Sen de sev ama sevilme benim kadar!
Karşımda put gibi duruyordu. Yaşama dair hiçbir emare yoktu. Nefes bile aldığından şüpheliydim. Taş kesilmişti. Gözlerini sabit bir noktaya dikmişti, gözlerime bakamıyordu. Parmaklarını dahi kıpırdatamıyordu. Suçlu gibi duruyordu. Yelkenlerini indirmişti. Havlu atmıştı.
Çok sevdiğimi biliyordu. Onun tırnağına dahi zarar gelmesini istemediğimi… Ağlamasına razı olmadığımı… Acı çekmesine müsaade etmediğimi… Saçının bir telinin dahi kırılmasına, yüreğinin incinmesine asla ve asla razı olmayacağımı da biliyordu. Belki de onun canını acıtan buydu. Bana karşı mahcubiyeti çoktu. Ama her şeyi düzeltmesi için de vakit artık çok geçti.
Benim ona olan bağlılığımı, onsuz he hale düşmüşlüğümü bizatihi görmüştü. Beni yaşamıştı ama ben onu yaşayamamıştım. Onun arkasındaki duvardım, sırtını dayadığı, güvende hissettiği… Ağlayınca mendil olduğumu, hastalanınca ilaç olduğumu biliyordu. Yalnız kaldığında yanında bir tek benim olduğumu, dara düştüğünde elini uzatacağı el olduğumu… Belki de aşırı sevilmekten kaybetti. Bitmez diye düşünmüş olabilirdi. Kalp çantasında sevdalı bir keklik zannetmişti belki de beni. Ne olursa olsun gitmez! diye akletmiş de olabilirdi. Umursamazlığı bu yüzdendi. Sevmezliği, özlemezliği…
Başkası ne kadar kapatabilir boşluğunu? Ne kadar onun gibi olabilir? Nasıl sever fedakârca? Nasıl özler masumca?
O böyle durunca yanımda dut yemiş bülbül misali ben de sol yanımı yumruklayıp haykırdım bütün gücümle:
“Şurama batan ağrı neyin nesidir
Şurama saplanan sancı…”
Gözyaşlarım süzülüyordu yanaklarımdan aşağı…
Saçım sakalım hüzün içindeydi.
Kalbim delicesine çarpıyordu.
Aklım almıyordu onca şeyi.
Bir insan bu kadar sevilirken nasıl da kör olurdu?
Nasıl da taşlaşırdı?
Nasıl da başkalaşırdı böyle?
Beni anlamasını beklemiyordum.
Sevmesini de, özlemesini de.
Derdime şifa olmasını…
Teselli i yahut teskin etmesini…
Ağrı da benim, acı da, sancı da…
İlacı da benim, şifası da…
Zehri içinde olan panzehirim.
Kaburgalarımı kırarcasına yumrukluyordum sol yanımı: “Seni yaşattığım yer değil mi burası?” diye. Suçluymuş gibi yapıyordu. Seviyor gibi. Özlüyor. Gibilerini söküp attığım ve direkt sevdiğim, harbiden özlediğim kadına acıyarak baktım ilk kez. “Zorla sevmek olmaz” dedim “kadın! Ben seni içimden geldiği gibi dosdoğru ve dümdüz sevdim. Sen ise beni seviyor gibi yaptın.”
Gözlerinde yalvarma vardı.
İtiraz vardı, isyan…
Özür dileme.
Hani sökebilseydim yüreğimi göğsümden, kaburgalarımın arasından çekip alabilseydim inanın bunu yapardım o an. “Kalp taşıyoruz kadın!-” dedim “kalp!” Çaresizce susuyordu. “Sensiz koyduğum her güne bin ah ekledim ben. Bana da günah!” dedim. “Artık özgür bırakıyorum seni.
Bensizliğini ilan ediyorum senin. Kutlu olsun.”
Ayrılığın salası veriliyordu.
Bir adam çok sevdiğinden ayrılıyordu.
Bir kadın hiç sevmediği ama çok sevildiği adamı kaybediyordu.
Kadın ellerini uzattı, boşta kaldı. Gözlerini dikti gözlerime, gözlerimsiz kaldı. Bir şey diyecek oldu bana, arkamı dönüp gittim. Sözlerimsiz kaldı.
Dakikamı saat eyleyen kadın!
Ömrümü zindan…
Sen de sev ama sevilme benim kadar!
Sen de özle ama özlenme benim kadar!
YORUMLAR
Duyguların yaşandığı yoğunlukta eşleşmesi bence hiçbir zaman mümkün değil... O nedenle hep savunurum: Aşk, bir kişiliktir!..
Her zaman biri daha çok sever ve en büyük acıyı da o yaşar... Aşkın güzelliği kadar bu doğasını da kabullenmek gerekir, söylendiği kadar kolay olmasa da yaşaması!... :((
Aşk ne kadar güçlüyse beklenti de o denli büyür kendi içinde... kocaman bir boşluğa dönüştüğünde de kendiliğinden biter!.. Aşığa bütün acısını yaşatarak biter hem de...
Bu anlar yazıda çok başarılı ve yalın bir dille aktarılmış... hiçbir zaman sonsuz olmayan ve bunu bile bile aşkı yaşayan herkesin ta yüreğinde hissedeceği bir etki bırakarak...
İçtenlikle kutlarım...
Saygılarımla...