Beyler Konağı
BEYLER KONAĞI
Beyler konağı Doğu Karadeniz kıyısında bir mahalledir. Etrafı kızılağaç, kayın, gürgen ve meşe ağaçlarıyla çevrelenmiş, adeta hapsedilmiştir. Oranın halkı beyaz bulut nedir bilmez, her an gürlemeye hazır kara bulutlar tepelerinde döner durur. Sığırcık kuşları dadanmıştır Beyler Konağı’na, aynı anda bir gürültüyle binlercesi havalanır gök yüzüne. Birazda onlar döner durur tepelerinde, arz-ı endam ederler, şarkı söyleyerek dans ederler. Güneş dağları kızıla boyadığında hep beraber uyanırlar, ötüşerek birbirlerini selamlar, güneşin doğuşuna şükrederler. Yapraklar sarmaya başlayınca sis kaplar etrafı göz gözü görmez olur.
Ortasından uzunca bir yol geçer, makasla kesmiş gibi Beyler Konağı’nı ikiye böler. Bu yolu takip edersen Karadeniz kıyılarını kıvrıla kıvrıla baştan aşağı gezersin. Bu yolun bir marifeti de mahalle sakinlerini ikiye ayırmaktık, ‘yolun sağındakiler’ ve ‘yolun solundakiler’ diye. Mahalle sakinleri yolun sağında mı yoksa solunda mı oturduğu giydiği elbiseden hemen anlaşılırdı. Elbiseden anlaşılmazsa konuşmasından, konuşmasından anlaşılmazda yürüyüşünden mutlak anlaşılırdı. Yolun sağında oturan insanlar eski püskü giyinirler, ezik büzük, gariban gariban konuşurlar, yere sağlam basmayan adımlarla sendeleyerek yürürlerdi. Yolun sağındakiler birbirlerinde yeni bir elbise, yeni bir eşya gördüklerinde “Nereden aldın” diye asla sormazlardı. “Kim verdi?” yada “Nereden çaldın” diye sorarlardı. Günü birlik kazanır günü birlik yerler, yemek bulsa yakacak kömür bulamaz, kömür bulsa yemek bulamazlardı. Düğünleri de eksik olurdu, davulcu bulur zurnalı bulamazlar tencere tava hoplayıp zıplarlardı. Ne horon bilirlerdi ne de halay. Yolun sağındakilerin sevdaları da bir garipti, öyle sıradan sevmezlerdi. Kara sevdaya tutulurlar da bir türlü kavuşamazlardı. Kara sevda onlar için ayrılık demekti, kara sevda hasret, kara sevda dert, kara sevda anlaması zor garip bir şeydi. İki sevdalı evlense ‘Kara sevdalı değillermiş’ derler, hor görürlerdi. Yuva yıkanın yuvası olmaz diye tembihlerlerdi çocuklarını. Sığırcık kuşları bu yüzden yuvalarını yolun sağına yaparlardı. Kuşlar bilirlerdi ki bu insanlar ölürler de kuş yuvasını bozmazlardı. Ah işte yine de kara sevdadan yuva kuramazlardı sevdikleriyle. Yolun solundakiler ise başka bir alemdi. Yemeleri, içmeleri, giyim kuşamları, konuşmaları, yürümeleri farklıydı. Sığırcık kuşları yuva yapmazdı o tarafa, korkarlardı yuvamız yıkılır diye. Hor görür kıvırırlar burunlarını kendilerini gerçek sağdakiler mecazdı bilirlerdi. Osmanlı’dan kalma tarihi konaklarda otururlardı. Soylarına bakılınca dedeleri ya validir yada paşa. Bu konaklarda çalışan ayak işçileri yolun sağ tarafına evler yapmaya başlamış, yavaş yavaş çoğalmış derken yolun sağındakiler bu şekilde ortaya çıkmışlardı.
Beyler Konağı’nın bitiminde bir tepe vardır. Kulakları çınlatan rüzgar sesi hiç eksik olmaz. Bu ses insana mutluyken huzur hüzünlüyken keder verirmiş. O yüzden Hal Tepesi koymuşlar adını. Kuşlar cıvıldamaya başladığında bu Hal Tepesi’nden kulaklarını tıklayarak koşuşturan bir kız göründü. Kimse görmesin diye yolu bırakmış dağların yamaçlarından ormana doğru ilerliyordu. Çay tarlaların içinden yeni yeşillenmiş toprağı eze eze yürüyordu. Yağmur toprağı biraz önce ıslatmıştı, döktüğü göz yaşlarıyla birazda o ıslatıyordu. Göz yaşı ne kadar kederli akarsa o kadarda iz bırakır düştüğü yere. Bu cömert, gönlü geniş topraklara kederimi bulaştırdım diye üzülüyordu saf temiz yüreğiyle. Ormandan geçerken ormancılar ‘nereye’ diye soruyorlardı buralara ait olmadığı anlaşılan bu kıza. Oda bilmiyordu ki cevap versin, kaçıyordu, gelişi güzel gidiyordu işte. Ormandan çıkınca uzaktan deniz kıyısına ulaştı. Şehrin çöplerinin atıldığı uçurumlu bir kıyıydı burası. Gözü uçuruma ilişti, yavaş adımlarla uçurumun ağzına gelip durdu. İşte bu sırada karanlık bir perde gözüne indi. Öyle bir perde ki aklını kör etti, ölümü ona şirin gösterdi.
“Öleyim bari. Öleyim de kurtulayım. Ne gördüm ki ne göreceğim bu dünyadan,” dedi. “Babamda satacak başka kız bulsun kendine .”
ÖLÜMÜN KIYISINDA BİR KIZ
Topukları ile uçurumun boşluğu arasında iki karışlık mesafe kalmıştı. Hırçın rüzgârın savurduğu kızıl saçları sırtını dövüyordu. Bütün hayatı gelip geçiyordu gözlerinin önünden. Annesinin hatırası ahşap oymalı kolyesini boynundan çıkarıp öptü. Kolyenin üstüne nemli dudaklarının izi geçti. “Ah anne,” diye geçirdi içinden. “Sen yanımda olsaydın...” Terlemişti, alnındaki küçük kabarcıklar birleşiyor, boncuk tanesi kadar olunca şakaklarından aşağı yol bulup akıyordu. Gözleri derin boşluğun heybetinden kocaman olmuş, vücudu titremeye başlamıştı ama yine de vazgeçmeyi aklının ucundan bile geçirmedi. Yaşamak ölmekten ağır geliyordu artık. Yaşamak keder demekti, hüzün demekti, bataklık, karanlık, kötü ne varsa o demekti. Bedenini boşluğa bıraktığında sonbahar yaprağı gibi yavaş yavaş, süzüle süzüle aşağı ineceğine, yere düştüğünde her şeyin bir anda son bulacağına ve canının da hiç yanmayacağına kendini inandırdı. Ne kadar zor olabilirdi ki: Sadece bir adımlık işi kalmıştı, sonra her şey bitecekti. Aslı, gözüne inen kara perdenin cesaretiyle böyle düşünse de , yere düştüğünde koparılmış bahar çiçeği gibi heba olup yitip gidecekti. Dudakları arasına sıkışan birkaç saç telini sıyırdıktan sonra kanlanmış gözleriyle derinliğe öfkeli öfkeli bakmaya devam etti. Elleriyle gömleğinin iki yakasından tuttu, hızlıca geriye doğru çekerek yakalığını kopardı. Sonra yerinde durmayan, beline kadar uzanan saçlarını kopardığı yakalıkla bağladı. Tekrar uçurumun ürpertici derinliğine bakmaya başladı. Hızlı hızlı nefes alıp veriyor, ciğerleri nefesine yetişemiyordu. Gözlerinin ışığı söndü, başı döndü ve uçurumun tam ağzında salıncak gibi sallanmaya başladı. Zaman durmuş da sonu gelmeyen bir kuyudan aşağıya doğru süzüldüğünü hissediyordu. Bedenine dair bütün hissiyatını kaybetmişti. Rüzgarın vücudunu serinletmesini, ayaklarının topraktaki ağırlığını, sallandıkça sırtını döven uzun saçlarını, burnunu sızlatan denizin tuzlu kokusunu... Sadece kulaklarında incecik bir çınlama sesi duyuyordu. Yavaş yavaş çınlamalar da azaldı ve yokluğun içinde kayboldu.
DİRİLİŞ
Aradan beş dakika geçmişti, Aslı derin bir nefes alarak gözlerini açtı. Kafasını yerden kaldığında elbiselerinin sırılsıklam olduğunu hissetti. Baş ucunda yağız bir delikanlı elinde su kovasıyla meraklı gözlerle ona bakıyordu. Üstü başı yırtık, kirli, perişan haldeydi. Sütbeyaz tenli, ince uzun boylu, narin bir delikanlıydı. Öyle derin bakıyordu ki gözünün değdiği yerler ok gibi saplanıyordu.
Aslı, delikanlıya döndü. Şaşkın:
"Yaşıyor muyum? " diye sordu tereddüt ederek.
Delikanlı alaycı bir şekilde:
"Konuşuyorsun ya... " dedi. Yüzü sertleşti bir anda. “Abla, ne işin var senin burada? Git buradan, git hadi. Olacak iş mi canına kıymak? ”
Bütün acılarının son bulmasına bir adım kalmışken Aslı, hiç memnun olmadı bu duruma. Gözüne inen kara perde bir türlü kalkmıyordu, kalkacak gibide durmuyordu. Ya ölecek ya bu dünya yanacaktı. Dünya yanmayacağına göre bahtına ölmek düşüyordu. Yüzü buruşmuş, alnı kırışmış, burnundan solumaya başlamıştı. Birden kalktı ayağa, aniden uçuruma doğru kendini fırlattı. Ayakları boşluğa düşeceği anda delikanlı kolundan yakalayıp çekti. Aslı yerde süründü, elbiseleri çamura bulandı.
Delikanlı kızdı:
“Ablaaa,” dedi. “Sende Allah aşkına... Git hadi, git.”
Aslı, tekrar ayağa kalkınca delikanlı kollarını kanat gibi açtı uçurumun ağzına.
“Etme Allah aşkına abla. Hadi git.”
Aslı, bu işe bir türlü anlam veremedi. Can onun canıydı. Niye karışıyordu bu işe? Yerden yumruk büyüklüğünde bir taşı alıp havaya kaldırdı. Yüzünü ekşiterek:
“Çekil, yoksa atarım. Acımam atarım,” dedi.
Delikanlı, önemsemedi. Başını hafifçe omuzu aşağı büktü, gülümseyerek:
“Canın sağ olsun, atacaksan at.” dedi.
Aslı, kolunu gerdi, bütün gücüyle taşı fırlattı. Taşın üstüne doğru geldiğini gören delikanlı yerinden bile kıpırdamadı. Kafasından aşağı koyu kırmızı kanlar akmaya başladı.
Delikanlı:
“Dedim ya, canın sağ olsun abla. Git hadi.”
Aslı yerden bir taş daha aldı, bir hışımla havaya kaldırdı.
“Yine atarım bak, ” dedi. “Atarım, sonra...” dedi, devamını getiremedi. Konuşurken isteksizdi, taş parmakları arasında gevşek duruyordu.
Delikanlı gülümseyerek:
“At,” dedi. “ Ne var sanki? Yine canın sağ olsun.”
Aslı, duyulur duyulmaz bir sesle:
“Atarım...”
Delikanlı inatla:
“At.”
Aslı atamadı, parmakları arasından taş kayıp düştü. Kendi de yere çöküp oturdu, içten gelen derin bir uğultuyla ağlamaya başladı. İnce taneli, seyrek bir yağmur aniden bastırdı. Delikanlının yüzünü boyayan koyu kırmızı kan seyreldi, boynundan aşağı koynuna doğru akmaya başladı.
Delikanlı uzaktan birine seslendi:
“Ömeeeer, Ömeeeer...”
Ömer, döndü baktı, delikanlının sesinden bir gariplik olduğunu hemen anladı. Koşmaya başladı. İki adamlık göbeği bir aşağı bir yukarı inip çıkarken, incecik bacakları bu kadar yükü çekmekten sızlıyordu. Başı sağ omuzuna, omuzu yere doğru eğilmiş büküle büküle ilerliyordu. Yüzü sevimli, şirincekti, elleri ufacıktı. Kısa boylu, esmer tenli, kapkara gür saçları darmadağındı.
Nefes nefese yanlarına geldi:
“Ne oldu burada? Kafana ne oldu? Bu kız niye ağlıyor?” diye sordu.
Delikanlı bir eliyle kanayan yarasına bastırıyordu. Diğer eliyle Aslı’yı göstererek:
“Ölesi gelmiş,” dedi. “Kaldırdı attı uçurumdan kendini. Son anda kolundan yakalayıp çektim.”
Ömer:
“Ağlıyor...”
Delikanlı:
“Ağlasın. Ağlasın da rahatlasın biraz, yüreği yumuşasın.”
Ömer acıyarak:
“Kara sevdalı mı yoksa?”
Delikanlı:
“Bilmem. Belki...”
Ömer:
“Kanıyor başın. İyi de başına ne oldu?”
Ali geçiştirerek:
“Oldu bir şeyler,” dedi.
Ömer:
“Git başını sar Ali” dedi. “Ben beklerim. Yazık olmasın kıza.”
Ali başıyla:
“Tamam” diyerek gitti.
Ömer, baştan aşağı süzdü Aslı’yı. Onun yolun solundan olduğunu elbiselerinden hemen anladı. Yanına oturup bağdaş kurdu, ellerini bacaklarının üzerine koydu, tombul göbeği bacaklarının üzerine yayıldı.
“Demek ölesin geldi haa...Ne derdin var kim bilir?” Dedi. Coşkulu merakıyla: “Ne derdin var?” diye sordu birden.
Yağmur durmuştu, bulutların suyu tükendiği gibi Aslı’nın da gözünde yaş tükenmişti. Yalnız ummadığı anda iç çekip hıçkırıyor bedeni zelzeleye yakalanmış gibi sallanıyordu. Ömer’e küçük bir bakış atıp geri eğdi başını. Ömer’in tüyleri diken diken oldu . Ölümü arzu eden bir insanın gözlerinin içindeki soğukluğu hissetmiş, üşümüş, titremişti. Biraz bekleyince kendine geldi, sormaya devam etti:
“Yoksa sen kara sevdalı mısın?” dedi.
Aslı, sana ne der gibi küçük bir bakış daha attı.
Ömer, bir elini öfkeyle kaldırdı:
“Siz yolun solundakiler de...” dedi küçümseyerek. “Kara sevda ayrılık demektir, hasret demektir bilmez misiniz? İlk önce yüreğinin ateşiyle yaşamayı öğrenirsin. Zaman geçtikçe ateş seni kaynatır. Ardından durulur çay gibi demlenirsin. Kara sevdalı bunları yaşar işte, kendini öldürmez ki.”
Ömer bir yandan merakla soruyor bir yandan konuşuyor derken Aslı’nın gözüne inen kara perdenin karası seyrelmeye, aranıp ışık sızdırmaya başlamış, hıçkırıkları kesilmişti. Bir süre gözlerini uçuruma dikti öylece baktı. Aklı başına geldikçe “Biraz önce kendini kaldırıp uçurumdan atan ben miyim?” diye hayret ediyor, kendinden korkuyordu. Bir süre daha uçuruma bakındı sonra birden ayağa fırladı.
Ömer arkasından:
“Deli misin?” diye bağırdı. Koca göbeğini kaldırıp ayaklanana kadar kız uçurumun ağzına geldi.
Anlaşılan kendini öldürme niyetinde değildi, uçurumun ağzında donup kalmıştı. Öfkeli gözlerini uçsuz bucaksız engin suların heyetiyle çarpıştırıyor, sanki yere göğe meydan okuyordu. Gözlerini kapattı , başka alemlere akıp gitti. “Neden buradayım?” diye sordu kendine. Cevap alamayınca daraldı , sıkıldı, çığlık atacak hale geldi, “Ölmeyi bile beceremedim” diye içerlendi. Mücadele etmeden ölümü seçtiği için küçümsedi kendini.
“Keşke... ” dedi duyulur bir sesle. “Keşke...”
Annesinden hatıra kalan kolyesini koynundan çıkarıp öptü. Nemli dudaklarının izi bir daha geçti kolyeye, izin olduğu yer ışıldadı. Koynuna geri koyarken kolye zincirinden kopup çamurun içine düştü. Yerden almak için eğildiğinde o garip görünüşlü Ömer’in yanında dikildiğini gözünün yanıyla gördü. Ömer ondan önce kolyeyi yerden aldı, üzerindeki çamurları sildi, temizledi, kopan zinciri maharetle birleştirip Aslı’ya uzattı. El yapımı, ahşap oymalı, yaprak şeklinde bir kolyeydi bu. Bir yüzünde el yazısıyla “Aslı” yazıyor, diğer yüzünde “Fatma” yazıyordu.
Aslı mahcup bir şekilde kolyeyi aldı, boynuna takıp:
“Sağ ol” dedi.
Ömer konuştuğuna sevindi. Aslı’nın gözlerinde bir sıcaklık bir cana yakınlık hissetti hemencecik.
“Ne yaptım ki canım,” dedi gülerek. “Sende...” diyerek sustu. Bir kardeş, sıcacık, sevgiden içi kaynayan bir dost gibi bakıyordu Aslı’nın yüzüne. Aslı bu menfaatsiz bakışları ölene kadar hiç unutmayacaktı.
İkisi de bir süre kazan gibi kaynayan denizi izleme koyuldular. Dalgalar dalgalarla çarpıyor, bir ev boyu yükseliyor, tam duruldu derken dalgalar tekrar cenke tutuşuyordu. Kıyıya biriken köpükler çoğalırken, aç martılar dalgaların durmasını bekliyor, incecik sesleriyle bir iniyor bir çıkıyorlardı.
(devam edecek)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.