi adıyla 1948’de, "Yeni Polathane" gazetesinde çıkan bir şiiriyle girdi.
Üniversite öğrenciliği sırasında, aralarında "Vefa", "Seyhan", "Karadeniz" ve "Yıldız" yurtlarının bulunduğu yedi öğrenci yurdu açan Mısıroğlu’nun, Aynur Aydınaslan ile 1961’de yaptığı evliliğinden sırasıyla Abdullah Sünusi, Fatıma Mehlika ve Mehmed Selman isimli üç çocuğu oldu.
Kadir Mısıroğlu 1964’te "Sebil Yayınevini" kurdu ve basılı ilk kitabı "Lozan Zafer mi, Hezimet mi?", bu yayınevinin ilk kitabı oldu. Kitabın 1970’te basılan genişletilmiş ikinci baskısı, açılan davalar nedeniyle toplatıldı.
Mısıroğlu’na, 1970’in ocak ayında Milli Türk Talebe Birliği’nin İstanbul’daki genel merkezinde verdiği konferans nedeniyle Eskişehir Örfi İdare Mahkemesince 7 yıl hapis, 5 yıl amme haklarından men ve 20 ay sürgün cezası verildi.
Mısıroğlu’nun aldığı cezanın infazı Eskişehir Sivil Cezaevi‘nde başlayıp İstanbul Sağmalcılar Cezaevi, Bakırköy Akıl Hastahanesi Adli Servis ve Cerrahpaşa Hastahanesi Psikiyatri Kliniği aşamalarının ardından 1974’ün mayıs ayında çıkarılan genel afla sona erdi.
Haftalık "Sebil" dergisini 1976’nın başından itibaren çıkarmaya başlayan ve bu dergideki yazılarından dolayı 163. madde kapsamında hakkında çok sayıda dava açılan Mısıroğlu, 1977 genel seçimlerinde MSP’den Trabzon milletvekili adayı olduysa da kazanamadı.
Ertesi yıl aynı partiden MSP Genel İdare Kurulu’na seçilen Mısıroğlu, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında bütün Genel İdare Kurulu hakkında tutuklama kararı verilmesi üzerine, 30’dan fazla ağır cezalık davayı ardında bırakarak yurt dışına çıkmak zorunda kaldı ve Almanya’nın Frankfurt şehrine yerleşti.
Mısıroğlu, Almanya tarafından eşi ve çocuklarına oturma izni verilmemesi üzerine İngiltere’de yaşamaya başladı. Türkiye’de düşünce hürriyeti kısıtlanan Mısıroğlu, 12 Eylül darbecilerinin cezaevlerinde yaptığı işkenceler ve idamlar ile şüpheli ölümler sebebiyle yurda dönmeyince Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarıldı.
Bunun üzerine İngiltere’ye giden tarihçi yazar, 1 buçuk yıl zor günler geçirdiği Londra’dan, geçimini sağlayacak bir iş bulmak için Almanya’ya döndü.
Mısıroğlu, 11 yıllık gurbet hayatını daha sonra "Gurbet İçinde Gurbet" kitabında anlattı.
Mısıroğlu, 1991’de 163. madde TCK’dan çıkarılınca Türkiye’ye dönüş yaparak yazı ve yayın çalışmalarını sürdürdü ama yurda dönüşünün birinci ayından itibaren yeni davalarla mücadele etmeye devam etti.
Yakın dönem tarihine ilişkin çalışmalarıyla bilinen ve hakkında yapılan çarpıtmalar nedeniyle zor dönemler geçiren Kadir Mısıroğlu, dün akşam vakitlerinde, tedavi gördüğü hastanede çoklu organ yetmezliği nedeniyle vefat etti.
Üstadın bazı eserleri:
"Amerika’da Zenci Müslümanlık Hareketi", "Aşıklar Ölmez!", "Barbaros Hayreddin Paşa", "Doğru Türkçe Rehberi yahud Bin Uydurma Kelimeyi Boykot",
"Bir Mazlum Padişah: Sultan Abdülaziz", "Bir Mazlum Padişah: Sultan Abdülhamid", "Bir Mazlum Padişah: Sultan Vahideddin", "Cem Sultan’ın Papağanı", "Cemre (Şiirler)", "Düzmece Mustafa", "Filistin Dramı’nın Düşündürdükleri", "Geçmiş Günü Elerken", "Hayat Felsefesi Yahud Yaşamak Sanatı",
"Hicret: Aziz Vatandan Ayrılışın Hikayesi", "İslam Dünya Görüşü", "İslam Yazısına Dair", "İslamcı Gençliğin El Kitabı", "İthaflı Fıkralar", "Kavuklu İhtilalci: Şeyh Bedreddin", "Kırık Kılıç",
"Macar İhtilali", "Makbul ve Maktul İbrahim Paşa", "Malkoçoğlu Kardeşler", "Mimar Koca Sinan", "Moskof Mezalimi", "Muhtasar İslam Tarihi", "Musul Mes’elesi ve Irak Türkleri",
"Osmanoğulları’nın Dramı - 50 Gurbet Yılı", "Perili Köşk (Masal)", "Piri Reis", "Tarihten Günümüze Ermeni Meselesi ve Zulümler", "Tarihten Günümüze Tahrif Hareketleri",
"Uzunca Sevindik", "Üç Hilafetçi Şahsiyet", "Üstad Necip Fazıl’a Dair", "Yunan Mezalimi - Türk’ün Siyah Kitabı", "Kırk Bir Görgü Şahidinden Naklen Benden Tarihe Haberler"
Milletin öz evlatları bir zamanlar öz yurtlarında paryaydı.Kanunları bunlar çıkartıyor,milletin Merkez Bankasının başına müdürü bunlar atıyor,1923 den sonra İngilizin elliden sonra ABD nin borusu ötüyordu bu güzelim ülkede..
Şartları gözönüne aldığımız zaman Türkiye Cumhuriyetinin sömürgecilerin istilası altına girdiği aşikardır.Egemen güçlerin dediği Lozan’da olmuş cephede kazanılan masada altın tepside mağluplara sunulmuştur.
Bunu dile getiren Kadir Mısıroğlu meczup yani deli diye yaftalanmış,1998 de 10 kasımda Demirele bağıran birisi meczup diye 4.5 sene cezaya çarptırılmıştır.Kadir Mısıroğlu samimi olarak gerçekleri haykıran bir tarihçidir.
Ona gelen haberleri arşivleri araştırarak gerçek yakın tarihi milletin göz önüne taşımaktan kitaplarında Lozanın zafer değil hezimet olduğunu haykırmış,İsmet Paşanın gerçek yüzünü gözler önüne sergilemiştir.Bugünkü CHP lideri Kılıçdaroğlunun onu eleştirmesi haddi değildir.
Kendisiyle bir kere Havaalanında görüşme fırsatımız oldu.Bu kadar futursuzca savunmasınının başını belaya soktuğunu soranlara geldik gidiyoruz alemde birşey gizli kalmasın varsın bize meczup desinler demişti.
Önemli olan ona halkın CHPlilerin ne dediği değil Allahın ne dediği imiş.Aldığı mahkumiyetlerde yarın huzuru mahşerde kahramanlık payeleri imiş.
Bende aynı görüşteyim.Bende onun yerinde olmak gerçekleri korkmadan haykırmak isterdim ama ne ilimden ne de cesaretten yana ona benzerliğim yok.
Gerçekleri haykırmak hala suçtur bu memlekette bu milletin öz evlatları hala paryadır köledir bu memlekette yalan diyen karşıma çıksın.Bakmayın iktidarda 15 yıldır İslamiyete yakın bir hükümet var,bir darbe ile herşey tersine döner Mısırda olduğu gibi..
15 Temmuzu yapanlarda Kemalizm maskesi takan, arkasına ABD yi almış alçak hainler gruhu değilller miydi?
Allah razı olsun mekanı cennet olsun. .
Konya Ramazan’a hazır her zaman oldugu gibi.!!!.Mevlana Müzesi yerine Mevlana Türbesi Mevlana Camiii yazılsa daha iyi olacak..Mevlana Müzesinde bu mübarek ramazan günü çok açık bayanları görmek üzdü bizi.
Meydanda bu sıcak yaz günü Mevlananın torunlarına yakışmayan görüntüler bizi üzdü Hz.Mevlanayı da elbet üzmüştür.
Manevi istifade için onca yolu gelen müsafirler öğrenciler edebe dikkat etmeyince onca sevap ber hava olup gitmekte değil midir.Ayasofya Fatih Camii Sultanahmet camiinde yaşanan bu tesettürsüzlük ve mukaddesata saygısızlığa yetkililerimiz ne zaman dur diyecektir.
Her geçen gün İslamın özünden ruhundan tasavvuftan uzaklaşmakta olduğumuzun farkında mıyız?Dinlerarası Diyalog ruhu tamda budur bana göre..
Şuursuz maneviyatsız ibadetsiz kitapsız edepsiz bir dindar nesil çatır çatır sözde Osmanlı diriliş Payitaht Abdulhamid maskesine bürünmüş olarak gözler önüne sunulmaktadır.
İslam dini tövbe haşa sulandırılmak istenmektedir.Şia ya selefiliğe Caferiliğe vehhabiliğe kucak açanlar Ehl-i Sünnete kapılarını kaparken gaflet uykusuna daldıklarının acaba ne zaman farkına varacaklardır.
Deizm toplumda popüler hale gelmiş, lise, ortaokul seviyesindeki çocuklar zehirlenmeye devam edilmektedir.
Üzülerek belirtmeliyim ki şia-vehhabi-selefi akımları artık yavaş yavaş amaçlarına ulaşmaktadır.Tüm bunlar gözlerimiz önünde bastıra bastıra cereyan ederken nasıl herkes bu kadar rahat oluyor anlayamıyorum.
Tefsirler yazılmış, ciltlerce mealler varken "bana göre" diyerek Ümmet-i Muhammed’i zehirlemeye çalışanlara göz yumdukça daha çoook zor günler göreceğimizi şimdiden tahmin etmek zor değil.
Din elden gitmez, insanlar elden gider, gençlik elden gider, yeni nesil elden gider.Bu çarpıklığa, sapkın inanışlara ses çıkarmayan tüm kurumlar ve insanlar vebal altında elbette.
Cenab-ı Hakk’ın verdiği fırsatları Ehl-i Sünnet çizgisinde değerlendirmeyip meydanı boş bırakıp ses çıkarmadıkça hem maddi hem manevi imtihanlarımız hiç bitmeyecek.
Sonumuz hayrola. Ramazan ayında çok dua etmeniz temennisi ile...
***
Üstadın makalelerinden bazılarını aldım sizler için:
LOZAN’DA MÂNEVİ KAYIPLAR..
Hilâfet 3 Mart 1924 tarihinde Ankara’da ilgâ edildi. Fakat şu neticenin husûlü için yapılmış olan pazarlıklar yürütülmüş olan gizli çalışmaların çok girift bir tafsilâtı vardır ki; bu yazının nacmine sığdırılamaz.
Ancak bu istikametteki en ehemmiyetli adımın Lozan’da atılmış olduğunu söylemek, yanlış olamaz.
Lozan müzâkereleri başladığı sırada, M. Kemal Paşa halife olmak istiyor ve Meclis’te Saltanat’ın ilgâsı müzâkerelerinden başlamak üzere, Hilafeti göklere çıkaran konuşmalar yapıyordu.
Hatta İzmir İktisat Kongresi ’ni açmaya giderken yol boyu yaptığı konuşmalar ve bu arada Balıkesir Zağnos Paşa Câmii’ndeki hutbesi herkesçe bilinmektedir.
Diğer taraftan İsmet Paşa da Lozan’da her vesîle ile aynı istikamette beyanatlar veriyordu. Bunun üzerine şüphelenen ve yeni Türk idaresinden eski vaadleri istikametinde hareket etmeyerek, Hilafeti yıkmayacağı düşüncesine kapılan Gürzon bir deneme yaptı.
Fahreddin Paşa ’nın emniyet mülahazası ile Medine’den getirttiği "Mukaddes Emânetler"in geriye iâdesinin lüzumundan bahseden bir konuşma yaptı.
İnönü ’nün buna cevabı çok sert oldu. Bu cevap M. Kemal Paşa’nın Hilafeti yıkmayacağı ve halife olmak isteyeceği yolundaki kanaatleri takviye edince, Lord Gürzon, İsmet Paşa ’nın müşâviri Hayim Naum Efendi’yi çağırdı ve onun vasıtasıyla Hilafet yıkılmadıkça, sulh olmayacağını bildirdi.
İsmet Paşa buna re’sen karar veremezdi. Bu sebeple Hahambaşı Hayim Naum Efendi İzmir’e geldi ve durumu M. Kemal Paşa ’ya anlattı.
Bunun üzerine İzmir’e gelinceye kadar yollarda her vesile ileHilafeti methetmiş olan M.Kemal Paşa İzmir İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında bu plağı tersine çevirerek, Hilafet ve halifelere veryansın etti. Bununla da kalmayarak daha tek başına verdiği bir kararla, henüz sulh olmadan, ordunun bir kısmını terhis etti.
O sırada Lozan Konferansı kesintiye uğramış, murahhaslar Türkiye’ye dönmüşlerdi. Ankara’ya gitmekte olan İsmet Paşa ’nın treni Eskişehir’de bekletildi. M. Kemalkendisine mülâki olunca, ha reket edildi. Ondan da mütebaki tafsilât alınınca, Hilafetin ipini çekmek kararı verildi.
Bunun safha safha gerçekleşme şekli de mevzuumuz hâricidir. Ancak bilahare "Lozan Zafer mi, Hezimet mi?" isimli eserimizin üçüncü cildinde bütün tafsilât bulunacağın dan şimdilik bu kadarla iktifa ediyoruz.
Patrikhâne ve yerli Rumlar’ın, huzur ve sükun içinde ya şadıkları vatanımıza, hıyânetlerinin tarihi çok eskidir. Ancak, I.Cihan Harbi ve Türk-Yunan Harbi esnasında bu hıyânetler akla durgunluk verecek bir şekle varmıştı.
Din adamlarına ve dinî müesseselere tanınan masuniyeti sûistimal ederek, papazlar birer tedhiş militanı ve kiliseler silâh deposu hâline getirilmişti.
Mütârekede daha Müttefiklerin İstanbul’un işgali gerçekleşmeden, Patrikhâne’nin kapısına çift kartallı Bizans bayrağı çekilmiş ve güya Ayasofya’ya asılmak için çanlar bile hazır edilmişti.
Türk düşmanlığı kazanının kaynatıldığı, bir fitne yuvası hâline gelen Patrikhâne’nin Lozan’da alınacak bir kararla, Türkiye hâricine çıkarılması hususunda, TBMM’den sokaktaki adama kadar tam bir ittifak mevcuttu.
Murahhaslar da önce bu istikamette beyanda bulunmuş fakat daha sonra hem İnönü ve hem de Dr. Rıza Nur bu talepten vazgeçerek Patrikhâne’yi ibka etmişlerdir.
İnönü , Patrikhâne’yi Lord Gürzon’a bir doğum günü hediyesi olarak bağışlayıp hediye ederken, Dr. Rıza Nur da Lord Gürzon ’un muavini Nikolson ile yaptığı bu husustaki pazarlığı, say falar dolusu ve safiyâne bir sûrette anlatmaktadır.
Lozan Muâhedenâmesi’ne bir madde olarak girmeyip, zâbitlarda kalmış olan bu husustaki münakaşalar, havanda su dövmekten ileri git memiş ve bizi yine de zuhur edecek bir fırsatta arkadan hançerlemeye amâde bulunan bu uğursuz müessese, bütün teşkilat ve husûsiyetleriyle muhafaza edilmiştir.
Türkiye’de yaşayan gayr-i müslim ekalliyetler, Müslümanlar’a nazaran imtiyazlı bir zümredirler. O gün Türkiye’de İslâm Hukuku’ndan yapılmış olan Mecelle mer’idi.
Bunu kendi din ve örflerine aykırı bulan Müttefikler, Hıristiyan ekalliyetler için ayrı bir kanun yapılması mecburiyetini öne sürmüş ve bu husus Lozan Muâhedenâmesi’nin 35. maddesinden itibaren "Ekalliyetlerin Himâyesi" başlıklı bölümde serâhaten ifadesini bulmuştur.
Aramızda yaşayan bir avuç Hristiyana, onların dinlerine aykırı olan İslâm Hukuku’nu tatbik etmeyerek ayrı bir kanun yapmayı insan hakları cümlesinden sayıp bunu muâhede metnine deruhte eden Yeni Türkiye idarecileri, acaba 1926-8242;da bayrağı Haç olan İsviçre’nin medenî kanununu resmen kabul ile, Müslümanlar’a cebren tatbik ederken, bu insan haklarına saygı lüzumunu nasıl olup da unutmuşlardı?
Yoksa insan hakları sırf Hristiyanlar için mi mevzubahistir? Türkiye gerçekleri muvâcehesinde hâlâ böyle söylemek de kabildir.
Hıristiyanlar, Lozan Muâhedenâmesi’ne göre pazar günü (o zaman resmî tâtil cuma günü idi) bir resmî muâmeleyi ifa etmemekten, çağrıldıkları mahkemelere gitmemekten veya bir resmî tebligatı kabul etmemekten dolayı muâheze olunamazlar ve hiçbir haklan zâyi olmaz!..
Yine Lozan Muâhedenâmesi’ne göre Hristiyan ekalliyetler Türk mahkemeleri huzurunda Türkçe konuşmaya mecbur değillerdir üstelik. Hükûmet onlar için, tercüman bulundurmak zorundadır.
Kırk yıldan fazla Türkiye’de yaşamış olan PatrikAtenagoras, Yassı Ada Muhakemeleri’inde şahitlik ederken bu sebeple Rumca konuşmuştur.
Türk Hükûmeti, Lozan Muâhenâmesi’yle gayr-i müslim azınlıklara tanınmış olan hakları, değiştirecek veya onlara üstünlük ifade edecek kanun çıkartamaz.
Yüzellilikler Meselesi ..
Harp esnasında bizi arkadan hançerlemiş olan gayr-i müslim ekalliyetlerin sulhtan sonra cezalandırılmasından korkan Müttefikler, Türk murahhaslarını bir umûmî af protokolü imzalamaya icbar edince, bizimkiler bnuna yanaşmadılar.
Uzun münâkaşalar sonunda anlaşıldı ki; bizimkilerin afvetmek istemedikleri ihânet etmiş olan gayr-i müslimler değil, yeni Türkiye idarecilerinin şahsî muârızlarıdır. Fakat kimler afvedilmeyecekti? Hangi suçları işleyenler? Lozan’daki murahhasların bunu bilmesine imkân yoktu.
Dünyanın her yerinde aftan istisnalar, suç nevi tasrih olunarak yapılır, bizimkiler buna yanaşmak istemiyorlardı. Böylece muğlak bir muhteva içinde münâkaşa edilirken, bizimkilerin tahminen yüzyüzelli kişi kadar olabilecek şahsî muârızlarını gayr-i hukuki bir sûrette istisna etmek istedikleri anlaşılınca ve bu hususta hazır bir liste de olmayınca, Lozan’ın eklerinden biri olan af protokolüne bundan yüzelli kişinin istisna edildiğine dair bir hüküm ilâve edildi.
Türkiye’ye dönüp geldikten sonra, yazboz tahtası gibi birinin ilâvesi diğerinin kayırıp listeden çıkartması gibi yazıp bozmalarla yüzelli kişilik bir liste vücuda getirilmiş ve bunlar aftan istisna edilmiştir. "Yüzellilikler" denilen ve çoğu vefatlarına kadar vatancüda kalan bu insanların Şeyhülislam’dan köylü Mehmed Ağa’ya kadar aralarında kimler yoktur?
Çoğu bir içtihat farkına, rekabet hissi ve intikam duygusuna kurban gitmiş olan şu insanlarla ilgili hakikat, yeni Türkiye’nin hukukî ayıplarından biridir.
Adlî Murâkabe
Türkiye, Hristiyan Batı Dünyası’na güven vermek için Avrupa hukukçu larından teşekkül eden bir grup insanı Türkiye’ye dâvet edip onlara resmen ve dolgun ücretlerle Türk adliyesini murakabe ettirmeyi kabul etmiştir ki, bu da haysiyet kinci bir hadise olarak Lozan’ın mânevî kayıplarından birini teşkil eder.
Buraya kadar yazdıklarımızın hulasası şudur ve aksine zorlamalara rağmen, istikbalin tarihçisinin Lozan hakkında vereceği hüküm de bundan ibaret olacaktır:
Lozan muazzam imparatorluk mirasının han-ı yağması (yağma sofrası) dır. Türk’ün şahsında İslâm’dan intikam alınarak bütün bir İslâm Dünyası’nın başsız bırakılmasıdır!
Lozan’ın getirdiği; Adalarla Yunan stratejik çemberine alınmış, iktisadî kaynaklardan mahrum bırakılmış, her türlü ünvan ve sıfatı yolunmuş, gayr-i tabii hudutların çizdiği küçük bir Türkiye’dir.
Yeniden büyük devlet olma imkân ve ümitleri istikametinde yürürken, Lozan’ı değiştirmedikçe "Büyük Türkiye"nin şafağı sökmeyecektir...
Ve minallâhi’t-Tevfîk (Muvaffakiyet Allâh’tandır.)
***
IRAK MUTLAKA PARÇALANACAK..
Filistin Devleti, ABD planı:11 Eylül 2001 darbesi”ni, Filistin’in “devlet” statüsüne kavuşturulması maksadına bağlı Amerikan siyasetine bir mukabele ve gözdağı olmak üzere Siyonistlerin gerçekleştirmiş bulunduğu gerçeği, bugün kalburüstü her Amerikan siyasî şahsiyeti tarafından bilinmektedir.
Fakat resmî ağızdan bu gerçeğin izhar olunmasını beklemek beyhûdedir. Zira bu takdirde Amerika’nın ödemeye mecbur kalacağı bedel, her türlü tasavvurun üstündedir. Bu ülkenin siyâsî ve iktisâdı hayatının bir numaralı hâkimi Siyonistlerdir.
Amerika, tecâhül-i ârifâne, yani bilip de bilmemezlikten gelme yolunu tutmaya mecburdur. Fakat bu durum, ilânihâye devam edemez. Şimdiki halde perde arkasında ve bir Soğuk Harp suretinde başlamış olan Yahudi-Amerikan karşıtlığı yakın bir gelecekte su yüzüne çıkacak ve Amerikan siyasetinin buna göre yeniden şekillendiği görülecektir.
Bu gelişme Türkiye’yi, Ortadoğu’da rahatlatacak ve -ihtimal- kolaylıkla bir süper güç haline getirecektir.filistinde araplar ve turkler
Uzağa gitmeden, daha geçenlerde futbol sahasında kazandığımız bir başarının dünyanın en az elli ülkesinde Türkiye’dekine benzer bir heyecan husule getirdiğini hatırlamak, Türkiye’nin başka milletler üzerinde tarihten gelen te’sir ve itibarını anlamak hususunda kâfidir, sanırız. Türkiye’nin bu itibarı kullanmasının yakınlığı ve manevî karşıtlık sebebiyle AB’yi tedirgin edebileceği halde, böyle bir şey Amerika için mevzubahis değildir. O, yalnızca ekonomik menfaat sâikıyla hareket eder. Bu keyfiyeti, Ortadoğu’da zaafa uğratan İsrail faktörü artık devreden çıkacaktır.
Zannımızca Amerika’yla birlikte hareket etmek hususundaki tereddütler geçmişteki tatbikatların zihinlerde husûle getirdiği te’sir sebebiyledir. Yakın bir gelecekte vâkî olacak zikrettiğimiz değişikliği nazar-ı dikkate almayanlar, Türkiye’yi büyük bir bedel ödemek mecburiyetinde bırakmış olacaklardır. Türk siyasetinde faal bütün yerlilerin bu noktayı teemmül etmeleri gerektir.
Yahudiler, nasıl 19. asır nihayetleriyle, 20. asır başında “süper güç’lük vasfını kaybetmeye başlayan İngiltere’den, bu vasfı iktibâsa namzed gördükleri Amerika’ya intikal etmişlerse, bugün de Amerika’dan Çin’e intikal etmeye başlamışlardır. Çünkü Çin, dünyanın gelecekteki patronluğuna aday görünmektedir.
Bunun gerekçesini burada zikretmek de mevzumuz harici olmakla birlikte, Amerika’nın Afganistan’a yerleşmek hususundaki musırâne hareketlerinin temel sâikının bu olduğuna işaret etmekle iktifa edelim. Burada sanayide inkişaf etmiş olan bir milyar nüfuslu Hindistan’ın kontrol edilmesi gayesini de göz ardı etmemeliyiz.
Siyonizmin, Yahudi-Amerikan çatışması neticesinde bundan sonraki hedefi Amerika’yı ayakta tutan birtakım büyük şirketleri çökertmek ve Amerika Birleşik Devletleri’ni kabil olduğu nisbette üçe-beşe bölmeye çalışmaktan ibaret olacaktır.
ABD en iyi “partner”
-Amerika’nın öteden beri Ortadoğu’da temerküz eden enerji kaynaklarını kontrolü altına almak istediği malûmdur. Ancak bunu Suudi Arabistan misalinde olduğu gibi yerli bir partner (ortak) bulmadan yapması imkânsızdır. Türkiye stratejik mevkii, tarih mirası ve yetişmiş insan sayısı itibariyle Amerika için en ideal partnerdir.
Buna Türkiye’nin geleceğini müstakbel menfaati için tehlikeli gören İsrail engel olmakta ve bu faktör gerek bizde ve gerekse Amerika da-ki tereddüt ve iradî tutuklukların sebebini teşkil etmekteydi.
Siyonizm, âdeta bir kara kedi gibi Türk-Amerikan menfaatlerinin Ortadoğu’daki paralelliği arasına girmiş ve gelişmeleri kendi menfaati istikametine tevcih hususunda mâhirâne bir rol oynamıştı. Fakat-bu durum yakın bir gelecekte değişeceğinden Türkiye’nin Amerika’yla, beraber hareket etmesi müstakbel menfaati açısından son derece de verimli olacaktır.
-Amerika’nın Ortadoğu siyasetinde en yakın bir zamanda gerçekleşeceği anlaşılan hareketlerinden biri de Irak operasyonudur. Irak, Musul Meselesi dolayısıyla bizim için hayatî ehemmiyeti haiz bir ülkedir. Türkiye’nin burada yukarıda izah edildiği üzere “tarihî hakları” mevcuttur.
Türk siyasileri taraftar olsalar da, olmasalar da bu iş gerçekleşecektir. O halde buna bîgâne kalmakla elde edilebilecek hiçbir şey yoktur. Ama taraftarlık bize, Musul üzerindeki tarihî hataları telâfi şansını bahşedebilir.
Bugün Türkiye’de mevcut hükümeti çökertmek istikametindeki hareketin temek saiki budur. Azınlığa düşmüş bugünkü hükümet Irak konusunda ABD ile anlaşmazsa yakın bir gelecekte, Irak’taki Amerikan operasyonuna taraftar olacak bir hükümet kurulacak ve o hükümet Musul’dan sağlanacak avantajlarla itibarlı hâle getirilecektir.
Tıpkı Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla, Ecevit’in yıldızının parlaması hadisesi gibi, bu defa da yeni bir kadronun itibarlı bir hale getirilerek seçimden birinci parti olarak çıkması sağlanacaktır.
Şimdilik siyasi partilerden bu muhtemel sonucu kavramış olarak görünen birinin lideri, muhtemel bir Irak operasyonu sırasında başbakan olmak istediği beyanıyla Amerika’ya göz kırpmaktadır.
Bize göre önümüzdeki seçimlerden sonra teşekkül edecek iktidarı büyük nispette şu tarihî gelişme belirleyecektir ve bundan dolayı kuvvetle muhtemeldir ki, Türkiye’de beklenen seçim Irak Operasyonu’ndan sonraya kalacaktır.
Musul Meselesinin geleceği
Irak yakın bir gelecekte mutlaka parçalanacaktır. Bu artık yıllarla değil, aylarla ölçülecek bir hâdisedir. Zannımızca Amerika yukarıda izah edilmiş olan 1983 yılındaki plan üzerinde yürümektedir.
Böyle bir operasyondan Kuzey Irak’taki Kürtler’in müstakil bir devlet olarak çıkma ihtimalini derpiş ederek, bu operasyona karşı tavır almak, Türkiye için yanlıştır. Doğru olan, hududu, Misak-ı Millî’ye göre düzelterek Kürtlerle birlikte Kerkük Türklüğünü de içine almaktır. Kuzey Irak’taki Kürt siyasî oluşumunun bertaraf edilebilmesi için en müessir çare budur.
Musulda ilk petrol kesfi
Bunun yanı sıra özbeöz malımız olan Musul petrollerini, Amerika ile birlikte işleterek Türkiye’nin mâkûs talihi değiştirilmelidir. Bunu başaranlar, Türk siyasetinde Süreyya yıldızı gibi parlayacaklardır. Çünkü bu ülkede açlık tahammül sınırını çoktan aşmış bulunmaktadır. Böyle bir oluşum için, bir süper gücün menfaatiyle paralellik şarttır.
Türkiye gibi siyaseten küçültülmüş bir ülkenin en haklı davasını bile bir süper güce paralel düşmedikçe halli fasl edemeyeceği aşikârdır. Biz bunu yıllarca evvel “Musul Meselesi ve Irak Türkleri” isimli eserimizin genişletilmiş beşinci basımını nihayete erdirirken şu satırlarla ifade etmiştik:
“Musul Mes’elesi ve Irak Türklerinin geleceği Türkiye’nin geleceğine sıkı sıkıya bağlıdır. Alem-i İslâm’ın liderliğinden zorla istifa ettirilmiş olan Türkiye, bugün -bütün menfi şartlarına rağmen- millî, dînî ve tarihî şahsiyetine dönüş hareketi içindedir. Rusya’nın dağılması karşısında hazırlıksız yakalanan Türkiye, ister istemez kabuk çatlatmakta, Batı kulu idarecilerimiz bile kendilerini “Adriyatik’ten Çin şeddine kadar’’ edebiyatına itibar etmek mecburiyetinde hissetmektedir.
Diğer taraftan, Âlem-i İslâm’da başsızlığının yetmiş yıldan beri ne felaketlere sebep olduğu ortadadır. Türkiye’nin terk ettiği liderlik makamı, yetmiş yıldan beri boştur. Eğer Türk Milleti bir gün geriye, yani tarihî misyona dönecek olmasaydı, kader O’nun yerine yeni bir tayin yapar ve Alem-i İslâm’ın liderliğini boş bırakmazdı.
Amerika’ya paralel yürümek mi? Zaten böyle bir durum olmasa, Türkiye bugünkü hududlarının dışına dönüp bakmaya bile cesaret edemezdi. Eğer bu sakim alışkanlık yıkılabiliyorsa ne süretle olursa olsun! Yahudi menfaati için küçültülmüş olan Türkiye’nin bir süper güce paralel düşmedikçe -hiç olmazsa bir müddet daha- en küçük hakkını bile kurtaramayacağına misal Kıbrıs’tır!
Osmanlı mirasının gayr-i âdil ve Siyonizmin menfaatine göre taksimi, asla payidar olamayacaktır. Ortadoğu’daki sıkıntılar ve istikrarsızlığın ilk meyvesi, Irak’ın parçalanması olacaktır. Zira tarihte hiçbir zaman bu nâm ile bir devlet mevcud olmamıştır. Irak’ın kapı önüne gelmiş olan parçalanma gerçeğini görmeli ve o gün için hazırlanmalıyız. Devlet ve millet olarak Musul ile gerektiği kadar alâkadar olduğumuz asla söylenemez!
Tuhaftır ki, bugün fuhuşla, rüşvetle sarsılan ahlâkî yapımızı, hiç olmazsa iktisâdı imkanlarla kurtarmayı kimse düşünmüyor? 1200 dolar milli gelir ortalamasıyla Türkiye resmen açtır. Bırakalım da bu sütbesüt Türk toprağının serveti, silah tüccarlarının kasasına akmaya devam mı etsin?
Yıllardan beri böyle bir davanın mevcûdiyetinden Türk Milleti’ni haberdar etmemiş olan müteselsil hükümetler gibi, bugünkü yazan, çizen, konuşan insanlar da bu elim kayıptan tarih önünde mesül olacaklardır!!. Dâvayı millete mâl etmedikçe, bir yere varamayız!..
Biz şuna inanıyoruz ki, Türk idarecileri her ne kadar gölgelerinden korkarlar ve Osmanlı mirasını reddederlerse etsinler, gelişen hâdiseler bu sakım tutumun değişmesini ânbeân mecbûrî hâle getirmektedir. Bunun için düşmanlarımız kâfidir, işte Bosna-Hersek, isterlerse alâkadar olmasınlar!.. Düşmanın faaliyeti Osmanlı mirasına sahip çıkmaya, bakınız Türkiye’yi nasıl icbâr ediyor!..
Musul da bir Osmanlı mirasıdır.
O da Kürt mes’elesine bir panzehir olarak ister istemez ele alınacaktır!.. Madem ki Irak’ın siyâsî bünyesi bu kadar hırpalanmıştır. Irak Türklüğü’nün kurtuluş esbâbının dâhil ve hâriçte günbegün olgunlaşması önlenemez!
İşte bugün, bu satırlarda ifadesini bulan, o beklenen gündür!.. Bunun mânâsı Irak’ın bir “Saatli Bomba” olduğu ve bu bombanın patlama ânının çok yakın bulunduğu gerçeğidir.
***
FETÖ ÖRGÜTÜ..
“FETÖ cemaat adını kullanmış diye bu sıfatla anılan bütün topluluklara potansiyel anarşi kaynağı gözüyle bakmak ancak ve ancak dinsizlerin işi olabilir.”
CNN Televizyonunda 30.08.2016 tarihinde Ahmet Hakan’ın Tarafsız Bölge programında konuşmacılardan biri olan Mustafa İslâmoğlu güya FETÖ Hareketi’ni ta’yib ve takbih maksadıyla söze başlamışken bir münâsebet düşürerek ülkemizdeki İslâmî cemaatlere hiçbir müslümanın vicdanıyla bağdaşmayacak çirkin bir itham ve iftirada bulunmuştur.
O’na göre bütün islâmî cemaatler potansiyel birer suçludurlar ve gelecekte fırsat bulabilirlerse her biri FETÖ ihânetinin bir benzerini icra etmeye müheyyadırlar. Devlette FETÖ benzeri kadrolaşmak istedikleri iddiası üzerinden yapılan bu iftirayı şiddet ve lânetle kınıyoruz.
Türkiye’mizde daha düne kadar başörtüsü zulmüyle devam etmiş olan din karşıtı resmî tavrın kurbanlarını azaltarak devletin yapmadığını yapıp insanlarımızı kıbleye tevcih istikametinde faaliyet gösteren islâmî cemaatlerin her birinin bugün ülkemizdeki islâmî uyanışın yegâne âmili bulunduklarını inkâr etmek islâm karşıtlığının yeni bir tezahürüdür.
Bereket versin ki; resmî makamlara yön vermeye çalışan bu iftiraların mâkes bulabileceği zaman ve zemin çok geride kalmıştır.
İslâmî cemaatlerin mensupları bu ülkenin çocukları olduklarına nazaran devlette vazife almalarını sanki FETÖ misalindeki gibi devleti ele geçirmek istikametinde anlamak iftiradan başka bir şey değildir!.
İslâmoğlu herhangi bir islâmî cemaatin kasten ve kadrolaşmak maksadıyla olmak üzere devlete hulûl etmekte olduğunu dâir bir bilgisi varsa onu söylemeliydi. Böyle yapmayarak alelumum bütün islâmî cemaatleri potansiyel birer tehlike olarak göstermesi asla bir islâmî hassasiyetin eseri değildir.
Peygambere salâvat Cenab-ı Hakk’ın bir emri olarak mü’minlere farzken o Yüce Varlığa salâvat getirmeyi “dalkavukluk” olarak tavsif eden, yetmiş milyonun önünde Hz. Âdem’in babası olduğunu söyleyerek açıkça Kur’an’a muhâlefet eden, iman rükünlerinden biri olan kaderi inkâr eden, Suriye ihtilâfında burasının İran’a verilmesini talep eden M. İslâmoğlu acaba cemaatleri bu tarzda itham ederken kendi yapmak istediği bir işi başkalarına isnad ederek devlete hedef şaşırtmak mı istiyor?!
Yukarıda birkaç misalini zikrettiğimiz gayri islâmî görüşlerine ilâveten televizyonunda çalışanlarını iki de bir toplayarak:
“- Bu televizyon Allah’ın televizyonundur. O’na göre çalışın!” ikazını tekraren söyleyen ve burada sayılması imkânsız dini mübâlatsızlıkların sahibi olan bu nâdân devlete akıl vermek cür’etini nereden alıyor?! Acaba itikadî görüşleriyle İran Şiâsı arasındaki benzerlikler dolayısıyla “İran’dan mı?!” cevabını verebilir miyiz?!
Anlaşılıyor ki; O’nun salvo hâlindeki bu iftiralarının mesnedi şia tassaubudur. Zira itham ettiği bütün cemaatler Ehl-i Sünnet müslümanlığının birer kaleleridir. Bundan rahatsızlık din karşıtı Kemalistlerle şia taassubu saiklerinden başkası olamaz. Asrın ihâneti olan FETÖ hareketinin tahlil ve tenkidi için vaktiyle “Kim ne derse desin. Fetullah Gülen bizim hocamız.
O bir âlim. Yetiştirin de göreyim. Hadi bir Fetullah Hoca yetiştirin de göreyim. Hocanın ayakkabısı yetiştirin alnınızdan öpeyim sizi. Karalamak kolay. Birbirimiz hakkında konuşacaksak iyi konuşalım. Bu bir hastalık” demiş olan bugün FETÖ ihânetini anlatacak biri olarak televizyona adama mı kalmıştır. (O’nun bu ve benzeri sözlerini isteyenler internetten görebilirler.)
Belediyelerde kadrolaşmak olmasıyla asıl kendisi potansiyel bir tehlike bulanan ve yüzlerce misalinden sadece birkaçını zikrettiğimiz şu ifadelerle zinhiyeti aşikâr olan birinin islâmî gayret sahibi olan bütün cemaatleri potansiyel birer tehlike göstererek hükümete gammazlamaya çalışmasına şaşılmaz. FETÖ cemaat adını kullanmış diye bu sıfatla anılan bütün topluluklara potansiyel anarşi kaynağı gözüyle bakmak ancak ve ancak dinsizlerin işi olabilir.
Bütün cemaatlerin faaliyetleri alenidir ve kanûnîdir. Çoğunun idâre ettiği Kur’an Kursları Diyânet’in kontrolündedir. Bizim vakfımızın faaliyetleri de aynen böyledir. Bu cemaatlerin hiçbiri FETÖ’nün yaptığı gibi sünni Müslümanlıkta asla caiz olmayan “takiyye” ye başvurmamaktadır. Bir benzerlik aranacaksa İslâmoğlu ile FETÖ arasında aranmalıdır. Zira O da şiâlığını gizleyerek “Ehl-i beyt mezhebindenim!” demektedir.
Ehl-i beyt mezhebi diye bir mezhep olmadığını dağdaki çoban dahî bilirken O’nun aklımızla alay edercesine kendisini böyle tavsif etmesi takiyyeden başka nedir?! Kanun ve nizamlara aykırı bir hareketimiz varsa O’nu delilleriyle zikretmesi gerekirken bütün islâmî gayret sahibi cemaatleri toptan çirkin bir iftira ile gammazlamaya kalkışması ancak O’nun gibi birine yakışan alçakça bir fiildir. Kur’an Kursu muallimliğinden emekli sünnî bir âlim olan babası tarafından dahi bu bozuk fikirleri sebebiyle redde mahkûm olmuş birisi hakkında söylenecek son söz şâirin şu beyti olabilir:
Nâ ehil olur muârız-ı ehil
Her Ahmed’e bulunur bir Ebu Cehil.
Kendisini kamuoyu nezdinde protesto ediyor ve devlet nizamlarına aykırı hiçbir işimiz olmadığı hususu iddiasıyla aksine bir bildiği varsa bunu ilân etmeye dâvet ediyoruz. Böyle bir şey yapamayacaktır.
Bu sebeple biz de O’nu ehl-i sünnet düşmanı bir müfteri olarak buradan ilân ediyoruz.’’
Allah cc. rahmetiyle muamele eylesin.Kendisinin mümin ve muvahhid olduğuna şahitlik ederiz.Makamı cennet olsun.Yakınlarına sabr-ı cemil niyaz eder.Üstada Cenab-ı Haktan merhametiyle muamele edip onun taksiratını affetmesini dileriz.Yolu açık olsun.
07.05.2019//KIRIKKALE
HİDAYET DOĞAN OSMANOĞLU
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.