- 902 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
'1995 Yazı'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
‘He’ dedi sessiz ve usulca. Ankara’da yaşıyormuş. Şanslığına bak ki, bir de çocuğu varmış.
Yüzünün kederli bir hali alması pek aceleyle ve erkenden olmuştu. Onu iyi tanıdığımı, nelerden hoşlanabileceğini, kalbinin Babil taraçalarına yaraşır zevkle süslenecek sevgi yoluna nasıl el ele, beraber gidilebileceğini iyi biliyordum. Çok iyi bile diyebilirim. Buna itiraz edemezlerdi; sadece şaşırır ve ‘ne diyor bu, kim ki bu’ diye söylenirlerdi. Kapıcı karısının eltisinin söylediği ‘şanslığına’ kelimesine aklım takılırken, bir yandan da boşanma avukatlarını hayal ediyordum. İki tarafında kadın avukatı olsaydı keşke! Çabucak boşanırlardı. Evliliklerini kurtaracaklarına dair bir iddia dâhilinde değilim, olmuyordu. Baştan beri aynı şeyi söyleyip duruyordum. Bana ilk Mehmet’ten bahsettiklerinde:’İyi biridir, dürüsttür, beş vakitte namazını kılıyor..’ Amenna. Bu konuda ne benim ne de sizin bir yorum hakkınız var. Bu onun dini inancı. Gerektiği gibi yaşıyor olabilir ama eksik yaşadığını söylüyorum. Evlilik çocuk oyuncağı değil. Ayrıca çocuklar bile oyun oynarken tutkuyla oynarlar. Yeri gelir hırs yaparlar. Yeri gelir sevgiyle arkadaşlarına yaklaşırlar. Fakat Mehmet yıllardır sevgisini gösterebildi mi? Karakteriymiş! Sıçayım öyle karaktere!
Fotoğraflar toz partikülleri gibi etrafta. Yere saçılmış gazete sayfaları yıllar öncenin tarihini gösteriyor. Porselen bir bardak var. Bir tane daha. Başka bir tanesi de salonda televizyon ünitesinde süs niyetine duruyor. Mehmet ne anlar onun porselen bardak hobisinden! Zaten Mehmet onu hiç anlamadı ki! Bu evi de aldıkları zaman içi rahat etmemişti. Başlarda Mehmet başına kakar gibi davranmıştı. Oysa ne güzel, kutu gibi bir daire. Ne önemi var iki artı birin ya da üç artı birin. Tek gözlü bir oda, bir de mutfak banyo olsa kâfi. Yeter ki kendini az mutlu atfedebilseydi! Kahvesini yapıp, pencere kenarında uzun zamandır eşiğe konmayan güvercinleri gözleri arıyor. Dört yüz metre ötede duran kavak ağaçlarının ulu ve dik duruşundan etkileniyor. Orada da kuşlar var. Eskiden flamingoların geçişi olurmuş da, bir süre mahalleli durup gökyüzüne bakarmış. Kapıcı karısından duymuştu. Ne çok şey biliyor şu kapıcının karısı! Mutlu mu acaba? Kendisi gibi, en azından onun hissettiği türden bir kedere ait olmadığını tahmin edebiliyor. Kendisi bu apartmanın, sokağın, mahallenin, ilçenin, Ankara’nın ve ülkenin en şansız kadını! Böyle düşündüğü zaman bencilliğini daha derinden hissediyor. Aynada kendisine bakıp ‘bencilsin kızım’ diyor. Mehmet’ten şimdiye kadar hep daha fazla maaş aldı. Şimdi de öyle! Evin ihtiyaçlarını giderirken bile problemler yaşıyorlar. Duygusal olarak bir ortaklık kuramadıkları gibi, maddi olarak da yıllardır aldıkları maaşları birleştirip, ortak bir hesap tutamıyorlar. Bu evi de düğünde takılanların üzerine kayınpederinin verdikleriyle almışlardı. Sahi, kaç yılıydı? 2014 müydü? Daha önceydi. Aman, ne fark eder ki şimdi!
Kızına acıyordu. Bahtsız bir anne, bahtsız bir anneanne ve onun da annesi! Kızı şansız bir silsileyi takip edecek ne yapmıştı? Günahı neydi? Evliliği adına ona sorsalar, avuntusunun ve biricik hayata tutunma gayesinin kızı olduğunu söyleyebilirdi. Ancak aynısını anneannesi de annesine karşı söylememiş miydi? Gerçek dedesinin bir deli, bir katil olduğunu nasıl unutabilirdi? Görmemiş olabilirdi. Sadece duydukları bile yüreğini sıkıştırmaya yetiyordu. Menderes asılmış, Sağır bir süreliğine kendisine yapılan gereksiz protestolardan kurtulmuştu. Vatan cephesi açısından bakıldığında pek de sorun yoktu. Amerika ülkenin anasını bellemişti. Bir taraftan komünistlerin pek çoğu askerin çözüm olduğunu yüksek sesle söylüyorlardı. Çığırtkanlık, protestolar, kavgalar, ağır işçi yaralanmaları ve işten çıkarmalar, burjuvanın küçük ve büyük çapta tüm oyunları dünyanın dengesi sayılan finans üzerinden çarkını döndürmeye devam ediyordu. Kahvehane’de Lenin’e küfreden vatan cephesinden bir Konyalı vardı. Bir süre Malatya’da yaş kayısı tüccarlığı yapmıştı. Okumuşlardan biri sözünü kesip ‘o senin gâvur, gomunist dediğin Lenin sayesinde ta Pakistan’dan, Bangladeş’ten, Hindistan’dan buralara o yardımlar geldi. Oradaki Müslüman kardeşlerim dediklerinin yardımını bize ileten kimdi sanıyordunuz? Stalin’in enternasyonal adına yetersiz olduğunu, burjuva sarmalına bürokrasiyle düştüğünü ve pratiği vukuu bulmuş bir sosyalizmi çürütüp, kapitalizme çıkış kapısı araladığını söyleseydin sana katılabilirdim. Fakat Lenin konusunda ettiğin hakaretleri geri almanı istiyorum. Köhnemiş bir sistem yıkılıp, yerine doktrinlerle güçlendirilmiş dünyada ilk defa denenecek bir sistemi inşa eden insana laf ettirmem.’ Tartışmalar yerini akşam ezanı eşliğinde derin sükûta erdirinceye kadar kimi günler tekrar ederdi. Dingin mevsimler yerini hırçın rüzgârların soğuk havaları şehrin her bir sokağına salık eylediği günleri getirirdi. Yine soğuk bir günün gecesiydi. Polisler haberi alır almaz olay yerine intikal etmişlerdi. Yıllardır dedesinin hakkı yenilmişti. Amcası her şeyini elinden almıştı. Bu iş dedesinin delireceği ana kadar sürmüştü. Bir gün yılların abdestli dindarı ve mülayimi olan bu adam cinnet geçirmişti. Amcasını baltayla doğramıştı. Öldürmekle yetinmemiş, vücudunu parçalara ayırmıştı. Polisler olay yerine geldiklerinde cesedin kaburga kısmının olmadığını fark etmişlerdi. Dedesine sorduklarında, dedesi sakin bir şekilde:’ Kaburgaları mı? Ha, onlar şurada bakın. Pişsin yiyeceğim onları’ diyerek yanan mangalı göstermişti. Polisler işin gerçek yüzüyle karşılaşmışlar, cinayetin bir cinnet vakası olmakla beraber, katilin artık düzelmesi mümkün olmayan bir deli olarak yaşayacağını anlamışlardı. Onun dedesi hem katil hem de deliydi. Kanı akıtılmış insan etinin kokusunu almış bir delinin torunuydu. Belki de bu yüzden Mehmet’i sevemiyordu.
Vaka uzunca bir süre aynı kalamazdı. Hadiseler birbiri ardınca, aynı versiyonları takip ederek yaşanmaya devam ediyordu. Sıkıcı bir alışkanlık haline geliyor, bu hal iş yerindeki davranışlarını da etkiliyordu. Bir süre aklını zorlayan şuydu: Mehmet’ten başkasında mı gözüm? Lisansın yükseğinden diplomalı, yıllardır deneyimli bir çalışandı. Pek çok erkekle iş gereği muhabbet etme şansı olmuştu. Ancak ruhunun muhabbet ve şehvet damarlarındaki atları koşturan bir deneyim yaşamamıştı. Mehmet’le kendisini tanıştırdıkları zamanda bu evliliğin mantık sınırları içerisinde olacağını öngörmüştü. Mehmet temiz bir adamdı. Bir kere gözü dışarıda değildi ama içeride de değildi. Kendisiyle ilgilenmiyordu. Kaç aydır aynı yatakta iki yabancı gibi uyuyorlardı! Kızına hamile kaldığı zamanlarda otomatik bir şekilde çark işliyordu. Birkaç küçük öpücük: Kuru ve hissiz. Nasıl da rahatsız ediyordu öpülmek! Oysa filmlerde, romanlarda nasıl da tutkuyla öpüşenler oluyordu! O filmlerin, romanların hepsi yalan mıydı? Bir akşamüzeri Mehmet’le iş çıkışı restoranda yemek yiyeceklerdi. Mehmet’le nişanlıydılar. Restorana girdiklerinde elini yıkamak için lavaboya yönelmişti. Lavabo kapısını tam açmak üzereyken, yandaki emzirme odasından gelen sesler dikkatini çekmişti. Usulca ve sessizce kapıyı araladığı anda, restoranda çalışan bir garson kızla erkek arkadaşının öpüştüklerini görmüştü. Kapıyı olduğu gibi bırakıp uzaklaşmak arzusundaydı ama yapamamış, bir süre onları izlemişti. Kızın beyaz gömleğinin üst düğmeleri açılmıştı. Erkek arkadaşı bir taraftan elini kızın diri göğsü etrafında gezindiriyor, bir taraftan da kızı soluksuzca öpüyordu. Daha ileri gidip gitmediklerini bilemeden kapıyı olduğu gibi bırakıp, elini yıkamadan lavabodan uzaklaşmıştı. Müstakbel eşi kendisine ‘iyi misin, kötü bir şey mi oldu’ diye sorduğunda, hareketsiz ve ruhsuz duran Mehmet’in dudaklarına bakıp ‘yok, iyiyim, biraz başım döndü sadece’ demişti.
Sevgi ‘kız sen şanslısın, kaç yıldır evlisin, ben daha yeni evleneceğim, çok zormuş şu evlilik, bitmiyor bir türlü ıvır zıvır işleri’ derken, o Sevgi’yi dinlemiyor, bardağa dolan kahve ve su karışımına bakıyordu. Kartı makineye okuttuktan sonra şekersiz kahveye basmıştı. Sevgi ‘hu hu, kızım taştı bile kahven, alsana, neyi bekliyorsun’ diye seslenişini dahi duymamıştı. Sevgi bu sefer omzundan onu hafifçe dürtmüştü. ‘Ha, ne oldu’ demek üzereyken kahveyi fark etti. Sevgi ‘dur, ben de sıcak çikolata alıp geleyim, çıkalım sigara içelim’ dedikten sonra kahvesinden bir yudum alıp Sevgi’nin sıcak çikolata alışını dalgın bir şekilde izlemeye koyuldu. İlk zamanlardı. İki tecrübesiz ve de huzursuz insanın sevişmeleri çok da matah değildi. Zevk duyumsamak istiyor, kimi zaman Mehmet’in dokunuşlarıyla ürperiyordu ama restorandaki öpüşen çiftin tutkusuna erişimi kapalı gibiydi. Yeterli teknoloji vardı. Altyapı, ekonomik güç ve de toplum; her biri hazırdı ama bir şey eksikti. Eksik olan Mehmet ve kendisinden başka bir şey değildi! İkisi de yetersiz bir arzuydular. Eksiktiler. Otomat düğmesinden bir farkları yoktu. Makine nasıl kahvesini verirken bir zevk alamıyorsa, tutkuyla bu işini yapamıyorsa, onlarda sıvı boşalımları sırasında makineleşmiş bir devamlılık gösteriyorlardı. Sevgi yaptığı masraflardan bahsediyordu. Müstakbel kocası Amerikan-Türk ortaklı bir şirkette çalışıyordu. İki ayda bir on beş gün Amerika’da kalması gerekiyordu. Sevgi bunu problem yapıyordu. ‘On beş gün az bir süre mi? Ya orada kendisine birilerini bulursa? Yoksa var da bana mı söylemiyor. Garsoniyer bile tutmuştur. Kim bilir, ne kadınlar geçmiştir oradan!’ Evlenmeden Sevgi’nin bu tür meseleler üzerine konuşmasını yersiz buluyordu. Ayrıca Sevgi’nin şanslı bir evliliği olacağını düşünmüştü. Bir gün iş çıkışında Sevgi’nin müstakbel eşi olacak Murat’ı görmüştü. Sevgi’yle Murat ayakta merhaba öpüşmelerini yapıyorlardı. Mehmet’le en ateşli sayılabilecek sevişmelerinde bile bu yakınlıkta öpüştüklerini hatırlamıyordu. Mehmet’in ruhsuz ve kanı çekilmiş dudakları onun bedeninde gezindiği anlarda, hafif ürpermeden başka zevk adına bir şey alamamıştı. Meme uçlarının ürpermeden dolayı kimi zaman dikleştiği anlarda bile Mehmet başarısız oluyor, üç dört kere ruhsuz bir yalama teşebbüsü sonrası onu içinde hissediyordu. İlk başlarda kendisini kastığı anlarda bile Mehmet’in vücudunu üzerinde hissetmek kendisine sıkıntı vermese de, şimdiler de böyle bir şeyin düşüncesinden bile tiksiniyordu. Artık Mehmet onun için ne duygusal ne de cinsel anlamda sıkıntıdan ve kavgadan başka bir şey veremeyecek biriydi! Bir ara buna üzülüyordu. Şimdilerde tek arzusu boşanmaktı.
Avucumu kalbime yaslamış, güm güm atan kalbimi hissetmeye çalışıyordum. Ucuz yırttığımı itiraf etmeliyim. Kaldırımda yürüyordum. Yalnızlığın karanlık tarafıyla bütünleşmiş haldeydim. Ağır aksaktı adımlarım. Uzaktan bir müzik sesi geliyordu ve gittikçe bu ses yaklaşıyordu. Bu ses bir arabadan geliyordu. Gecenin bir vakti kim bu kadar yüksek sesle müzik dinliyor arabasında diye düşünürken, başımı sola doğru çevirmemle, yan tarafımdan geçen arabanın sağ arka yolcu camından bana doğru fırlatılan şişeyi fark etmem bir olmuştu. Son anda kendimi geri çekmeye çalışsam da, şişe sol diz kapağımın üzerine sert bir şekilde çarpmıştı. Şişe birkaç büyük parçaya ayrılıp kaldırıma dağılmıştı. Anlık şok sonrası arabaya doğru küfürler savurmaya başlamıştım:’ Lan ibne dölleri, orospunun evlatları! Hayvan yapmaz lan sizin yaptığınızı.’ Sesimin o kadar da yüksek çıktığını tahmin etmemiştim. Araba çok geçmeden sağ tarafa yönelip dururken, içinden insan kıyafeti giymiş gençler çıkmış, bana doğru yalpalayarak koşuşturuyorlardı. Ya kalıp erkek gibi dövüşecektim ya da kaçacak, bir kavga sonucu hastane, karakolla uğraşmayacaktım. İkinci seçenek daha cazipti. Erkeklik gururu denen bir şey varsa, adaletin olmadığı yerde başına bela almamak gerekiyordu. Durup, dövüşsem, altısını da yere sersem, sonra hal hatır bilen tanıdıkları vasıtasıyla gururlarına yediremeyip bana dava açsalar ne bok yiyecektim? Diz kapağımın ağrısını o an bana hissettirmeyecek, futbolculara sıklıkla sıkılan soğutucu spreyi arzuluyordum. Kaybedecek vaktim yoktu. Gençlerin geldiği yönde, hemen önümde sağ tarafta benzin istasyonu vardı. İstasyonun içinden arka sokağa açılan küçük bir merdiven olduğunu biliyordum. Eğer o merdiven yerinde durmuyorsa, son çare istasyonun içinden geçip, gençlerin geldiği yöne koşmak olacaktı ki, bu çok saçma bir düşünceydi. Nedense geri koşmayı hiç akıl etmiyordum!
Merdiven yerinde duruyordu. Ben o merdivenlerden arka sokağa da indim. Sonra başka sokakları geçip kendimi bir apartmanın içinde bulduğumda, kalbim kan pompalamaktan artık tükenme noktasına gelmiş, dalağım şişmiş, midem asit dengesini yitirmiş ve çişim gelmişti. ‘Hay anasının’ diyerek hiç bilmediğim apartman içerisindeki giriş merdiven basamaklarında oturma maceramı da apartman içerisinden gelen sesler sonlandırırken, diz kapağımın acısını artık daha yakından hissediyordum. Tekrardan benzin istasyonuna dönmem gerekiyordu. Onun bunun çocukları umurumda bile değildi. Çişimi yapmak için gerekirse bozuk düzenin işleyişine boyun eğerdim ama önce onları iyice pataklamam gerekiyordu. Benzin istasyonu etrafı sakindi. Arabayı durdukları yere baktığımda, yanıp sönen kırmızı ışığın karanlık asfalta yansımasından başka bir şey gözükmüyordu. Lavabodan çıkınca kasaya doğru yürüdüm. Sigara ve çakmak alacaktım. 2001 ile çakmağı görevli uzatırken ‘abi, pantolonun kan olmuş senin’ demesiyle dizime doğru baktım. Kasadaki görevlinin dediği gibi dizim kanamıştı ama ben şimdiye dek fark etmemiştim. ‘Sen bir de kâğıt mendil ver kardeşim’ dedikten sonra ‘ne oldu abi, hayırdır’ sorusuyla karşılaştım. Sinirim yitime uğramadığı için küfür etmeye devam ediyordum:’Orrrooosspunun evlatları, ağızlarıyla içmiyorlar ki! Şerefsiz babaları veriyor arabayı altlarına, içip içip çevreye böyle zarar veriyorlar. Şişe fırlattı ibneler. Denk geldi işte bacağıma.’ Kasadaki görevli şaşırmıştı. ‘Ağbi’ dedi, ‘ya ayıptır sorması bir husumetin filan mı vardı onlarla?’ Gülümsedim. ‘Ahanda şu ötede kaldırımda yürüyordum. Namert oğlu namertler, tam yanımdan geçerken baktım camdan biri bir şey fırlatıyor. Kendimi hemen geri çeksem de fayda etmedi, dizime denk geldi.’ Gençlerden kaçtığımı bu hikâye sonuna eklemek istemiyordum. Kasadaki görevli şaşkınlığını korurken elimle selam verip dışarı çıktım. Hemen kapının sağ tarafında kaldırım taşı gibi sıralanmış duvarın ön tarafındaki dubaların yanına doğru yürüdüm. Sırtımı duvara yaslayıp, yere çömeldim. Sol paçamdan başlayıp pantolonu sıyırdım. Çok küçük bir alanda olsa toplardamara denk geldiğini varsaydığım şişe sonrası kanama normalden daha kolay gerçekleşmiş olmalıydı. Toplardamardaki düşük kan basıncı dolayısıyla kan çok fazla olmasa da, daha koyu rengiyle aktığı için pantolonun diz kapağı çevresinde iyice leke yapmıştı. ‘Ulan şerefsizler’ diye kendi kendime söylenirken az ötemde bir ses duydum:’ Lan bu bize küfür eden dümbük değil mi?’
Kesin kararını verdi, boşanacak diyorlardı. Önündeki tek problem kızının vekâleti kimin üzerine olacağıydı. Mehmet kızından vazgeçmek istemeyecekti. Kendisi de kızından vazgeçemezdi. İş mahkemede ağız dalaşına, tartışmaya kadar gidecek ve belki de kızını devlet elinden alıp, yuvaya verecekti. Hayır, hayır dedi, bu olamaz. İyice saçmalıyorum. Mehmet’le en azından ayrılırken doğru düzgün bir konuşmam gerekiyor. Anlayışla karşılayacağını düşünüyorum. Ondan kızını esirgeyecek değilim. İstediği zaman görebilir ama vekâleti konusunda söz hakkının ben de olmasını istiyorum. Sevgi görmemiş ve kırgın bir kadın yüreğinden daha iyi kim sevgi üzerine nutuk verebilir ki? Kızım büyürken ona hep sevgi aşılamam gerekiyor. Sevgi dolu olsun, insanları sevsin. Sevgisiz yuvaların ne çabuk yıkılacağını anne babasından örnek alarak bilsin. Ancak kendisi de bunları düşünürken, kendisin ne kadar sevgi verdiği konusunda herhangi bir endişe taşımıyordu. Kendisi sevgi verebilirdi, bu konuda bir sıkıntısı yoktu. Fakat öncelikle sevgi alması, sevildiğini hissetmesi gerekiyordu. Bunu planlı bir şekilde şimdiye kadar düşünmemişti ama sevginin çiftler arasında işleyişinin böyle olacağına dair kanaati vardı.
İlk iki önüme fırlayanı zor bela yere sersemde, kanları deli aktığı için tekrar yerden kalkıp bana hücum etmeye başlamışlardı. Diğerleri benzin pompası yanında park etmiş arabadan inip yanıma gelinceye kadar istasyon çalışanları da kavgayı ayırmak için yanımıza koşturmuşlardı. O ara başıma gelebilecek en kötü şey gelmiş, yarası çok önemli olmasada, diz kapağıma atılan tekme vücudumun baştan sona titremesine sebep olmuştu. Gözüme kestirmiştim. O tekme atan eğer koşup kaçmazsa elimde kalacaktı. Öyle de oldu. Diğerlerinin tekrardan bana saldırmasına benzin istasyonunda çalışanlar engel olurken, biri sağ tarafımdan yumrukla hücum etmeye gayret ediyordu. O umurumda değildi. İki elimi de yumruk haline getirmiştim. Dizime tekme atan kaçmıyordu. İçkinin de verdiği serkeşlikle gülümsüyor, yüksek sesle küfür ediyordu. Ağzımdan tek kelime çıkacak hal yoktu. Boyu benden uzundu. Kolları da uzundu. Bu yüzden beni savuşturması daha kolaydı. Hiçbir şey takacak halim kalmamıştı. Yüzüne yumruk atmayı hayal ediyordum ama ilk yumruğun denk geldiği göğüs kafesinin sesi hoşuma gitmişti. Sağ arka tarafımdan gelen boynuma ellerini sarmış, beni boğmak ister gibi elleriyle boynumu sıkıyordu. Dayanacak gücüm kalmamıştı. Bir anda yere çömelip, sert bir şekilde kendimi öne doğru ittiğimde diz kapağımdan gelen ağrıya dayanacak takatim kalmamıştı ama bana arkadan sarılanın önümde yattığını görünce rahatlamıştım. Tam tekrardan ayaklanmak isterken, sağ avucuna sağ ayakkabımla sertçe bastım. Öküz gibi böğürmeye başlamıştı. Göğüs kafesine ilk yumruğunu yiyen hala ayakta ve az ötemde duruyordu. Altı kişi içinden dördünü istasyon çalışanları zor bela tutuyorlardı ama ikisiyle aramdaki mesele devam ediyordu. Kendimi kaybetmiştim. Yumrukları sağlı sollu yiyen genç rüzgârda savrulan poşetten farksızdı. O ara bir şeyin sağ bacağıma yapıştığını fark ettim. Avucunu ezdiğim tekrardan ayaklanamamış olsa da, bacağıma yapışmıştı. Sıcak bir karıncalanma hissetmeye başlamıştım. Önümde seri yumrukları yemiş genç yere çökmüş güç bela nefes almaya çalışıyordu. Türlü çiçeklerle kuşatılmış bir bahçedeydim. Sıcak rüzgârlar esiyordu. Kırmızı çiçekler görüyordum. Kırmızı kan çiçekleri gözümün önündeydi.
Gözümü açtığımda annem karşımdaydı. Az önce ağlamış ve gözlerini yazmasının ucuyla silmiş bir hali vardı. Gözlerimi ovmak isterken, sol elimi rahatça kaldırmıştım ama sağ elimi kaldıramıyordum. Başımı sağ tarafa çevirdiğimde bileğime geçirilmiş kelepçeyi fark ettim. Sol diz kapağım çevresinde küçük bir bandaj vardı ama sağ bacağımda sarı lekeli sargı bezini gördüm. Gece yaşadıklarımı hayal meyal hatırlamaya çalışıyordum. Kötü haber ne de çabuk yayılıyor. Dışarıdan yüksek sesle tartışanların sesi geliyordu. Kapının ardında biri ‘olmaz arkadaşım, zaten yakını içeride, siz giremezsiniz yanına’ diyordu. ‘Anne’ dedim, ‘sen niye geldin?’ Annemin konuşacak pek gücü kalmamıştı. Önce şapkasını gördüm, sonrada kendisini. Polis ‘ne inatçı arkadaşların varmış, seni görmek istiyorlar, yasak olduğunu da anlamıyorlar’ diyordu. ‘Ne oldu, ne yapmışım ben’ dedim. Bacaklarımı düzeltmek isterken ikisi birden derinden ağrı veriyordu. ‘Bu kelepçede neyin nesi?’ Polis duraksadı. ‘Ah be arkadaşım, sen kendini korumuşsun iyi hoş ama yanlış kişilere denk gelmişsin.’ Kısık bir ‘ah’ sesi çıkardıktan sonra ‘ne yapmışım, doğru düzgün anlatır mısın lütfen?’ Bir tanesinin kaburgalarını zedelemişsin. Diğerinin de, şu bacağına bıçak saplayanın da yüzünü dağıtmışsın.’ Polis duraksayınca, ‘yüzünü mü dağıtmışım’ diye sordum. ‘Dört dişi kırılmış üstten. Burnu filan da kırılmış. Sağ gözü kan toplamış.’ Gece en son sağ bacağımdaki sıcak karıncalanma hissi aklıma geliyordu. Sonrasında… Evet, hatırladım. Ne saçma hareket ettiğimi şimdi daha iyi algılayabiliyorum! Hafif uzun ve dalgalı saçlarını sol elimle tutup, yüzüne sağ elimle kaç kere vurduğumu gerçekten hatırlamıyorum.
Yaptıklarımı onaylamıyordum ancak ortada bir hak ediş vardı. Arkası sağlam çocuklardı. Her ne olursa olsun azılı bir suçlu gibi kelepçelenmiş olmayı hak etmediğimi düşünüyordum. Dışarıda tekrardan uğutular yükselirken, polis ‘ne oluyor yine’ diyerek kapıyı açtığında ‘buyurun savcım’ diyerek birinin içeri girmesi için geri durmuştu. İçeri giren savcıydı. Çukurlaşmış gözaltları, dalgalı saçları, hoş takımı ve güler yüzüyle savcının yüzüne bakıyordum. ‘Arkadaşım bu ne’ diyerek polise döndüğünde, ‘sayın savcım, gece uygun görüldüğü üzere hastane polisi tarafından takılmış. Biz sabah geldiğimizde takılıydı’ dedi. Kelepçeden bahsediyorlardı. ‘Çabuk şunu çıkar’ dedi. ‘Ama sayın savcım’ diye polis itiraz etmek istese de, ‘emredersiniz savcım’ deyip, beni iyice bunaltan bu saçmalıktan kurtardı.
Annem ve arkadaşlarımla morg kapısı önünde buluşup, taksiye binmeden önce karşımda o diri gülümsemesiyle durmuş ‘pansumanı dert etme, yengeni göndereceğim’ dedi. Duraksadı. Sigara içmek ister gibi bir hali vardı. Tam yerindeydik: Morg önü. ‘Onunda haberi var. Ona da haber ettim, gelmek çok istiyordu. Arayacağını söyledi.’
Her şey o yazın eseriydi. Biz, üç ayrı âlemi birleştiren, üç farklı dünyanın coşkun seller gibi şehirleri yutup, kimliksizleştirdiği 1995 yazından gelen üç kişiydik.
YORUMLAR
Yürümeyen bir şeyler var. Sadece yürümek istersin,bazen yalnız bazen birlikte, insanlık yürütücüsü yürütmeyenler değişken maskeleriyle ensendedir. Bunlar arasında en yakın hissettiklerini, kendi suratını bile görür gibi olur, hatta görürsün. Engellenen sadece sen değil hayatın kendisidir. Diz kapağına darbe almış hayat, ağır aksaktır.
İyi yazmışsın yine.