İÇİMİZE SALINAN ARES BÖCEKLERİ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
"yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de!"
Camus
Sırlı bir aynanın tüm gerçeğimi yansıtacağını düşünmek ne kadar aptalca. Mesela gözlerimin altında demlenen çizgilerin defalarca gülmekten mi yoksa ağlamaktan mı olduğunu bu ayna söyleyebilir mi bana? Alnımdaki dikiş izinin çocukluğumdaki eğlenceli bir bisiklet keyfi esnasında oluşan bir kazadan mı yoksa beş parmağı olan bir canavarın ellerinden mi yansıdığını hangi ayna söyleyebilir ki bana?
Tanımadığım bir surete bakıyorum ben bile bazı anlarda. Soranlara sevdiğimi söylediğim bu yansıma yüze her baktığımda hatırlattıkları ile nefret ediyorum kendisinden aslen. O yara izi ile kimsin sen?
Uzaklardaki bir Tanrının avuçlarında tuttuğu imkânsız mutluluğun aynısını bir balığa bahşettim. Ona suyu olan bir Dünya verdim. Yemesi için gereken besini sundum. Tehlikelerden korunması için ona suda kalmasını telkin edecek içgüdülerinden hiç bahsetmedim. Evrimsel gerçeklerden bahsedilmez. Yaşayan bir durumun izaha ihtiyacı yoktur.
Bir sahne sanatçısının daima gülümsemek zorunda olması acıklı bir şeymiş gibi gösterilir. O zaman neden hayata gülümseyerek bakmaktan bahsediyorlar? İnsan zorunda olmadığı şeyleri yaparak mutlu oluyormuş demek ki. Zorunda olduğum için bir akvaryumda var olmanın neresi keyifli ki?
İlaç ve empati kokan yoğun bakım servislerinde yatan hastalar ile önümde duran akvaryumun içindeki balık arasında ‘’ile’’ kadar bağ vardır. O yataklarda yatan her bir Sisifos kendi akvaryumunda dönüp durmakla cezalandırılmıştır. Kendi benliğimi yaptığım küçük bir kâğıt geminin içine mahkûm edip akvaryumun içine bıraktığımda olacaklar kadar ediyorum şu hayatta. Sisifosların solunum cihazlarından çıkan sesler kâğıt geminin düdüğü gibi dolanıyor edimsel çevrçevemde. Yüzmeyi bilen bir balıkla suyun kaldırma kuvvetine kendini bırakmış bir kâğıt gemiden oluşuyorum. Aynı ortamın içinde farklı yaşam şartları ile bir arada kalan bu ikisi de benim. Ne balık geminin yanına çıkabiliyor ne de gemi suyun içine dalabilir. Her ikisininde sonu olacak şeyin farkında olarak ayakta kalmayı başarıyorlar. Aynada gördüğüm şey ise sadece bir akvaryum.
Kendi nefesi bittiği halde beynindeki kağıt gemiler yüzer halde olduğundan suyun içindeki Sisifoslara o kayayı taşıtmaya devam etmek iyilikmiş gibi duruyor ilk bakışta. İşte bu sadece aynadaki yansıma kadar gerçek bir kavrayış. Ancak ‘’bir yemin ettim ki dönemem’’ diyen beyaz önlük o nefesin sorumluluğunu almak istemiyor. Alamaz! Bu, aslında Sisifoslara değil de kendine yaptığı bir iyilik değil mi? Sadece kendisi kadar gücü olan bir kağıt gemiye bir nefesin kayasını yüklerseniz geminin akıbetini kestirmek zor olmaz. Gemiler böyle yapmaz.
Okuyucu kaygısı taşımadan yazmanın bol küfürlü ve erotik içerikli yazılar yazmak olduğunu sanmak kadar sığ açılımları var bazılarının. Düşünerek batıracağınız kağıt gemilerden korkmayın demek isterdim onlara. Ölmek dediğin nedir ki?
Mesela;
Kırmızı bir akvaryum balığı ile kağıt geminin suyun içinde sevişemiyor olmalarına üzülebilirdi okuyucu. Dramın dibi! Kavuşamayan iki ayrı dünya varlığının içsel yolcuğundan geçerken kırmızı noktalı sahnelere temas ederek çarpıcı bir sone yaratabilirdim yazarken. Kaldı ki o imkansız aşk benden sorulur…
Balık:
- Beni güçlü kollarınla güvertene taşıyabilseydin keşke. Ah! Gemi, dokunuşlarının pullarımdan geçip tenime değeceği anı düşledikçe yüzgeçlerimin daha bir kızardığını hissediyorum. Aşkımı bedenimden sana sunarken içinde yüzdüğüm sunaktan beni kana kana içişini düşlüyorum. Sen bedenimi şehvetinle sararken kamasutrayı suya yansıtmak istiyorum. Seni öyle öpmek istiyorum ki tenimdeki tüm arzunun ağzının içinde gezinen dilimle libidonu şaha kaldıracak hormonsal çağlayanlarla birbirimize karışmak, baştan çıkmış karşı konulamaz erkini bedenime ekmeni istiyorum.
(. Iyıggghh bu ne? Yahu bu geminin kolları mı varmış? Balığın yaşamın kurallarına aykırı bir cesaretle dillendirdiği sevişme çağrısı emin olun ki içten ve gerçek bile olsa balığı toplumsal bir basitliğe indirgeyecektir)
Gemi:
- Sen suyu fazla kaçırmışsın. Dikkat et çarpmasın bak.
( Böyle bir gemi gördünüz mü? Fırsatları değerlendirmek konusunda bu kadar ketum olduklarını düşünmüyorum.)
Birbiri ile uygunsuz düşen bir anlatım biçimi ile yazılmış bu yazıda aslında arananın hep aynı şey olduğunu fark edenler bir adım öne çıksın. Hayata anlam kattığını sandığımız her şey birer yük. Sevgi gibi… Birine derinden bağlanmak (bu hangi anlamda olursa olsun) bizi bir yük taşıyıcıya çevirecektir. Yeme, içme, giyinme, seks ihtiyaçlarının tamamı hepsi birer yük iken düşünmenin insan ruhuna bu kadar ağır geldiğini görmek ‘’bir intihar nedeni’’ sayılmalıdır. Kendi vahşi varlığımızı kabul edemeyip evirip çevirip dönüştürdüğümüz ‘’insan’’ kalıplarımızla ağır yükler altında ezilerek yaşıyoruz. Oysa sahip olmaya çalıştığımız herşey bir simülasyon verisi. Gördüğümüz, hissettiğimiz ve dokunduğumuz tüm şeylerin gerçek olduğuna inanmak kolaycılığı ile boşuna yaşıyoruz.
Kulaklıkla dinlediğim şiiri yoğun bakım Sisifosuna dinletmek neyi değiştirecek mesela. Bunu yapmıştım.
‘’Farkında değilseniz hâlâ, öğrenin artık:
Yaşam an’lardan oluşur, sadece anlardan, ŞİMDİ’yi yakalayın.
Yanında termometresi, bir şişe suyu, şemsiyesi
ve paraşütsüz yerinden kıpırdamayan bir insandım ben.
Ama yeni baştan yaşayabilseydim eğer,
yüksüz, iyice hafiflemiş olarak çıkardım yolculuklara.
İlkbahara yalınayak girer, sonbahara dek unuturdum ayakkabıyı.
Hiç bilinmeyen yolları keşfeder, tadına varırdım günışığının,
Çocuklarla daha çok oynardım, yeniden bir şansım olsaydı eğer…’’
Böyle demiş Borges 85’inde… Aradaki bağın mükemmelliği o gün spontan olarak yaptığım bir hareketin aslında o balık için anlamsız olduğunu bugün anlamış olmamdan çok daha sade. Defalarca aynı yataklarda o ‘’son nefeslerin’’ verildiğini görmüş olmak bana ölüm hakkında bir deneyim kazandırmış değil. Bana özel bir referansla karşıma çıkacak bir durumu sürprizsiz hale getirmek istemek delilik mi realite mi?
Felsefenin dibe vurumculuk ilkesi olmadığına göre intiharın süslü sebeplere bağlanması gerekirdi. Bu düz mantıkla asla kuramların sırrına erilemez. Bir balığın sevişmesini hayal etmek bile daha az basit bir düş dünyası gerektirir. Düşlerin beyinsel kodlanmaya bağlı olduğunu söyleyen bilim abilerine de yalancı diyenler çıkıyor elbette. Tamamen metoforik anlamlar yükleyebilir ya da dinsel çıkarımlar yapabilirsiniz. Ancak bence düşler sadece bizim içsel gerçekliğimizin aynasıdır. Ayna diyorum bak vurgu burada. İlk başta aynadan beklenen ile onun bize sunduğu hakkında yazdıklarımı yeniden yazdırtamaz bana kimse.
Kestirmeden bir yolculuk ile ‘’kendinizi ancak kendiniz tanıyabilirsiniz’’ cümlesinin kısa açılımını yapmaya çalıştım. İnsanların kemikleşmiş değerlerinden ve yargılarından sıyrılmasını esas alarak felsefenin karmaşık bir yol olmayacağının görülmesini istedim.
Olmuş mu?
Deniz…
YORUMLAR
Değerli Defter ailesi;
Yazdığım yazılarda her görüşten insanların yorum bırakıp özgürce fikirlerini dile getiriyor olmasından duyduğum mutluluğu sizlerle paylaşmak istiyorum. Yaptığınız birbirinden güzel,anlamlı yorumlarınız ile yazılarıma verdiğiniz önem için çok teşekkür ederim. Bazen yorumlara cevap veremediğim için kırılan,üzülen arkadaşlarım bilsinler ki sadece vakitsizlikten oluyor her şey.
Burada bazen sakin, bazen fırtınalı,bazen ağzı bozuk hallerimin hepsine rağmen beni sevmeye devam ettiğiniz için de çok teşekkür ederim. Şimdi bunları neden yazdım bilmiyorum ama her zaman olduğu gibi içimden geçeni düşünmeden,planlamadan yazıyorum işte. Bana tahammül etmek bazen zor oluyordur sanırım :))
Uzun lafın kısası bu yazımda yaptığınız yorumlardan, içeriklerdeki samimiyetten oldukça etkilendim. Son zamanlarda hep böyle yorumlar bırakıyor olmanız beni oldukça duygulandırıyor.
Bana tahammül edip sevmeye devam ettiğiniz için başta yöneticimiz Ansızın'a, tüm değerli arkadaşlarıma çok teşekkür ederim.
Sevgilerimle...
;
seth
Den(iz)
:)))))
seth | ahmet tan 28 Ocak 2019 Pazartesi 19:19:37
ben bi ara "keşke hiç tanımasaydım bu lanet adamı dedim mi?
evet tam olarakta böyle dedim belki başka şeyler de söylemiş olabilirim, ** falan hafif kalırdı galiba.
sanırım hayatın şu çarkları yaşadığımız süreç zorluyor bizi bu duruma. normalde kendimle ilgilenmek yerine elimde tuzluk sağa sola koşardım ve o tuzluk bir yerime monte olurdu en sonunda.
kendimi tanıma semptomlarım var artık ve kendim taklidi yapabiliyorlar ve bu semptomların kendim sanmaktan vazgeçip artakalanı tanımlayabilir de benimseyebilirse kendi kendimi suçlamaktan, azarlamaktan, beğenmemekten yada ne **sın demekten vazgeçip tanımaya başlayabileceğime kanaat getirdim, zira ben her zaman bu döngüsel semptomlarda neden sonuç ilişkisi doğrultusunda hep kendimi suçlarken bu tanıma sürecinde zaman ilerledikçe hatta bu anasını sattığımın zamanı o kadar geçmişki hala kendimi tanıdıkça kendimle barışmaya ve de hatta daha da ileri giderek belki birgün kendimi sevebilirim diye düşünmüyor değilim.
tabiki descartes in bilime uyguladığı kuşkuculuğu önüme bir nebze hedef koymadım denemez, bunun için bütün kutsal değerlerimizi önce yok sayarak başlamalıydım işe, kişisel değer saydığımız bu şeylerin toplumun bize dayattığı sahte nitelikler olduğundan yola çıkarak örneğin soyut ahlak kurallarini ele alalım namus, iyilik,iş ahlakı gibi her toplumun için genel geçerliliği olan temel dayanaklar ve bu kurallara her toplumda uyulması gerektiği öğretilmiştir bizlere. biz ancak kendi özlediğimiz toplumda uymalıyız bu kurallara.onlar ise şartlar ne olursa olsun toplumu ayakta tutmak için bizi soyut kavramlarla uyutmaya devam edecekler nasılsa, yada onlar dediğimiz içlerimizden onlarcası.
ya dur bakayım sen bu yazdıklarınla bana ** mı dedirttin kendime.
yada en başa dönelim tanımıyorum bahsettiğiniz bu şahsı.,,
[Etkili yorum olarak seç] Etkili yorum nedir?
[ Cevap yaz ]
Düşündüğü her şeyi gerçek kılmalıdır insan.
Bu sebeple kutluyorum seni sevgili Deniz. Çünkü en beğendiğim yanın kendine özgü düşüncelerini özgürce kaleme alıyor olman takdire şayan bir durum.
Mükemmel ve birazda beyin fırtınasına itip, düşünmeye sevk eden harikulade bir yazıydı.
Sevgilerimle
Dilek USTA tarafından 1/30/2019 3:01:44 AM zamanında düzenlenmiştir.
Sevgili Deniz Hanım.
Öncelikle güne gelen yazınızı gönülden kutlarım.
Dün gece ve tekrarını gün içinde okuduğum bu derinlikli yazınıza yorum yapacak fırsatı ancak bulabildim.
1937-38 yıllarında Polonya'nın kültür ve sanat merkezi olan Varşova şehrinde yaşayan, zengin ve seçkin Yahudiler oldukça sükseli ve gösterişli bir hayat sürdürüyorlardı. Ortalama hayat süren Yahudiler de Almanya da tuhaf şeylerin olduğunu ve birtakım hazırlıklar yapıldığını çığlık çığlığa Varşova’daki seçkin Yahudilere duyurmaya çalışıyorlardı. Bu uyarılara aldırış etmeyen zengin Yahudiler paralarının gücüne inanıyor kulaklarına gelen birtakım duyumları veya uyarıları da kulak arkası yapıp balolarda davetlerde marjinal düzeyde şatafatlı hayatlarını yaşamaya devam ediyorlardı. Kendini çok bilgili sanan yazar çizer takımı Yahudiler ise felsefe yapıp entelektüel yazılar yazıyor duyduklarının hezeyandan başka bir şey olmadığını iddia ediyorlardı. Nihayetinde 1938 yılının sonlarına doğru Nazilerin ayak sesleri tüm Avrupayı titretip tehdit etmeye başlamıştı.
1939 yılının eylül ayına gelindiğinde ise artık her şey için çok geç kalınmıştı. Çünkü tüm Varşova Nazilerin kuşatması altındaydı.
Yıllar sonra toplama kaplarında katledilen Yahudilerden birinin günlüğüne ulaşıldığında o günlükte şu sözler yazıyordu.
‘’ Duvarlar örülüp gettolar oluşturulurken bile umursamaz bir hayat yaşayan biz Polonyalı Yahudiler tüm uyarılara rağmen yaşam tarzımızdan ödün vermedik. Es es subayları ev ev dolaşıp Yahudileri toplarken hiçbir şeyler yapmadık sesimizi bile çıkarmadık. Ve bir gün bizi deportasyon (toplama kamplarına götürülüş) için almaya geldiklerinde bir şeyin farkına vardık ki, etrafımızda bizim için bir şeyler yapacak ses çıkaracak hiç kimse kalmamıştı. Ve o gün anlamıştık ki bizleri uyarmaya çalışan geleceği gelmeden gören insanlar. Bizlere korkacak bir şey yok biz zengin ve nüfusluyuz diyerek üzerimize gaflet örtüsü sermiş insanlardan, daha iyilermiş''.
Bu anekdot beni çok etkilemişti. Yılar önce öğrendiğim bu hikaye doğru mudur değil midir bilmem ama bilinen bir gerçek var ki Treblinka' toplama kampında çok acı trajediler yaşandı.
Galiba bende bu yorumum da gereksiz felsefenin bazen karmaşıklıklara ve gaflete yol açabileceğini göstermek istedim.
Olmuş mu demeyeceğim olsa da yazdım olmasa da…:)
Saygı ve sevgilerimle.
Hayat aldığımız nefeslerin değil,nefesimizi tuttuğumuz anların toplamıdır. Insanlar kompleks bir yapıya sahip olduğundan ve beslendikleri çevre,kültür,ahlâk,töre....vs.farklı olduğundan dolayı herkesin doğrusu yanlışı,iyisi kötüsü gibi değerleride çok farklı. Bu yüzden ne mutlak doğru ne de mutlak yanlış vardır. Kimse sınanmadığı günahın masumu değildir. Yazınızı beğendim. Gayet güzel olmuş.Yüreginize sağlık.
er ya da geç ama illa ki önce kendimizi hazır hissetmeliyiz kendimizle tanışmak ve anlamak için eğer üç beş daha nefesimizde kaldıysa belki arkadaş hatta sırdaş bile olabilmek için kendimizle..
su çekilmediği sürece aşklarından balıklar asla karaya vurmaz...
yazdıkça güzelleşiyorsun toprağım...
Merhaba Yazar
Albert Camus'nun Sisyphos efsanesini yorumladığı the myth of sisyphus adlı eserinde
"insan, anlamsızlığına ve tüm baskılarına karşın yaşamı yenmek zorundadır."
Diyerek aslında sisyphos’un yenilgisinden mi yoksa zaferinden mi bahsediyor diye sormuşumdur hep kendime
Homeros'un "insanların en iyi düşüneni" olarak adlandırdığı Sisyphos düşünmenin ızdırabını mı çekiyordu yoksa düşünmenin suç ve ağır bir yük olduğu her dönemde
Ares’in hırsızlığı Zeus’un ahlaksızlığı derken "belki de bu dünya başka bir dünyanın cehennemidir."
Kim bilir bir döngüye teslim olmak ya da olmamak gibi mutluluk ve öfke gibi sevgi ve nefret
Shakespeare ‘olmak ya da olmamak’ vurgusunu buradan alırken hayat ve yaşam arasındaki çizgiyi çizer aslında
Ölüm bitmeyecek sanılan yaşamın ironisidir dersek gerçi ne ironidir çok tartışılır bu karmaşa da kelimelere anlam yüklemek ölçüsü belki
Aslolan insan ve insana dair değerler ve kişiler ise bunlar için değer mi peki?
Uğrunda ölemeyeceğin şey için yaşamaya değmez denir de ne için yaşamalı insan kim için ya da ve nasıl?
Aslında en doğru tespiti Albert Camus yapıyor gibi Sisyphos’un kişiliğini tanımlarken:
"Sisyphos korkunç bir umutsuzluğu ve anlamsızlığı bilinçli olarak yaşayan, insan bir kahramandır. Sisyphos insan yaşamının anlamsızlığı ve umutsuzluğu içinde insan onurunu, dış etkenlerin ve koşulların dayanılmaz baskılarına ve acılarına rağmen, olağanüstü cesur bir direnişle korur ve savunur. Sisyphos umutsuzluğu ve anlamsızlığı bilinç gücüyle umursamayan ve alt eden bir kahramandır. Tanrılar insan Sisyphos'u yenememişlerdir."
Evet Sisyphos umudun ve direncin sembolüdür
Çok güzel bir yazı idi teşekkürler Sayın Yazar
Saygı ve esenlik dileğimle.
Elbruz.
(Hilde'nin babaannesinin aynasından bakmak isterdim bana)
Aynalar aksini akseder... Kendime değil de bana bakarken gördüğüm ben, benden çok kendimi yansıtıyor.
Kendimi karşıma alıp derinlerime inemeyecek olmamın gerçekliği ise benim bana benzemediğim şüphesini doğuruyor. 'Şüphe' diyorum, zira; ne zaman 'ben' desem 'ben'i kendimle karıştırıyorum. Daldıkça derinlere, yukarıda gezinen geminin yükü, dibe vuruyor. O ağırlık yüklendikçe, su yüzüne çıkıyor içimdeki kendim Taa derinlerden suyun yüzünü akseden 'ben' kendim oluyorum aksimde.
Olmuş olmuş. ;)
Sevgiler.
Sık sık yaşananları gözlemek, ya da sınırda gezinenlere şahit olmak, aslında bir kereliğe mahsus olduğu için 'çok özel' kavramına girse de sıradanlaşabiliyor demek ki. Ölüm gibi!...
Ardından da o ana kadarki süreç farklı bir bakış açısıyla sorgulanabiliyor.
Düşündüren bir yazıydı, kutlarım Deniz.
Sevgilerimle.
ben bi ara "keşke hiç tanımasaydım bu lanet adamı dedim mi?
evet tam olarakta böyle dedim belki başka şeyler de söylemiş olabilirim, ** falan hafif kalırdı galiba.
sanırım hayatın şu çarkları yaşadığımız süreç zorluyor bizi bu duruma. normalde kendimle ilgilenmek yerine elimde tuzluk sağa sola koşardım ve o tuzluk bir yerime monte olurdu en sonunda.
kendimi tanıma semptomlarım var artık ve kendim taklidi yapabiliyorlar ve bu semptomların kendim sanmaktan vazgeçip artakalanı tanımlayabilir de benimseyebilirse kendi kendimi suçlamaktan, azarlamaktan, beğenmemekten yada ne **sın demekten vazgeçip tanımaya başlayabileceğime kanaat getirdim, zira ben her zaman bu döngüsel semptomlarda neden sonuç ilişkisi doğrultusunda hep kendimi suçlarken bu tanıma sürecinde zaman ilerledikçe hatta bu anasını sattığımın zamanı o kadar geçmişki hala kendimi tanıdıkça kendimle barışmaya ve de hatta daha da ileri giderek belki birgün kendimi sevebilirim diye düşünmüyor değilim.
tabiki descartes in bilime uyguladığı kuşkuculuğu önüme bir nebze hedef koymadım denemez, bunun için bütün kutsal değerlerimizi önce yok sayarak başlamalıydım işe, kişisel değer saydığımız bu şeylerin toplumun bize dayattığı sahte nitelikler olduğundan yola çıkarak örneğin soyut ahlak kurallarini ele alalım namus, iyilik,iş ahlakı gibi her toplumun için genel geçerliliği olan temel dayanaklar ve bu kurallara her toplumda uyulması gerektiği öğretilmiştir bizlere. biz ancak kendi özlediğimiz toplumda uymalıyız bu kurallara.onlar ise şartlar ne olursa olsun toplumu ayakta tutmak için bizi soyut kavramlarla uyutmaya devam edecekler nasılsa, yada onlar dediğimiz içlerimizden onlarcası.
ya dur bakayım sen bu yazdıklarınla bana ** mı dedirttin kendime.
yada en başa dönelim tanımıyorum bahsettiğiniz bu şahsı.,,
Den(iz)
:)))))
Severim Ben Seni Candan İçeri
Severim ben seni candan içeri
Yolum vardir bu erkandan içeri
Beni bende deme bende degilim
Bir ben vardir bende benden içeri
Nereye bakar isem dopdolusun
Seni nere koyam benden içeri
O bir dilberdurur yoktur nişani
Nişan olur mu nişandan içeri
Beni sorma bana bende degilim
Suretim boş yürür dondan içeri
Beni benden alana ermez elim
Kadem kim basa sultandan içeri
Tecelliden nasib erdi kimine
Kiminin maksûdu bundan içeri
Kime didar gününden şu'le degse
Onun şu'lesi var günden içeri
Senin aşkin beni benden aliptir
Ne şirin dert bu dermandan içeri
Şeriat, tarikat yoldur varana
Hakikat, marifet andan içeri
Süleyman kuş dilin bilir dediler
Süleyman var Süleyman'dan içeri
Unuttum din diyânet kaldi bende
Bu ne mezhebdürür dinden içeri
Dinin terkedenin küfürdür işi
Bu ne küfürdür imandan içeri
Geçer iken Yunus şeş oldu dosta
Ki kaldi kapida andan içeri
Yunus Emre
OLMUŞ MU DEMEK DE NE DEMEK
YUNUS EMRE YILLAR ÖNCE OLDURMUŞ BİLEM;))
ÇOK GÜZELDİ YAZI... ÇOK SEVDİM BENDEN İÇERİ;) SEVGİLER SAYGILAR HÜRMETLER SUNARIM DENİZ HANIM
Böyle kalemler sanki kalem kutusuna sivri uçları yukarı gelecek biçimde konulmuştur. Yeterince eğilmek sorun olmaz. Fakat dahası, sivri ucun göz bebekleri işaretlemesi olacaktır. Kelimelerin ciddi biçimde iyi seçilmeleri gerekir. Şimdi bir seçim yaptığımdan, kelimelerini ciddi biçimde iyi seçebilen biri de olduğumu düşündürtmek istediğim sonucuna varılabilir. Ancak böyle yazıları okuduktan sonraki yazma söyleme isteğim, tüm o nasıl düşünülür acabaları örtüyor. Öncelikle, bedenin ruhtan hiç hoşlanmadığı kanısındayım. Çünkü o gidecek, pek çok inanışa göre ruh kalacak. Bu nedenledir ki beden, ruha varlığı boyunca türlü eziyeti reva görecektir. Onun istediklerini yapması için geliştirdiği son derece etkili ikna yöntemleriyle, ruha alanlar açacak, onunla adeta eğlenceli vakitler geçirecektir. Sonra? Sonrasını beden ruhtan daha iyi bilmektedir. Eskiden kendisi gibi varlıkların arasında yer edinmişlerin yakınlarından geçerken hissettikleri dayanılmaz acılar getirmektedir bedene. Açıkta ve güneşte bırakılırsa olacakları düşündüğünde deliye dönmektedir. O en güzel, varlıkların içindeki nefes almayı en hak eden, en iyi yemişlerden yemeye ve içkilerin en kıvamlısını içmeye layık olan iken, nasıl çıkıverecektir içinde bulunduğu varlıklar dünyasından? Bir de geride kalıp yaşamını sürdürmeye devam edecek olan şu ruh. Onun karşısındaki hükmü nedir ki? Kelimeler çizgiler duygular bu ve pek çok başka soyut şeyi isteyip durmuştur ruh. Beden gibi akılcı davranamamış, erdemlerden dem vurmuştur yaşadığı ömür boyunca. Ne kadarını ele geçirdiğiyle orantılı da olsa her ruh, en azından çocukluk dönemini sade, bedenin isteklerini yerine getirmekte tereddütsüz olsa da masum geçirmiştir. Eğer yeterince yaşlanırsa, bedeninin hiçbir isteği için yerinden kımıldayamayacağı bir zaman da gelecektir. O zaman ruh bedene iyice yük olacak, beden de bu yükü taşımak yerine ruhtan kurtulmayı seçecek, kendi sonunu hazırlayacaktır bir bakıma. Sonrası işte o hayallerdeki düş bahçesi mi yoksa yangın evlerinden oluşan kayıp kent mi bilinmez. Ruh ve beden aynı aynaya gülümser de, kim o gülümseyişte ne kadar vardır bilinmez...