- 491 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Yaralar daha fazlası olmanın bedelidir
İçime bırakılmış bir çukur o. Kendi semamı seyretmemi sağlayan bir rasathane havuzu. Bir ayna. Rabbim beni kalbime maruz bırakıyor. Çünkü bu beni daha iyi birisi yapıyor. Onunla düştüğüm tüm tereddütler güzel. Neyin üzerinde birazcık durmuşsam, ancak onun ciğerleriyle, nefes almak için durmuşum. Kimin gözlerine takıldıysam, ancak onun ’Dur bakalım!’ deyişiyle, aynasında seyretmek için takılmışım. Yani, en açık ifadesiyle, kalbim beni durdurmuş. ’Ben’ diyecek kadar bir hayat sahibi kılmış. Akıp gitmemi engellemiş. Batıp gidenleri sevdirmemiş. Kendime özgü, yani ’benim’ diyebileceğim, bir tonlamayı gölgesinde kurmuşum. Malikim bana kalbimi bahşetmekle birimi bin eylemiş. Farkında bile olmayacağım güzelliklerin aşinası kılarak ânımı çeşitlendirmiş. Şimdi nasıl olup da yaralarımdan şikayet edebilirim? Nankörlük olmaz mı bu?
Yaralar daha fazlası olmanın bedelidir. En çok çocuklarda görürsün bunu. Bir yaşındayken annesiz adımını atmaz çocuk. Memesinden dudağını çekmez. Ancak daha fazlası olmaya başladığında, yani büyüdüğünde, bu vuslatın üzerine firak/ayrılık fıstığı serpilmeye başlar. Sineden gıdalanma vakti geçmiştir. Kaşıkla beslenir. Kucakta taşınma zamanları geçmiştir. Yerde yürütülür. Koşup boynuna sarıldığı zamanlar gerilerde kalır. Çünkü artık güçlenmiştir. Annesinin canını acıtmaktadır. İşte, bence, ilk yaralarımız o zaman açılmaya ve kanamaya başlar. Daha fazlası olmanın daha mutlu etmediğinin ilk dersi o zamanlarda saklıdır.
Bir çocuğun içindeki taşları yerine oturtmakta en çok zorlandığı dönemlerin bu dönemler olduğunu düşünüyorum. Kendi çocukluğuma bakınca da bunu böyle görüyorum. Zira taşlar en çok bu dönemde dengesizleşiyorlar. Çocuk, büyüklerinin aksine, sürekli değişen bir dengesizlik dünyasında yaşıyor. Her gün uzuyor. Her gün büyüyor. Her gün kuvvetleniyor. Her gün daha konuşkan bir hale geliyor. Ağzından bir tek kelime çıksın diye dakikalarca karşısında yalvaranlar artık daha sık ’çenesini kapamasını’ söylüyorlar. Bu çocuğa tuhaf geliyor. Bu çocuğa korkutucu geliyor. Bu değişimi çözemiyor. Kendisinin farklılaştığını düşünmüyor. O halde kesin bu dünyada bir tuhaflık var. Kaçmaya çalışıyor. Şımararak yüzleşmelerini azaltmaya çalışıyor. Yahut da ebeveynine karşı giderek artan bir mesafeye sığınmasına sebep oluyor. Bu mesafeyi neyle açacağı ise tamamen bahtına kalmış.
Bu halet-i ruhiyeyi kendi dünyamıza şöyle taşıyalım: Bir sabah kalktınız diyelim. Yerçekimi eskisinden biraz daha zayıflamış. Adım attığınızda kafanız evinizin tavanına değiyor. Su da yüz derecede değil elli derecede kaynıyor. Beylikdüzü’nün yeri değişmiş. İşyerinizin nereye taşındığını çözemiyorsunuz. Artık gözleriniz değil kulaklarınız görüyor. Koku alma işi ise dilinize devredilmiş. Burnunuzdan beslenmeniz salık veriliyor. Su susuzluğunuzu gidermiyor. Ekmek zehirli. Beslenmek için size çöptenekelerini öneriyorlar. Şaşırıyorsunuz.
İşte çocuğun, bu kadar sıradışı bir şekilde değil ama, hergün uyandığı âlem böyle birşey. Değişenlerin ortasında uyanıyor çocuk. Bir gün annesine koşup sarıldığında annesi mutlu oluyor, bir yıl sonra aynısını yaptığında annesi kızıyor. Çünkü artık güçlenmiş. Annesinin canını acıtıyor. Ama büyükleri bunu ona güzellikle anlatmıyor her zaman. Alışması için süre tanımıyorlar. Çocuğun farketmesi de ister-istemez yarayla oluyor. Bir çatık kaş, bir öfke patlaması, bir bağırtı, bir tokat...
Yaralar öğreticidir. Çocuk bu yaralarından çok ekmek yiyecek. Hayatını onlar sayesine inşa edecek. Onların kabukları sayesinde içi nasır tutacak. Bir daha birisine koşup sarıldığında tokatlanırsa buna hazırlıklı olacak. Ve asla koşup sarılamayacak. Tıpkı o yaşlarda yaşadığı hastalıkların sonrasına bağışıklık olarak taşınması gibi, kalp kırıklıkları da daha sonrasına zırh olarak taşıyacak. Bu kazanabileceklerinden birisi.
Bir diğeri de ’yaralarına âşık olanların’ kazancı. Onlar da kurumasına izin vermeyenler. Kabuklarını soyup soyup tekrar kanatanlar. Bu kan ile beslenenler. Kendilerini iki altbaşlığa ayırmak gerekir kanaatimce. 1) Yaralarının kanıyla şov yapanlar. 2) Yaralarının kanıyla yol bulanlar.
Arkadaşım, bu kadar şey, yazı-şiir-şarkı nasıl yazılıyor sanıyorsun? Herkes acılarından besleniyor. Ancak ’kendi kanından beslenenler’ bunu başarıyor. Ve yine bazıları var. Onlara ’Allah dostu’ diyorlar. Onlar da bu kırıklarını toplayıp birbirine ekleyerek Allah’a varmaya yol kılıyorlar. İnsanlara çarpa çarpa Allah’ı buluyorlar. Dostlarının nankörlüklerini biriktirip en yüce dosta çıkıyorlar. Yalanlarını toplayıp Sadıku’l-Vaadi’l-Emin’e varıyorlar. Cimriler onları en cömerte götürüyor. Çirkinler onları en güzele koşturuyor. Yani, onlar, yaralarını ’kazmak’ için değil ’kaçmak’ için kullanıyorlar. Kendilerini eksik/yaralı bırakan çiftlerinden, eşlerinden, sevdiklerinden kaçarak eksiklerden münezzeh olan Allah’a sığınıyorlar. Tıpkı ayet-i kerimelerde buyrulduğu gibi: "Herşeyden de çift çift yarattık ki düşünüp öğüt alasınız. O halde Allah’a firar edin."
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.