- 569 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AGORA MEYHANESİ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Evlerimiz de ikiz gibi yolun başında bir kale duvarının burçlarıydı. Evimizin dış yüzeyi çiğit mavisi komşumuzun duvarları ise nar kırmızısı rengindeydi. Yer yer boyasının akması, kırmızı harman tuğlalı evlerimizin kardeşliğini bozmuyordu. Yıllardır birbirine dayanak olmuş bu duvarlar sürüp giden yaşantılarımızın da tanıklarıydı.
Isı ve soğuk için bir izolasyon sağlasa da bu ara bölmeler -tahta üzerine horasan sıva tekniği kullanıldığından- çocuğun her hırıldamasına uyudum, uyandım. Her öksürmesinde ağladıkça da yatakta bir o yana bir bu yana dolanıp durdum. Tüm komşular benzer anlamda sorunlar yaşadığından kimsenin kimseye mahanası olmuyordu.
Sabaha doğru uykum iyice bastırdı. Bu kez Kethüda Cami müezzinin o detone sesiyle ayaktaydım. Bizimkileri bu saatte uyandırmak istemediğimden elli yıllık meşeden merdivenleri daha bir dikkatli indim. Ancak ne mümkün! Her adım attığımda ayağımın altından çıkan o patır kütür sesine engel olamadım. Mutfağı, bodrum kattan giriş kata almış, alt katları da banyo tuvalet, bir bölümünü de kiler olarak kullanmaya başlamıştık. Hemencecik buzdolabından otlu peyniri ekmek arası yapıp ılık sütle çarçabuk yedim. Çocuğu iyice merak etmiştim. Sabahın köründe dayandım komşunun kapısına. Pirinçten yapılmış el tokmağını hızlıca vurdum. Fatma abla telaşla açtı. Beni karşısında görünce; daha ben sormadan “Sorma Menekşe, bir karın ağrısı ki sabahı zor ettik. Şimdi daha iyi ama.” dedi.
“Ablam yapmayın, etmeyin çocuğu hemen doktora götürün.” muhabbeti üzerinden onları ikna etmeye çalışarak evden ayrıldım. Çıktığımda güneşin ilk ışıkları yollara çoktan düşmüş her taraf daha bir belirginleşmeye başlamıştı. Vira diyerek düştüm çocukluğumun yollarına.
Adı üstünde ‘Dar Sokak’a girdim. Burayı motorlu araçlar tercih etmediğinden çocukluğumuzdan beri yaya yolu gibi kullanırdık. Çoğunluğu iki kattan oluşan kerpiç ve kargir evler tarih kokuyordu. Sokağa girdiğimde Arnavut kaldırımı taşların bir kısmı yerinden sür sökün etmiş; bir kısmı kenarlara bırakılmış; bir kısmı da futbolun kale duvarları için üst üste konulmuştu. Bugün binaları birbirine bağlayan çamaşır iplerinin konuğu, sığırcık kuşlarıydı. Her biri bir notanın sesi gibi duruyordu oracıkta. Şef henüz başla demediğinden hazırlıklarını tamamlayamadıklarını anladım.
Evler birbirlerine bir ip uzunluğundaydı. Yüksek duvarların arkasında kilisenin kulesi zar zor görünüyordu. Eskiden duvarlar bu kadar yüksek değildi. Sorunlar çoğaldıkça azınlıkların duvarları da o denli yükselmeye mi başladı ne! Çan kule şimdi eğreti gibi duruyor orada. İçimden çanın ipini çekip “Haydin sabah oldu uyanın.” demek geldi ki birileri benden önce davrandı. Çan sesi yayıldı her yana. Çocukluğumuzdaki duvarlarda deniz ve martı resimlerinin olduğu yerlerde şimdi ‘Ya sev ya terk et’ yazısının siyah boyaları, o düşünceler gibi dağılarak aşağıya inmişti.
Birkaç kedi hızla geçti önümden. Dar cepheli iki, üç katlı cumba çıkmalı evlerin hemen ötesinden kapısı kırılmış sarı boyaları dökülmüş evin avlusuna daldı. O an, şaşkınlığım görülmeye değerdi. Çantama daha sıkıca sarıldım birden. Ondan güç almak için mi yoksa onu sahiplenmek için miydi bilemedim, hızlandım. Ve çocukluğumuzun kırtasiyecisi işte, orada! Dışarıdaki tek değişiklik, yanıp sönen “Ümit Kırtasiye” panosu. Çevre tam aydınlanmadığından bu ışık fümesi zenginleştirmiş ortamı. Ne de güzel görünüyor. Kapı kapalı. Önünden geçerken Yasef Amca’yı düşündüm. Tütün içerdi. İçerisi kitaptan çok tütün kokusuyla dolardı. Babam, dayımın her seyahatinden getirdiği kaçak tütünlerden paket yaparak benimle, ona hediye gönderirdi. Birbirlerini bir başka severlerdi ikisi. Bu duygularla başım arkaya dönük geçtim kapının önünden. Şimdi daha da hızlandım. Nihayetinde turistik geziye değil işe gidiyordum. Köşeyi dönünce Yasef Amca’nın eşi Renie Teyze ile göz göze geldik. Ayaküstü, “Kırtasiyeyi açmaya gidiyorum. Amcan uzun süredir evde yatıyor, iş başa düştü,” dedi.
“Geçmiş olsun teyzem. Yapacağımız bir şey var mı?”
“Yok, yok Levent şimdi yanında, ilgileniyor.” dedi.
Adı aslında Levon’du ama biz ona hep Levent diyorduk. Birdenbire heyecan bastı. “Ya öyle mi! Ne zaman geldi ki teyzem. Görüşme olanağımız olur mu acaba? Gelmişken görseydim keşke,” dedim.
Bunun üzerine Renie Teyze “Kızım, şimdi onu arar söylerim. Sen ne zaman uygun olursan gel. Nasılsa şimdilik daha buralarda.” dedi. Ellerim terledi, bacaklarım beni geri geri götürmeye başladı. Bu da nereden çıkmıştı? İşe geç kalabileceğimin telaşı Levon’un heyecanına karıştı. İkamet ettiğim yerden işyerine oturarak gitmem olanaksız. Serviste yok. Bu semti, başka bir semtten ayıran caddeden uzaklaşırken, kafamda Levent’in hissiyatıyla deniz kokan durağa kestirmeden ulaştım. Duraktaki insanlar tanıdık değildi ama hep gördüğüm insanlardı. Sanki yüzlerinde hoş bir gülümsemeleri mi vardı?
Bu kez daha erken vardım işyerine. Kafamda Levent’in gelişi. Kaç zaman olmuş, köprülerin altından ne kadar sular akmış bırakmıştım hesabını. Onu sadece beğenmiş miydim yoksa âşık mıydım? İtiraf edememiştim kendime. Hangisi? Ama şunu iyi biliyordum ki o çocukluk aşkımdı. Halen yüreğim böyle çarpıyorsa. Neyse bir zaman sonra o kendi hayatının içinde aktı, ben onun bıraktığı aynı mahallemin içinden bu basık evlerde baskın hayatların içerisinde kalakaldım. 15 yıl olmuştu.
Ben ömrüme hiçbir şeyi sığdıramamıştım. Onun da ömrüne neler sığdırdığını bilmiyordum. Ancak uzaktan uzağa arada onun neler yaptığını soruşturuyordum. En son öğrendiğime göre büyük bir kentte adına yakışır hatırlı bir tasarım ve peyzaj firmasında iç tasarımcı olarak çalışıyordu. Hayallerimde hep o lise son sınıftaki hali var. Kapkara kaşları ve hep gülen o güzel yüzü. Ne çok değişmiştir şimdi.
Akşama kadar nasıl bekleyeceğim. Öğleyi bile zor ettim. Hemen yarım gün izin alarak çıktım işyerinden. Eve gelmeden çarşıdan üstüme başıma bir şeyler aldım yeni alışkanlığım kredi kartıyla. Maviyi severdi. Ağzında hep ‘Mavilim mavişelim,’ adlı türkü ya da “Maviye maviye çalardı gözleri” şiirini pelesenk etmişti. Of! Bugün onu ne çok düşündüm. Bu yeni kıyafet ile onun dikkatini mi çekmek istiyorum. Öyle de görünüyor sanki.
Zili çaldım. Kim o demeden kapı aralandı. Annem beni karşısında görünce şaşkına döndü. Arkama bakarak yanımda birisi mi var anlamaya çalıştı. Sonra “Kızım yoksa seni işten mi attılar?” dedi.
“He ana! İşten attılar. Yahu senin aklına hiç güzel şeyler gelmez mi?” dediğimde ağzımdan bir ok gibi çıkan bu abartılı ses tonuma ve tavrıma kendim bile şaştım.
Annem şaşkınca “Ne dedim ki kızım şunun şurasında? Ben en kötüsünü düşüneyim de iyisi gelince de sevinirim.” dedi. Elimdeki çantaları görünce ise “Bize sürpriz yapacaksın sanırım. Akşam bir kısmetlin mi geliyor yoksa cadı?” dedi.
Bende alaycı bir gülümseme ile “Annem, yollara dökmüşler ya, onları toplayıp da geldim.” dedikten sonra hızla odama geçtim ve üstümü yeni aldığım elbiselerle değiştirdim. Gök mavisine dönmüştüm adeta. Yalnız bir güneşim eksikti.
Annemin beni merakla beklediğini de biliyordum. Gelişimle ilgili daha ikna olmamıştı. Mutlaka öğrenecekti. Odadan çıktığımda beni iki eli belinde bekliyordu. Eşarbının bağlarını göğsüne doğru bırakmış, saçları omzuna dökülmüştü.
“Ooo! Bu ne kızım böyle masmavi olmuşsun. Bari saçlarını da o renge boyatsaydın da tam olsaydı. Madem erken geldin babana uğra da taze balık al. Sonra bizim manava uğra salata yapacak şeyleri al, gel.” dedi.
Annemin söyledikleri kulağımda, kapıdan arkama bakmadan çıktım. En son babaannesinin ölümünde gelmişti. O üzüntü içinde bakamamıştım ona. O da zaten perperişan haldeydi. Şimdi onunla karşılaşmak yeniden…
Olanağım olursa bu kez konuşacağım. Kesin kararlıyım. Bu düşünceler içinde kendimi “Ümit Kırtasiye”nin önünde buldum. Renie Teyze beni görünce bayağı afalladı. “Kızım ne bu hal? Düğün değil, seyran değil bu çıtkırıldım halinde nereden çıktı? Bildiğim kadarıyla senin bu saatte işte olman gerekmiyor mu? Gel, gel otur şuraya. Şu çocukları bir göndereyim de konuşalım seninle” dedi.
Eteklerim zil çalıyordu. Çevreme bakıyor ama görüyor muydum bilmiyordum. İlk fark ettiğim dükkânın eskisi gibi tütün kokmadığıydı. İçerdeki gül kokusu burnuma kadar geldi. Kırtasiyeden çok oyuncakçı yerine dönmüş burası. Kitaplar, defterler azalmış onların yerine çocuklara eğlencelik oyuncaklar doldurmuştu her yanı. Köşede beş on kitap sanki sıkışmış can çekişiyor, buraya yabancı gibi duruyorlardı. En son aldığım “Yol Arkadaşım” adlı kitap aklımda.
Renie Teyze yüzüme bir daha baktı sanki uzun zaman unutmuş gibi inceliyordu. “Nerede kalmıştık? Ortalık sakinleşti. Levent’i arayayım gelsin.” dedi. Bense sadece “Sevinirim.” diyebildim gözlerim yerdeki aşınmış zemine kayarken.
Levent üzerinde siyah bir tişört, altında mavi jeansı, gözlerinde güneş gözlükleriyle girdi içeri. Annesi benim burada olduğumu söylemese belki tanımayacaktı. Çok zaman geçti, eski Menekşe’nin yerinde yerler esiyordu.
Hoşbeşten sonra “Ne dersin, bu akşam Agora Meyhanesi’ne gidip dertleşelim mi?” dedi.
Semtimizde adını duyduğum ve önünden hep geçtiğim bu mekâna nedense hiç girememiştim. Ama namı kulağıma gelirdi. Şamatasız ve olaysız gün geçmezdi orada. Demek ki kısmet bugüneymiş. Teklifine tereddütsüz “Evet” dedim. Kaptan Astrix’in torunlarından Hristo’nun orayı işlettiğini biliyordum.
Akşam buluşmak üzere oradan ayrılarak annemin siparişlerini almaya iskeleye indim. Babam, kapıda balıklara bir yandan su serpiyor bir yandan da sandalı kıyıya çeken birisine laf yetiştiriyordu. Sanırım neyinin olduğunu soruyordu. Balıkçı Hrant tabelası inmişti. Şaşkın halimle babama sordum. “Hayırdır baba tabelaya ne oldu, kaldırdınız mı yoksa?” dediğimde; canı sıkkın bir şekilde, “İt kopuk mu yok yavrum. Balığın B’si ile Hrant’ın H’sini halletmişler. Geriye kalmış “alık rant” Ne yapayım mecburen yenisini sipariş ettim.” dedi.
Babam balıkçılık yaparken Hrant Amca’ya balık verirmiş. Hrant Amca Hollanda’ya gitmeye karar verdiğinde; babama, buranın devrini almak isteyip istemediğini sormuş. Babam da tereddütsüz kabul etmiş. O gün bugündür “Balıkçı Hasan”dır burayı işleten. Güneş, altın boynuzuna kendi rengini vermiş; sandallar salına salına kıyıya yaklaşmakta ve bir gün daha geride bırakmaktaydı. Ben de tüm bu yaşanılanları arkama alarak düştüm evin yoluna. Minik kediler sokakta cirit atıyor.
Zaman nede ağır geçiyor. Bir an önce Levent’le buluşmak ve bıraktığımız yerden devam etmek istiyorum sohbetlerimize. Ve öğrenmek yaşamındaki gelişmeleri büyük bir heyecan içinde! Sabırsızlığıma ve heyecanıma rağmen anneme mutfakta yardım ediyorum. Akşam yemeğinin hazırlıkları bitmiş artık evin reisinin gelişini beklemekteyiz. Annem, bir ara salataya tuz atıp atmadığımı sordu. Bundan daha basit ne olabilirdi ki. Keşke her şey sonradan katacağımız eklemeler ile hayatımızı kolaylaştırsa ve tatlandırsa. Her şeyin ayarını verebilmek sonradan! Ne muhteşem bir şey olurdu. Oysa ayarını kaçırdığımız o tuzların yemeğin tadında bıraktığı sonuçları düşündüğümde kaçırdıklarımıza mı ertelediklerimize mi yoksa yaşayamadıklarımız mı yanayım bilemedim. Ama biliyorum ki tatlar yaşamın en güzel an(ı)larıdır. Ve ben bunu artık kaçırmak istemiyorum. Akşam yemeğini atıştırarak sofradan kalktım.
Babam “Hayırdır kuzu çok neşeli gördüm seni. Denizin mavisini de getirmişsin evin içine. Korkma yarın gök yine mavi, deniz yine mavi olacak. Hadi gel de bir öpeyim seni,” dedi. Bir kedi gibi sokuldum babama. Onun beni kucaklayışı ve öpüşünü hep çok severdim. Biraz sarılı kaldıktan sonra babama, “Babacığım eğer müsaade edersen çıkmak istiyorum. Bir randevum var.” dediğimde babam şaşkın gözlerle bana bakakaldı. Sonra ne diyeceğini sanki bilmez bir vaziyette ağzını açtı ama söyleyeceğinden de vazgeçti.
Levent’le buluşma yerimizde Ümit Kırtasiyeydi, kapatmak için beni bekliyordu. Gelmemle birlikte dükkânı kapattılar.
Sokak lambaları mahallenin ruhunu ve adını yansıtması bağlamında lale figürlü fener şeklindeydi. Ara sokakları bu kez dolunay aydınlatıyordu. Evlerin rengi daha mattı şimdi. Evlerden şangırtı ve çocuk seslerinin yanında yemek kokuları yayılmış, akıyordu. Merak ettiklerimi oturacağımız yere kadar saklamaya karar verdim.
Bu bir ilkti karşı cinsten biriyle dışarıya çıkmak. Üstüne üstlük de bir meyhaneye gitmek. İnsanların kırdıkları ve bir de kırılma noktaları vardı. Bu anlardan ikisinin kesiştiği bir nokta olmalı diye düşündüm burayı.
Başında siyah korsan şapkası gibi ama ortasında bir yıldız olan genç garson altıncı köşedeki masaya davet etti bizi. Gördüğüm kadarı ile mekân oldukça eskiydi. Adamlar buranın dokusunu korumak için bayağı çağdaş teknikleri kullanarak şirin bir yere dönüştürmüşler. Duvarlarda buraya uğramış, şarabını içmiş, tanıdık bazı yüzlerin ve bildik isimlerin fotoğraflarıyla dolu. Masamızın üstünde ‘Şarap’ üzerine yazılmış şiir dörtlükleri ve maniler var. Akıp giderken yaşam, yolu buraya düşmüşlerin satır aralarına sıkıştırdıkları duyguları, düşünceleri, dipnotları vardı; kendilerine ya da sevgililerine dair. Yazılı tarih olmuş, anlayacağınız tüm mekân.
Kiraz ayının ılıman havasında şaraplarımızla, altı köşeli bir mekânda mutluyum. Şimdi kadehlerimiz son çığlıklarında bir şarkı olup dönüyor masamızda. “Bunun yanında ne gider ki b/aşka.” dedi ilk konuşmalarında Levent.
“Gözlerinin rengi bir tabak zeytin. Gelirse buraya içinde göz beyazı dil peyniri gider bu kan kırmızısı şarapla.” dedim. Atmosfer şiirsel bir anlatımın eşiğine getirmişti bizi. İkimiz bir anda gülümsedik. Levent’in gözlerinin içine bakarken hüzünlendim. Ve başladım “ Ne kadar uzun zaman oldu Levent. Sen gittin bense kalakaldım buralarda. Biliyor musun mahallemiz şimdi yürüyor aşağılara kadar. Yıkılıyor bir bir tüm tarihi tanıklarımız. Geç mi kaldık? Yoksa zamanın tanıklığıyla her şey yolunda mı gidiyor bilmiyorum artık. Ama bir şeylerin eksik kaldığı kesin.”
…
Levent bunca geçen zamanı dinlemek için gözlerimin içine bakıyor. “Neyse, komşu Maria ablanın bir tanıdığı vasıtasıyla işe girebildim. İş dışında hayatıma giren çıkan yok. Tek tabanca devam ediyorum işte. Ya Sen?” dedim doğrulurken.
Levent “Ya sen?” sözleriyle irkildi birden. Bu son sözcük daha tonluydu. Biraz durakladı. Konuşmaya bir yerden başlayacak ama cümlelerin birikmesini bekliyor gibiydi. Elinde çatalla, peyniri bir bahçıvanın bahçeyi bellemesi gibi parçalıyordu. Canının sıkıldığı her halinden belliydi. Birden göz göze geldiğimizde tekrar “Gerçekten çok şaşırdım. Maviye olan düşkünlüğüm, aklında nasılda yer etmiş. Bugün onu anladım. Demek ki aklında kalmışım hep. Benim aklımda kalan ise senin sosyal konulara olan duyarlılığın, hassasiyetin. Ve o sohbetlerimizi hatırlar mısın? Sosyal konulara ilişkin tartışırken tarih kitaplarını sanki satır satır okur gibi anlatırdın bize. Kim neyi nasıl söylemiş, nasıl anlatmış, olmuş. Bunları çok iyi hatırlıyorum.” dedi.
Bir mahzunluk çöktü üstüme. Aklında, sadece okuduğum ve anlattığım şeyler ile kalmam düşündürücüydü. Demek ki akıllı olmak değil güzel olmak gerekiyormuş. Onun ezberini de bozamadığımı anladım. “Ya öyle mi?” dedim. Onda bıraktığım izi düşünerek. Sağıma soluma bakınmaya başladım. Sonra masadaki yazıya kaydı gözüm. “Gönlümde bütün dertlerin horon teptiği, camlara vuran her yağmur damlasında seni hatırlıyorum ve ona susuzluğumu bu gece.” yazmış buranın müdavimlerinden biri.
Garson ağır adımlarla, mezelerin yanına, elinde toprak kaplar içinde getirdiği yemekleri bıraktı. Bir anda yemeğin kokusu sardı masayı. Ben oturduğum sandalyemde bir ileri, bir geri oynayarak üstümdeki gerginliği atmaya çalışırken, Levent az önce parçaladığı peynir lokmalarını ağzına atmakla meşguldü. Ardından rakısından bir yudum aldı bardağını yavaşça masaya bıraktı. Arkada Emel Sayın’ın ‘Senede Bir Gün’ adlı şarkısı ortamı dolduruyor. Yan masamızda oturanlardan biri ona yüksek sesle eşlik ediyor. Sanki ‘Senede Bir Gün’ şarkısı hak ettiği özlemle koro halinde icra ediliyordu.
Meyhane dertleri dağıtmak için mi yoksa dertleşmek için mi vardı? Bu düşünceler içinde gel-gitler yaşıyordum. Kafamı toparlamaya çalışıyorum. Levent’e halen sormalı mıyım merak ettiklerimi acaba? Gözlerimi, gözlerinin hizasına yeniden getirdiğimde sanki hissetmiş gibi önce başını çevirdi. Sonra eliyle koca bir daire çizer gibi sakinleştirici bir ses tonuyla:
“Gördüğün şu koca bedenler, küçük küçük ruhların yuvarlanarak hayal denizimizde; bir hayalle, gerçeğe dönüşmesi halidir. Hayallerimiz, gerçeğe dönüşmek için hep yuvarlanmakta. Bizse akıntıya kürek çekerek mutluluğumuzun kapısını araladığımızı düşünüyoruz. Bakıyorsun! O kapı bir aralanıyor bir kapanıyor. Yani hayatı, deneme-yanılma yöntemleriyle yaşıyoruz, yaşıyorum. Yaşadıklarıma şans mı dersin şansızlık mı dersin bilemiyorum. Ama şunu söyleyebilirim ki şans olmadığı açık.”
Bu kez Levent, önünde yazılı bir notu okumaya başladı. ‘Burada yaşanır aşkların en madarası ve en şahanesi. Burada saçların her teline bir galon içilir, gözlerinin rengine bir şarkı seçilir. Sen bu köşeli meyhaneyi bilir misin? O seni iyi, iyi bilir, burası Agora Meyhanesi. Burası arzularını yitirmiş insanların dünyası şimdi içimde sokak fenerlerinin yalnızlığı,” dedi.
İçimden, ellerimi uzatıp ellerine dokunmak geldi. Bu kadar mı özlemiştim onu kendime itiraf edemesem de. Aradan yıllar geçmiş ve biz halen neyin hasretindeysek.
Hafif bir akşam umudunu bardağımın dibinde bırakarak elimi kadehe uzattım. Kızılcık şerbetini içer gibi diktim kafama. Yeni bir kadeh daha derken şimdi şarabın damlalarındayım.
Levent “Önemli değil canım.” derken kadehini kaldırmakta ve elini uzatmakta, elime. Bir tek iyiliğin bütün kötülüklere meydan okuduğu bu yerden, yükselen bir sesle “Hoş geldin mesut insanların dünyasına.” dedi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.