- 923 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İç Savaş
İç savaş tüm ülkeyi kasıp kavuruyordu. İnsanlar; sağcı, solcu, Alevi, Sünni diye ayrıştırılmış, her mahallede bir barikat, her barikatta yüzlerce genç kurşun sıkmaktaydı birbirlerine. Kimi şehirlerde soykırıma varan katliamlar yapılıyor, yaşlarına ve de cinsiyetlerine bakılmaksızın bin bir yollu işkencelerle öldürülüyordu insanlar. Ölümün belli bir adresi yoktu. Bazen güpegündüz sokak ortasından, bazen de işkence hanelerinden yükseliyordu çığlıklar. Sanki gizli bir el durdurulması imkânsız bir hızla öfke ve kinin hâkim olduğu keşmekeş bir ortam yaratmıştı.
İki karşıt halkın yaşamadığı kimi şehirler sessizdi. İşte öykümüze konu olan bu şehir de onlardan biridir. Muhafazakârdır insanları. Karşıt fikirlerin olmaması kuşkusuz her zaman iyiye işaret sayılmaz. Tek taraflı öfkeyi biraz daha arttırır o kadar. Bugün bu kadar sessiz olan bu şehir de bir zamanlar kanlı çatışmalara şahit olmuştu.
1980 yılının Temmuz sonları... On yedi kişilik yolcusuyla otogarın önünde durdu otobüs. Gece yarısını çoktan geçmişti. Çevrede, otogarın önündeki bankta oturan biri kadın üç kişinin dışında kimsecikler yoktu. Otobüsten inen yolcular ellerinde bavullarla teker teker kaybolmaya başladılar karanlıkta. Yalnız kırk beş yaşlarındaki adam bir süre bekledi. Elinde bavul yoktu. Siyah ve uzun paltosunun cebinden sigara paketini çıkartıp yaktı. Otogarın yan tarafında bir taksi durağı vardı. Oraya doğru yürüdü. Ayağındaki kunduradan çıkan sesler gecenin sessizliğini bozuyordu. Tepeden tırnağa simsiyah giyinmişti. Yürüyüşü kendinden emin, adımları telaşsız, bakışları korkusuzdu. Durağın önünde oturan dört şoförü bir süre süzdükten sonra selam bile vermeden sordu:
- Kayalı kasabasına gideceğim. Sabit bir tarifeniz var mı?
Kasabanın adını duyan şoförler şüpheyle birbirlerinin gözlerine baktılar. Çünkü Kayalı, bir Alevi kasabasıydı. Ülkenin bu kadar karışık olduğu bir dönemde, hem de gecenin bu saatinde canına mı susamıştı bu adam? Şoförlerin huzursuz edici bakışlarına aldırmadan yineledi sorusunu. Otuz yaşlarındaki bir şoför ayağa kalkarak ücreti söyledi. Adam kabul ederek şoförün gösterdiği taksiye yönelip arabaya bindi. Taksi otogardan çıkıp gözden kaybolduğunda bile duraktaki adamlar hâlâ birbirlerine bakıyorlardı.
Beş kilometre kadar gittiler. Arka koltukta oturan adam pencereden karanlığı seyrediyordu. Taksicinin dikiz aynasından kendisini izlediğini fark etmemişti henüz. Taksicinin bakışları nefret doluydu. Kim bilir neler geçiyordu aklından! Belki de adamın bu deli cesaretini çözememişti hâlâ. Belki de bu ülkede yaşamıyordu adam. Yurt dışından gelmiş olamaz mıydı? Bu aylar tatil aylarıydı. Ülkedeki kargaşadan haberdar olsa da durumun vahametini kavrayamamış olabilirdi. Sinsice sırıtmaya başladı.
Kentin çıkışında bir benzin istasyonuna girdi taksi. Arabadan inen şoför, o an orada bekleyen ve pek de tekin görünmeyen iri kıyım bir adamla konuşmaya başladı. Birkaç kez taksideki adama baktılar. Adam ya gerçekten görmüyor ya da görmemezlikten geliyordu. Taksici, depo tamamen dolduktan sonra kapıyı açıp arkadaşının burada çalıştığını ve taksiye onu da alıp alamayacaklarını sordu. Kendisini bıraktıktan sonra falanca köye götüreceğini söylemeyi de ihmal etmedi. Sorun olmayacağını söyledi adam. Şoförle birlikte taksiye binen benzinci, arkaya dönüp selam verdi ve teşekkür etti. Kirli sakallı, karnı burnunda şişmanca bir adamdı bu. Üzerine beyaz, genişçe bir gömlek giymişti. Uzaktan sanki bir kasabı andırıyordu. Eli satırsız bir kasap!
Taksi henüz çok fazla bir yol gitmemişti ki koyu bir sohbete daldı iki arkadaş. Havadan sudan derken memleket meselesine geldi konu. Benzinci, bir hafta önce falanca mahallede yapılan katliamı anlatıyor, bir taraftan da, yazık memlekete, diyordu.
Taksici: Duydum o olayı. Altı kişiyi öldürmüşler. Pardon pardon! Dokuz kişilermiş. Aralarında çocuklar da varmış!
Benzinci: Üçü çocuk diyorlardı.
Taksici: Neden katlettiler acaba? Ben ömrü hayatım boyunca böyle bir şey ne gördüm ne duydum. Demek buralara kadar yayılmış olaylar?
Benzinci: Alevi Mahallesi diyorlardı. Sebebi belli işte!
Bu sözle beraber dikiz aynasından arka koltuktaki adama baktı şoför. Adam hâlâ pencereden dışarıyı seyrediyordu. Suratında ne bir değişim, ne öfke, ne de bir kıpırtı vardı. Sanki konuşulanları hiç duymamış gibiydi.
Biraz sonra bir sigara yakıp pencereyi araladı arkadaki adam. İlk dumanı içine çekerken göz göze geldiler şoförle. Ancak bu o kadar kısa sürede olmuştu ki şoför, adamın bakıp bakmadığını tam olarak kestirememişti. Bir ara kuşkulandı adamdan! Neden hiç renk vermemişti? Üçü çocuk olmak üzere dokuz kişiyi katlettiklerini az önce anlatmamış mıydı? O anda arka koltukta oturan bu garip adamın korkuyla karışık bir ürperti uyandırdığını hissetti içinde! Tam arkalarında oturuyordu sonuçta, ne olur ne olmazdı! Dudaklarını ıslatıp yan gözle arkadaşını kesti. Bir gözü arkadaşında, bir gözü torpido gözündeydi artık.
Karanlığın içinde yağ gibi akıp gidiyordu taksi. Benzinci on dakikadır iyice azıtmış, açıktan açığa yerden yere vuruyordu Alevileri. “Bak”, diyordu, “şurası da alevi köyü! Koca köyde hiç cami görebiliyor musun? Göremezsin. Yok çünkü. Camisiz köy olur mu yahu? Nerede yıkıyorlar ölülerini?”
Taksici: Çorum’da da koca camiyi ateşe verip yakmışlar. Sonra ne oldu? Akşamında bir alevi dedesini ekmek fırınına sokup yakmışlar! Sorarım sana, daha başka ne olacaktı?
Taksici de arkadaşına uymuş ne sözünü esirgiyor ne de arkadaki adamla dikiz aynasında göz göze gelmekten çekiniyordu.
Taksi, şehirlerarası yoldan topraklı bir yola saptı. Her yön zifiri karanlıktı. Uzaklarda, ta uzaklarda bile tek ışık dahi yanmıyordu. Şoför, torpido gözünü açıp sigara paketini almasını söyledi arkadaşına. Benzincinin torpidoya elini uzattığı sırada, merminin namluya sürüldüğü o korkutucu ses geldi arka koltuktan. İki arkadaş da iliklerine kadar işlenen korkuyu hissettiler o anda. Şoförün dikiz aynadan bakmasıyla göz göze gelmeleri bir oldu. Adamın suratı hâlâ eski gizemini korumaktaydı. Dim dik oturmuş, olanca heybetiyle şoföre bakıyordu. En ufak bir kıpırdama belirtisi göstermeden konuştu:
- Arkadaş! Daha çok var mı Kayalı kasabasına?
Duyduğu soru karşısında afallamıştı şoför!
- Anlamadım ağabey? Sen Kayalı kasabasından değil misin?
- Hayır! On dakikalık bir işim var o kasabada. Siz beni kuytu bir köşede bekleyeceksiniz, ben de işimi bitirip hemen döneceğim.
İki adam da ön koltukta soğuk terler döküyordu artık. Ne yutkunabiliyorlar, ne de tek bir kelime edebiliyorlardı. Gözlerini farın aydınlattığı yoldan alamıyorlardı. Bir zaman sürdü bu sessizlik. İlk ışıklar görünmeye başladığında arka koltuktaki adam hareket eder gibi oldu. Bir kez daha soğuk terler döktü şoför!
- Evli misin şoför edendi?
- Evliyim ağabey.
- Çocuğun var mı?
- Ellerinden öperler, iki kızım var.
- Allah analı babalı büyütsün arkadaş! Allah analı babalı büyütsün!
- Allah razı olsun ağabey!
- Ölümden korkuyor musun?
- Kim korkmaz ki ağabey?
- Normal ölümden bahsetmiyorum. Öldürülmekten korkuyor musun?
Dikiz aynasından yalvaran gözlerle bakıyordu şoför. Ne denirdi ki? Kulağına kadar gelen katliam haberlerinin şu an burada, bu taksinin içinde de yaşanmayacağını kim garanti edebilirdi? Cevabını bulamadı sorunun. Kısa aralıklarla yutkunuyordu sadece.
- Suçlu ya da suçsuz, inançlı ya da inançsız, insanlar öldürülüyor. Onlar sekiz, on gibi basit sayılardan ibaret değiller. Onlar insan. Değillermiş gibi davranma. Hatta öldüren sen bile olsan! Ne kadar kötü olursan ol, ne derece vahşi bir katil olursam olayım, belki gün gelir biz de insan olduğumuzu hatırlayabiliriz.
İnsan olduğunun farkına varmış gibiydi şoför. Belli olur muydu hiç? En büyük dönüşümler büyük olaylarla yaşanmıyor muydu zaten? Vahşet gören gözler kötülüğe övgü dizebilir miydi hiç? Bu şoför daha pek çok kez yolcu alırdı da, böylesi bir yolcuyu bir daha unutabilir miydi?
Adam dişlerini gıcırdatarak boğazını temizledi. Taksiciye uzun uzadıya, ses etmeden, öfkeyle baktı. Sonunda başını kaldırıp konuştu:
- Sizi burada gebertmek vardı ya… O zaman onlardan ne farkım kalır… En iyisi mi sen beni kasabaya girmeden indir.
- Peki ağabey.
Taksi, kasabaya beş yüz metre kala durdu. Adam parayı uzatıp arabadan indi. Başkaca da bir kelime etmeden karanlıkta yürümeye başladı. Taksideki adamlar derin bir nefes almışlardı. Bir süre öylece baktılar arkasından. Sonra ani bir kararla dönüp son gaz uzaklaştılar.
Adam elinde tabanca, kasabanın içinde temkinli adımlarla yürüyordu. Evlerin ışıkları sönmüştü. Ne tek bir çıtırtı, ne köpek sesi... Gecenin karanlığında görülen tek şey, yeryüzüne çöreklenmiş zifir karası bir geceydi...
Adam bir süre daha yürüyüp iki katlı bir evin önünde durdu. Ne çok virane ne de çok gösterişli bir görünümü vardı. Evin önündeki bahçeden geçip merdivenleri çıktı. Oldukça heyecanlıydı! Aklından her ne geçiyorsa aksini düşündüğü belliydi. Yoksa bunca soğukkanlıyken neden heyecanlansındı ki birden bire? Kapının önünde dikilirken, kuş kafesini andıran pencerenin perdesi oynar gibi oldu. Daha bir dikkat kesti adam. Yutkundu, gözleri kapıya kilitlendi. Neden sonra belli belirsiz bir tıkırtı işitti içeriden. Kapıyı boydan boya süzdü. Önce bir anahtar sesi duyuldu, sonra bir ikincisi... Ağır ağır açıldı kapı. Karanlığın içinden güneş gibi parlayan bir çift göz, hasretle bakıyordu karşısındaki adama. Bir süre öylece bakıştılar. Gözleri dolmuştu kadının. Sonra aniden, engellenemez bir tutkuyla sarıldılar birbirlerine. Bir yağmur damlası nasıl düşerdi toprağa? Sevgi nasıl kokardı yağmur sonrası? Hissedebiliyordu ikisi de. Adam bir çırpıda baktı karısının gözlerine, kadın işitti kocasının sustuklarını! Kadın, kafasını yere yıkıp adamın koluna girdi. Sessizce süzülüp girdiler içeriye.
Kadın masanın üstündeki gaz lambasını yakarken adam da paltosunu çıkartıyordu. Lambanın ışığı kısa bir anlığına parladı, daha bir net gördü kocasını. O anda kendini tutmasa çığlığı basabilirdi. Az kalsın yere düşürüyordu elindekini. Ağlamaklı ve titreyen sesiyle “Yaralısın sen!” diye bağırdı. Adamın gömleği boydan boya kana bulanmıştı. Bununla beraber karısının şaşkın ve korku dolu bakışlarını yatıştırmak için uzandı ve usulca oturttu sandalyeye. Gözlerindeki o sönük ifadeyle gömleğini süzdü ve “sakin ol”, dedi, “sakin ol önce. Yaralı filan değilim.”
Kulağına bir çıtırtı çalınmış gibi pencereye doğru yürüdü adam. Perdeyi aralayıp bir süre dışarıyı süzdü. Kimsecikler yoktu dışarıda. Tekrar gelip oturdu karısının yanına. Meraklı ve endişeliydi bakışları.
- Bugün de geldiler mi?
Kadın, yanaklarına doğru süzülen yaşları silmeden evet anlamında başını salladı. Dişlerini sıktı adam.
- Saat beşe doğru geldiler. Yine karşı köydekilerdi. Kasabanın tüm erkekleri zaten ayrım yolda barikat kurmuşlardı. Birkaç saat boyunca silah sesleri hiç susmadı. Dursun amcanın oğlu Rıza var ya, o yaralandı bir tek. Ama korkulacak bir şey yok, durumu iyi.
Adam daha bir öfkeyle sıktı dişlerini. Kafasını yere yıkıp elleriyle yüzünü kapattı. Bir süre öylece kaldı. Kadın devam etti konuşmasına.
- Karanlık çöktüğünde üç araba jandarma geldi. Bütün evleri teker teker arayıp ne kadar silah varsa topladılar. Giderken de birkaç kişiyi yanlarında götürdüler.
Adam, başını ellerinin arasına alıp canını acıta acıta saçlarını çekti. Gözleri kapalıydı. Öfkeye kapılmış titreyen tok sesiyle: “silahsız bir halk kendini nasıl korur?” dedi.
Kadın bir eliyle kocasının ellerinden tutup olanca sevgisiyle sıkarken bir eliyle de başını kendinden yana çevirip gülümsemeye çalıştı. Hareketleri zorakiydi. Onu, düştüğü bataklıktan çıkartmaya çalışır gibi umutla konuştu:
- Bir çaresi bulunur elbet. Bulunur değil mi?
“Bulunur”, dedi adam, “mutlaka bulunur.” Gözyaşlarını sildi kadının. Sonra hislerindeki o donuk umutsuzluk yine geldi oturdu adamın gözlerine. Gömleğindeki kana baktı. Gözleri doldu. Utanmasa oracıkta ağlayacaktı.
Kadını daha fazla meraklandırmamak için anlatmaya başladı olanları. Adamın kız kardeşi Seval Çorum’da yaşıyordu. Çorum’dan gelen haberler o kadar ürkütücüydü ki âdeta kan gövdeyi götürüyordu. Meraktan deliye dönmüştü adam. Daha fazla dayanamayarak bir hafta öncesinden yola çıkmıştı. Çorum’a ulaştığında gördüğü ilk şey her mahallenin her köşe başında kurulan barikatlar oldu. İnsanlar tedirgindi. Halkın korkusu ve de her geçen gün tırmanan gerilim, yetmiş dokuz yılı aralığında Kahramanmaraş’ta yaşanan katliamı anımsatmıştı. Çünkü orada yüz elliden fazla Alevi katledilmişti.
Kardeşinin evine ulaştığında kapıyı çaldı. Bir süre bekledi. İçeriden ses gelmeyince birkaç kez daha çaldı. Sokakta barikatlara yemek götüren kadınları gördü. Biriyle göz göze geldi. Gözlerindeki umudu ve kaygıyı fark etti adam. Ardı sıra baktı bir süre. Evde kimse yoktu galiba. Tam dönüyordu ki bir fısıltı duydu içeriden. Dönüp seslendi, kendini tanıttı. Kapıyı açan Seval abisini karşısında görünce ağlayarak boynuna sarıldı. Bu hem bir özlemin hem de yardım isteğinin sessiz bir çığlığıydı.
İçeri girdiler. Evde ihtiyar bir adamla kırkında bir kadın, iki de genç kız vardı. Komşuları olduklarını söyledi. Adam kocasının nerede olduğunu sordu kız kardeşine. Kadın o anda yeniden ağlamaya başladı. “Geçen Cuma”, dedi, “Alâeddin Camiinin oradan geçerken yakalamışlar. Saatlerce işkence edip bir traktörün altına bağlamış, sonra da yakmışlar.” Daha fazlasını anlatamadan kendini kaybetti kadın. Abisinin boynuna sarılarak nefesi kesilene kadar ağladı. Gözleri davul gibi şişmiş, bin perişan olmuştu. Sıkı sıkıya sarıldı adam. Artık onun durumu da kardeşinden pek farklı sayılmazdı. Bir yandan saçlarını okşuyor bir yandan da ağlıyordu. Güç bela kaldırıp elini yüzünü yıkadı kardeşinin. Kendine getirmesi bir hayli zaman aldı.
Aradan birkaç saat geçti. Bir ara komşularının halini hatırı sordu adam. Kırk sekiz yaşında bir oğlu varmış ihtiyarın. Bir hafta önce koyun otlatırken vurmuşlar. Ölüsünü bile ancak iki gün sonra gidip alabilmişler. Adam duydukları karşısında büyük bir üzüntü ve öfkeye kapılmıştı. Neler anlatmıyordu ki ihtiyar!
- Olayı sağcı solcudan Alevi Sünni çatışmasına çevirdiler. Polis barikatı yıkmaya çalışırken sivil adamlar da arkalarından silahla ateş ediyorlar. Milliyetçilermiş. Böyle milliyetçilik mi olurmuş? Milliyetçilik dediğin kendi halkına kıymak mıdır oğlum?
Ağlıyordu seksen yaşındaki adam. Çizgi çizgi buruşmuş suratı, sönük bakışları ve bir de öldürülen oğlunun acısı… Gözlerindeki yaşı silmeden devam etti:
- Camiden çıkan sakallı adamlar sokak sokak bağırıyorlar: “Aleviler dinsizdir, kestikleri yenmez, aleviler ana bacı bilmez… Kim bir Kızılbaş öldürürse cennete gidecektir!” Asırlardır böyle kandırdılar bu insanları. Kafalarında bu var bu canilerin. Kerbela’da Hüseyin’i kesenlerle ne fark var aralarında? Geldin kendi gözlerinle gördün. Bu yaşananlar da bir Kerbela değilse ne?
Aradan birkaç gün daha geçti Kendi gözleriyle gördü yaşananları. Az bile anlatmıştı ihtiyar. Eksik bir nokta vardı bu işte. Bu işi düpedüz planlayan ne Sünniler, ne dindarlar ne de milliyetçilerdi. Sonunda herkes şahit olacaktı ki Sünni’yi vuran tabancayla Alevi’yi vuran tabanca aynı tabancaydı. Adam belki şimdi değil ama çok sonraları farkına varacaktı ki tüm bu katliamlar, bir ay sonra yaşanacak olan seksen darbesine yol açmak için bir ön hazırlıktı sadece. Kimsenin durdurmaya gücü yetmeyecekti. Ama alınacak bir ders vardı bu yaşananlardan.
İki gün daha geçti aradan. Hava karardı kararacak. Kapıyı içeriden kilitlediler. Adam barikata yardıma gitmişti. O sırada birkaç mahalle öteden tekbir nidaları gelmeye başladı. Buna karşılık cesaretiyle bir adım öne çıkmış birkaç genç barikattakilere moral veriyor, korkmamalarını salık veriyordu. Az sonra iki yüz kişilik bir grubun yaklaştığını gördüler. “Alevilere ölüm, kanımız aksa da zafer İslam’ındır!” diye bağırıyorlardı. Hepsinin de ellerinde tabanca, av tüfeği, tırpan, balta, demir çubuklar vardı.
Grubun barikatı aşması uzun sürmedi. Barikattakiler bir yüz metre geride kurulan barikata çekildiler. Halk bu barikatta güçlü bir direniş sergileyip saldırıyı püskürtmeyi başardı. Bu böyle devam etse mahalleden bile çıkartacaklardı ama az sonra bir polis panzeri geldi ve ateş açarak halkı dağıttı. Koca mahalle işgal altındaydı sanki. Ama bütün bu saldırılara rağmen yine de başarılı olamadılar. Birkaç saat sonra barikatı aşamayacaklarını anlayınca geri çekildiler.
Ertesi günlerde Çorum’un Alaca ilçesinde bin kişilik bir grup yeni bir saldırıyla elli atmış iş yerini tahrip ettiler. Onlarca insanı yaraladılar. Halk geceleri evde yatmaya korkar olmuştu. Bir hafta sonra olayların durulduğunu düşünen adam bu gece evde kalabileceğini söyledi kardeşi Seval’e. Bir nebze de olsa hâlâ korkuyordu genç kadın. Bu yüzden komşusunun kapısını çalıp eve çağırdı. İhtiyar adam, kızı ve iki torunuyla birlikte Seval’in evinde kaldılar o gece.
Sabaha doğru saat beş suları… Barikattaki çatışma yeni bitmiş, eve dönüyordu adam. Kulağına çığlık sesleri çalındı. Sesler kardeşinin evinden geliyordu. Yol kenarında bulduğu demir çubuğu kavradığı gibi koştu. Evin kapısı açıktı. İçeri girdiğinde yerdeki cesetleri gördü. Çıldırmış gibiydi o an. Salonun ortasında eli baltalı iki adamın üzerine saldırdı. Bir tanesi baltayı kaldırıp savurana kadar kafasını parçaladı adamın. Öteki adam saldırıp saldırmamada tereddüt ederken onu da yıktı yere. Öfkeden tüm bedeni zangır zangır titriyordu. Hıncını alamayıp defalarca vurdu yerde yatan cesede. Perişan, kendini kaybetmiş bir haldeydi. Mutfağın girişindeki kız kardeşinin cansız bedenini fark etti. Elindeki demir çubuğu istemsizce düşürdü yere. O anda kanının çekildiğini hissetti! Tüm dünyası başına yıkılmıştı. Yürüdüğünden bile habersiz birkaç adım attı. Dizlerinin üstüne çöküp başını kaldırdı kardeşinin. Kadının kafasından sızan kan tüm vücuduna yayılmıştı. Bağrına bastı cansız bedeni. Bir yandan sessizce ama canı sökülürcesine ağlıyor, bir yandan da biraz ötede cansız yatan ihtiyar adama bakıyordu. İhtiyarın kızıyla torunları yan yana serilmiş, solan âdeta kan gölüne dönmüştü. Göz pınarları kuruyana kadar ağladı. Birkaç saat sonra ne hissettiğini kendisi bile bilmiyordu artık.
Kafasını kaldırıp karısına baktı. Doğrusu ne karısında ne de adamda bir dirhem can kalmıştı. Cehennemin içinden çıkıp gelmişti zira. Artık birbirlerinden başka sarılacak kimseleri yoktu. Halk vardı bir de, halkın ortak gücü vardı. “Benim acım yüzlercesinden sadece biri” dedi adam. “Ama eğer o barikatlardaki halkın gücü olmasaydı koca bir mahalleyi katledeceklerdi.” İçten içe kavurucu bir ateş gelip çöktü yüreğine. “Başım çatlayacak gibi ağrıyor” dedi. Olduğu yere uzandı. Yanı başına uzanan karısına sarılıp kafasını göğsüne koydu. Saçlarını okşadı. Tabancasını çıkartıp masanın üzerine koydu. Öylece sarıldılar birbirlerine. Bir taraftan sıkı sıkıya sarılıyor bir taraftan da pencereden gökyüzüne bakıyordu adam…
Günay Aktürk
25.12.2014
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.