- 657 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Canımıza kastediyor canyelekleri...
Biz birşeyin ‘sahtesi’ ile ’gerçeğini’ birbirinden nasıl ayırırız? Dokunarak, koklayarak, rengine bakarak? Yahut da insanlar arası ilişkilerde onu ’zorlukla’ sınayarak. Bence her şekilde sahtelik tayini bir ’boyut eksikliğine’ dayanıyor. Nasıl? Belki biraz şöyle: Birşeyin sahtesi gerçeğinden boyutsal anlamda eksik oluyor. Ve dakik bir nazarda bu eksiklik en nihayet kendisini eleveriyor.
Bir aynadaki yansımayı örnek olarak kullanalım. Sözgelimi, bu yansıma, karşısındaki bir koridoru gösteriyor olsun. Hatta, aynaya ve koridora öyle bir yerden baktığımızı farzedelim ki, ikisi de birbirinin aynısı gibi görünsün. Aslında birken iki olsun. Sahtesini gerçeğinden nasıl ayırırız?
Bu ayrım için ’derinliğe kasteder’ bir küçük taş yeterli olur. Aynaya doğru attığımız taş, oradaki varlık ’iki boyutlu’ olduğu için derinine gidemez, cama çarpar. Ayna kırılır. Ancak gerçeğinde taşımız, kuvvetimiz yettiğince ve koridor elverdiğince, ileriye doğru gider. Başka hususlarda da bu böyledir. Bazı şeylerin sahteliğini dil ayırır. Bazı şeylerin sahteliğini el farkeder. Bazı şeylerin sahteliğini burnumuz anlar. Bazı şeylerin sahteliği ise ancak çeşitli sınamalarla anlaşılır. Fakat en nihayetin hepsinin yakaladığı bir boyut eksikliğidir. Daha az boyutlu olan diğerinin sahtesidir.
Mürşidimin ’mana-i harfî’ ve ’mana-i ismî’ dediği bakış açıları (bir açıdan yaşam açıları) da böylesi bir zeminden besleniyor kanaatimce. Birşeye ’kendisi için’ bakmak veya onun ’derinlerinde/ötesinde aşkın birşeyi görmek için’ bakmak. Mana-i harfî bakışının sağladığı artı bu. Ki kendisi de Refet abiye yazdığı mektubunda onları şöyle izah ediyor:
“Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re’fet’e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re’fet’i kasden görürsün. (…) İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re’fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir.”
Yine, Bediüzzaman’ın, yanlışa düşenlerin sathî/yüzeysel bakıştan dolayı ’imkansızlıkları mümkün gibi gördüğünü’ söylemesi de şu düşünceme kuvvet veriyor: Derinlere bakanlar daha az aldanırlar. Veyahut da şöyle söylemeli: Olandan öteye bakanlar daha az aldanırlar. Kur’an’ın mü’minleri “Onlar ki gayba iman ederler!” şeklinde tarif etmesi, gaybın ise, şahit olduğumuz şeylerin ötesindeki bir gerçekliğe (beş duyu organıyla yakîn kesbedilmemiş bir gerçekliğe) isim olması benzer bir hakikatin işareti gibi. Yani: Varlığı yüzeyinden ibaret sananlar sahtelikle oyalanıyorlar. Aldanıyorlar. Ya ne yapmalı? Cebinizde aynaların foyasını meydana dökecek taşlarla dolaşmalı.
Hayatın foyasını sorular döker. Ben bazen gafletin de böyle birşey olduğunu düşünüyorum. Gaflet yüzeye yayılmakla elde edilen sahte derinliktir. Aldatıcıdır. Ne demek bu? Deneyeyim: İnsanoğlu, bu hayatın bir nokta üzerinden yaşanmayacağını, sıradanlığın/yeknesaklığın yokoluşa benzediğini, hayat denilen şeyin ancak değişimle/büyümekle can bulduğunu biliyor. Bilmese de seziyor. Sezmese de fıtratı onu buna itiyor. İşte, nokta üzerinde kalmanın yanlışlığını farkeden insan, bu kararsızlığı ’derinlere inmek için’ kullanacağına ’yüzeye yayılmak için’ kullanmaya başlıyor. Dikine bir derinlikle hakikaten tatmin olacağına enine bir derinlikle kendini uyuşturuyor. Anlara anlam katmak yerine anlara yayılıyor. ’Sahte derinlik’ demekle kastettiğim bu.
Namazsız zamanlarımda buna benzer şeyleri çok yaşamışımdır. (Şimdi bitti mi yani? Hiç de bile. Sadece azaldı.) İnsan kafasının bir kenarında hayatının çaya batırılır gibi anlama batırılması gerektiğini hissediyor. Kuru kuru yemek damağını acıtıyor. Bir çeşit huzursuzlukla aranıyor. Ancak anlamın müşterisi olmak da zor görünüyor. O zaman ne yapıyor? O zaman yatayda bir varoluş arıyor. Dikeyin varoluş şekli anlamdır. Yatayın varoluş şekli ise lezzettir. İnsan, cansıkıntısından televizyonun karşısına oturduğunda bile, aslında ’anlara yayılmaya’ çalışır. Daha çok anın şahidi olmakla derinliğe duyduğu açlığını bastırır.
’Daha çok’ isteyen herkes, eğer bunlara dikeye doğru bir anlam da katamıyorlarsa, yatayda varolmaya çalışırlar. Yüzeye yayılmayı derinlere inmekle karıştırırlar. Halbuki derinlere inmek yüzeyde daha çok olmayı gerektirmez. ’Az da olsa devamlı olan’ derinlere indirebilir insanı. İhlasın bir damlasıyla aşağılara doğru binlerce metre mesafe alınabilir.
Şu yazıyı yazarken şimdi ben de hariçte değilim. Sürekli yeni şeyler yazıyorum. Çünkü ben de yatayda genişlemeye çalışıyorum. Söylediklerimin derinlere dair anlamları yok mu? Elbette var. Tek tesellim de bu. Fakat, işte, ahirzaman mürekkebi yalamış bu halimden dolayı, ben, dergâhının bir köşesinde yalnız “Allah, Allah, Allah” diyerek hayatının anlamını bulmuş dervişin varlığını anlayamıyorum.
Nasıl yaşadığına ikna etti kendisini? Nasıl yetindi o kadarcık kalmakla? Yüzeye yayılmış dörtbeş metrekaremle onun bu ’noktadaki kanaatini’ kavrayamıyorum. Çünkü gözüm yatayın varlığına alışmış. Niyetin amelden daha hayırlı olabildiği bir yer bilemem. Eylemsiz varoluşu kabul edemem. Halbuki başımı aşağıya çevirsem dervişin arşa uzanmış bir ağacın tohumu olduğunu göreceğim. Bunu kaldıramıyorum. Çünkü nefsim yüzeyde kalmayı seviyor. Derinlere inmek için bedel ödemesi gereken yalnız o var. Tohum bir parça yüzeyde tutunmaya devam etsin diye bağışlanmış birşey şu nefis. Tıpkı bir canyeleği gibi. Ancak işler değişti. Şimdi yelek kalp dalgıcını aşağıya bırakmıyor.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.