- 798 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Sana kusurlarını armağan ediyorum
A Wrinkle in Time/Zamanda Kıvrılma filminde ’Camazotz’ denilen karanlık bir dünya var. Ama bu dünya hem ’dışımızda’ hem ’içimizde’ bir yerde. Kahmanlarımız bir yönüyle ’evrenin farklı köşelerini’ gezerken diğer taraftan da ’kendi içlerinde’ yol alıyorlar. Kendi çıkmazlarıyla yüzleşiyorlar. Ve kapana kısıldıkları Camazotz’un tek bir çıkışı var: Kusurlarınla yüzleşmek. Zayıflıklarını kabul etmek. Ve itiraf. Yani yaralarını ’oldukları gibi’ görebilme/gösterebilme. Gizlememe. Tasannu yapmama. Kendi içinde bir doğruluk. Kendine dürüstlük. Evet. Bunları başarabildiğinizde ancak o karanlık dünyanın duvarlarından kurtulabiliyorsunuz. Yoksa, o karanlık, evrenin/evreninizin farklı köşelerine de yayılmaya başlıyor. Bir noktadan sonra da Camazotz, tıpkı bir kanser gibi, bütün varlığı tehdit eder boyutlara ulaşıyor.
Ancak, yanıltmış gibi olmayayım, biz bu yazıda film konuşmayacağız. Şems sûresinin ilk ayetlerine dair bir hissedişimi konu edecek bu yazım. Başlamadan evvel üzerine düşüneceğimiz ayet-i kerimelerin kısa bir mealini alıntılayalım: "Yemin olsun güneşe ve aydınlığına ve onu takip eden aya ve onu gösteren güne ve onu örten geceye ve gökyüzüne ve onu bina edene ve yeryüzüne ve onu yayıp döşeyene ve insana ve onu intizamla yaratana; sonra da ona kötülüğü bildirip ondan sakınmayı ilham edene. Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. Nefsini günaha daldıran da hüsrana düşmüştür." Ben bu ayetlerin, tıpkı Kur’an’ın kendisini isimlendirdiği gibi, içimize bir tür ’hidayet’ ve ’şifa’ sunduğunu düşünüyorum. Olgunlaştırıcı bir yolculuk yaşattığına inanıyorum. Peki nasıl yaşatıyor bu yolculuğu? Onu arzedeyim:
Bu ayetler bizi öncelikle ’dışımızdaki dünyanın uyumunu’ görmeye davet ediyor. Güneşi ve içinde yükseldiği aydınlığı, ayı ve içinde yükseldiği karanlığı, gösteren günü, örten geceyi, bina edilmiş gökyüzünü, yayılıp döşenen yeryüzünü, insanın intizamla yaratılışını ’beraberce’ görmeyi öğütlüyor bize ilk ayetler. Ve sanki bu birliktelik üzerinden şöyle bir bakış açısını da kazandırıyorlar: Bunlar, bu zâhiren birbirinin zıttı gibi görünen şeyler, aslında büyük bir bütünün parçasıdırlar. Aralarında mücadele gibi görünen değişim, bundan şuna geçiş, zıtlaşım, aslında yardımlaşmadır.
Birbirlerinin güzelliğine bir güzellik katmadır. Öyle ya! Güneş olmasa ay aydınlık olmaz. Güneş gitmese de ay görünmez. Gündüz olmasa görmek olmaz. Gece olmasa dünya örtünmez. Gök yükselmese nefes alınmaz. Yer yayılmasa üzerine basılmaz. Bu görünmeler-gizlenmeler, kararmalar-aydınlanmalar, yükselmeler-yayılmalar aslında beraberce güzel olan şeyler. Birbirlerine düşman değiller. Birisinin varlığı diğerinin yokluğunu iktiza etmiyor. Birisini sevmek diğerinin husumetini gerektirmiyor. Hepsi hep beraber ’güzelce anlamlandırılmayı’ hakediyor. Çünkü intizamla/düzenle yaratılan insanın canlılığı da ancak bu değişimler sayesinde varlığını devam ettirebiliyor. İşte, tam bu noktada, insanın gördüğü bir eşiklik var.
Peki nedir o eşiklik? Belki birazcık şudur: İnsandaki düzene geldikten sonra ancak dışımızdan içimize geçiyoruz/geçebiliyoruz. Dışımızdaki ilk nokta, biz. İçimizdeki ilk nokta, yine biz. Yani: Evet. Gördük. Dışımızda bir düzen var. Düzen var ki bir kıyamet kopmuyor. Herşey varlığını bu ’düzenden rahmet’e sığınarak devam ettiriyor. Şu hikmetli değişim düzeni ayakta tutuyor. O halde içimizdeki değişime de böyle bir gözle bakmak gerekmez mi? Dışımızdaki düzen içimizde de işlemez mi?
Kalbimizde hergün, belki anlara dahi yayılmış bir etkinlikle, değişimler oluyor. Kötülükle iyilik sık sık yer değiştiriyor. Şüpheyle güven yer değiştiriyor. Tereddütle eminlik yer değiştiriyor. Sevgiyle nefret yer değiştiriyor. Öfkeyle merhamet yer değiştiriyor. Dışımızda olan dönüşümlerin aynısı (belki fazlası) içimizde de var. Ve bizi kendi hakkımızda en çok tereddüde düşüren vesveseler bu değişimlerden kaynaklanıyorlar. Şeytan bizi en çok anlamlandıramadığımız, kabullenemediğimiz, itiraf edemediğimiz bu çeşit yaralarımızdan vuruyor. İçimizde çözemediğimiz her düğüm hem bizi kendisinde hapsediyor hem de sair parçalarımızı da işgal ediyor.
Birer kronik çukura dönüşmüş soru(n)larımız var: Annemi bu kadar çok sevdiğim halde neden hep kavga ediyorum? Çocuklarımı bu kadar sevdiğim halde neden üzüyorum? Falanca arkadaşımı bu kadar sevdiğim halde neden davetlerine ’hayır’ derim? Allah’ı bu kadar sevdiğimi iddia ettiğim halde neden ibadetlerimi düzgün yapamıyorum? İbadetlerimi yapmaya çalıştığım halde alışkanlık haline gelmiş günahlarımdan neden kurtulamıyorum? Neden bazen hem iyiyi hem kötüyü istiyorum? Neden bazen hem kötüyü hem iyiyi seviyorum? Neden bazen hem kötüye hem iyiye meylediyorum? İşte, evrendeki düzeni anlamlandırmayı öğrettikten sonra, ayet-i kerimeler, iç dünyamızı da bu yöntemle anlamlandırmaya davet ediyorlar:
"(...) ve insana ve onu intizamla yaratana; sonra da ona kötülüğü bildirip ondan sakınmayı ilham edene. Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. Nefsini günaha daldıran da hüsrana düşmüştür." Yani dışımızdaki düzenin devamı nasıl bir çeşit dönüşüme bağlıysa içimizdeki dengeler de böyle bir dönüşüme bağlı. Allah, imtihan gereği, bize hem ’kötülüğü bildiriyor’ hem de ’ondan sakınmayı’ öğütlüyor. Şu gelgitler, tereddütler, acabalar normal. Onlar da kainattaki düzenin bir parçası. Biz de bu düzenin bir parçasıyız. Dikkat etmemiz gereken, soru(n)suz hayatlar yaşamak değil, nefsimizi günahlardan arındırma çabası içinde olmak. Peki bu nasıl sağlanacak? Onun da formülünü mürşidimde buluyorum:
"İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka herşeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyipten tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdafaa eder. (...) Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte, şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir."
Şimdi yeniden A Wrinkle in Time filmine döndük. Bayan Herneysene’nin çocukların Camazotz’dan kurtulmaları için onlara verdiği hediye neydi? Benim hatırımda şöyle kalmış: "Sana kusurlarını armağan ediyorum."
Evet. Bu hediye, içimizdeki düğümleri açıp, ’yalnızca bir insan’ olduğumuzu kabul ile rahatlamanın anahtarını da içeriyor. Çünkü insan kendisini Allah yerine koyduğu her yerde eziyet çekiyor. Kaldıramıyor. Şunu kendimize rahatlıkla söyleyebiliriz: Kusursuz olmak bizim işimiz değil. Kusursuz olmak Rabbimizin işi. Biz böyleyiz. O öyle. Biz bazen ayağa kalkarız. Bazen düşeriz. Bazen üzülürüz. Bazen güleriz. Bazen öfkeleniriz. Bazen severiz. Cenab-ı Hak, tıpkı kainatı dönüşümler içinde bir düzenle yarattığı gibi, bizi de hissedişler içinde bir düzenle yaratmış. Ayı güneşle gösterdiği gibi mutluluğu da hüzünle göstermiş.
Bu dengeyle yüzleşmediğimiz her olayda aslında kendi Camazotz’umuzu üretiyoruz. Bir yalan, tasannu veya karanlık doğuruyoruz. ’Mış gibi’ bir kurgunun arkasına saklanıyoruz. Her sahtecilikte kalbimize siyah bir nokta konuluyor. Tevbe etmezsek de büyüyor. Bizi yutuyor. Hz. Yunus aleyhisselamın kıssasını hatırlayalım tam da burada. O, kendisini yutan balığın karnından kurtulmadan hemen önce, nasıl dua etmişti? Hatırlayan var mı? Hatırlamayanlar için kopya verelim: "Senden başka hiçbir ilâh yok. Kusurlardan münezzehsin. Ben (nefsine) zulmedenlerden oldum." Belki bizim kurtuluşumuz da Yunus aleyhisselam ile aynı yerde: Kabullenmekte.