BEKLENEN ÖLÜM
Güzel bir kahvenin tadını unutmuşum. Bugün cimriliğimi kırdım ve en pahalı kahvelerden aldım. Rüzgarı önüme alıp döndüm evime. Hâlâ duvarlarda rutubet döküntüleri var. Tamir ettirmemi istemiştin. Hatta rutubeti önleyici şeyler yapmamı istemiştin evden çık isteğine sinir edici sakinlikte, pişkin gülümsememle cevap verince.
Suyu kaynatıyorum. Cattle mi, ketıl mı ne deniyorsa, o aletle. Dua da ettim az önce icat edenine. Termostatı bozuk, çıt ediyor, ama kaynatmaya da devam. İşaret parmağınla çıkarmaya çalıştığın kahverengi leke üzerinde duruyor hâlâ. Çıkmayınca sinir olmuştun. Bu arada sen sinirlenip uğraşırken yüzümdeki hain gülümseme oluştu yine. Galiba delindi de. Yenisini almama konusunda direniyorum. Sen aldın diye mi, yoksa cimriliğimden mi? Ona harcayacağım parayı başka bir şeye harcarım diye de olabilir. Neyse kahve de çok güzelmiş be. Bol koydum kahvesini, sert oldu. Şekeri azalttım bu aralar nedense. Bırakmaya çok zorlasam da bırakamadıklarımdan oldu o da. Seni de bırakmamı istemiştin. Sen bırak, ben biraz düşüneyim demiştim. “O nasıl oluyor?” demiştin. Oturduğun çekyattaki elbiseleri kendinden öteye itmiş, ayağa kalkmış, öylece birkaç saniye yüzüme bakmıştın. O an yüzündeki bakışın ne anlama geldiğini defalarca düşünmeme rağmen anlayamadım bir türlü. Masadaki küllüğü boşaltmaya gittin mutfağa. “Çay demle” diye bağırmıştım arkandan. İkimiz de çayı sevmiyorduk. Şaşırdığın için “çay mı?” diye sormuştun. “İçimden geldi.” demiştim.
Tamam itiraf ediyorum. İçimden cep telefonuna bakmak gelmişti. Bakmadım sanma sakın. Hem de bir sürü şeye baktım. Seni de kendim gibi sandım. Hani yakalamıştın ya bir yalanımı mesajlardan. Valla kalbin kadar temizdi telefonun. Ya da temizlemiştin.
Ayağa kalkmıştın ya, şimdi ben de kalktım. Bir sigara aldım. Yaktım.
“Oğlum uslu dursana!” diye derinden bağırdı üst kattaki kadın az önce. “Yaaa an…” dedi ve şangır diye ses. Bir şeyi kırdı ama… neyse…
Cama yöneldim. Bir zamanlar sahip olduğu beyaz rengini özleyen perdeyi çektim. Yağmur yağıyor dünden beri. Dökülen yapraklar yerlerde iğrenç bir bulamaca dönmüş. Yaz akşamlarında oturduğumuz eski çekyat altlığını kırıp kırıp attım. Onun atılışıyla oluşan boşlukta üst katlardan düşen şeyler var. Var ya sapık olsan bayram edersin. Kadın kıyafetlerinin en mahremleri bile var. Ama alan kimse yok. Bir ara toplayıp koleksiyon bile yapmayı düşündüm.
Camı açtım. Tüm yapış yapış haliyle bir sümüklü böcek camın önünde. “Bakma len bana.” dedim. İşaret parmağımla sırtına dokundum. Dediğin kadar iğrençmiş gerçekten. Sonra ne yaptım biliyor musun? Baş parmağımla işaret parmağımı yuvarlak oluşturacak biçimde birleştirdim veee pat… bir darbe ile onu artık çürümeye başlayan kasımpatıların arasına uçurdum.
Canı yanmış mıdır sence?
Kahvem nerde ya?
Hah buradaymış. Bir yudum aldım, sigaradan da bir nefes. Kül yere düştü. Şöyle bir baktım. Ayağımı sağa sola hareket ettirerek dağıttım külü. Ben sağlağım. Gerçekten böyle bir kelime var mı sence? Sana soruyorum, biyolog olan sana. Dilci olan benim oysa. Sol elimin işaret parmağını cama değdirdim.
Puf… puf… puf…
Buğulanmasını çoğalttım camın. “Ghost song” dedi Jim Morrison beynimin içinde. Son haftalarda en çok onunla yakınlaştım.
Kaç parmak değdi bu camlara. Yüzlerce mi acaba? Binlerce de olabilir, altmış üç yıllık bir binanın camları sonunda. Abartmış olabilirim, kızma.
“İntihar korkakların işidir.” yazdım cama. Ama sol işaret parmağımla. Iııyy ne çirkin yazı! Sağ el parmağım olsa güzel mi olacaktı sanki. Altına da “intihar cesurların işidir.” diye yazdım. Bir, iki, üç adım geriledim. “üççç” derdin ç harfini uzatırken “benim uğurlu sayım.” Üç adım attım ve yere oturdum. Gözlerim cama sabitlenmiş.
Benim salak sesiyle zilim çalıyor. Bana kimse gelmez. Yandakilere gelenler çalıyordur yine. Açmıyorum, açmıyorum zırrr zırrr basıp duruyorlar. Özellikle fosforlu bir kırmızı kalamle 0 (sıfır) yazdım apartman girişindeki zile. Yok anam çalacaklar yine. Üniversite öğrencileri ama okumuyorlar yine de.
Çalmayın be!.. Neyse açayım bari.
…
Geldim. Aynı yere oturdum. Haaa bu arada gelen pizzacıymış. Ben sipariş etmedim tabi ki. Gidip alıyorum. Bir alana bir bedeva. Amma beleşçi oldum haaa…
Bir dakika… zilin pili varmış galiba. Bir arkadaşım söyledi. Sen tanımazsın. Senden sonra tanıştım. Akıllı ve efendi bir kişi. Ama çay içmelik, fazla derin konulara giremezsin.
Artıııııkkkk zilim çalmayacak. Neden mi? Pili yokmuş, ben de çekip kabloları kopardım. Oh be. Adam bana yedi ay falan önce söyledi. Niye yapmadım şimdiye kadar.
“Sen tembelsin oğlum.”
Yok be o kadar da değil.
“Yemeye, içmeye, eğlenmeye üşenmezsin”
Bak o doğru.
“Zamanında yaptığın bir iş var mı acaba senin!”
Gülümsedim. Görmemişsindir tabi. Kaç kilometre uzaktaydın benden? 150 kaçtı?
Doğru diyorsun yine. Tuvalete bile geç giden biriyim değil mi sonunda? Camdayım yine. Cesur görünüşlü korkağım ben yaaa… Çünkü yazdıklarımı düşünüyorum da.
“Ne?”
Cama yazdıklarımı ya…
“Haaa”
Hah ya. Ya ben yaşamayı zaten beceremedim. Ölmek istedim mi? İstedim. Denedim mi peki? Ölmeyi. Nerdeee…
“Beceriksiz adam. Neyi becerdin ki zaten!”
Bir şeyi becermişimdir her halde?
“Kocalığı?”
Hiç.
“Babalığı?”
Eh, biraz.
“Sevmeyi?”
…
“Sevmeyi?”
…
Üst kattan kapı gıcırtısı geldi yine.
“Sevmeyi? Aptal! Sevmeyi becerdin mi? Cevap versene!”
Cevabını bildiğin soruları sorma bana. Bana acı veren soruları sorma, cümleleri kurma. Tek ilişki kurduğum klozet borusunu günde dört defa kemiren lağım faresi son aylarda. O da benim gibi beceriksiz galiba. Ama helâl olsun istikrarlı haa… hiç pes etmiyor sürekli kıtır kıtır.
Dışarıda yağmur durmuş. Uuuvvv diye sesler geliyor. Rüzgâr. Bir kasımpatı yaprağı cama yapıştı. “İntihar cesaret işidir” yazısının tam arkasına. Kalktım çömeldiğim yerden. Bakmanın anlamı kalmadı artık. Benim veremediğim kararı, doğa… ya da ne bileyim Tanrı verdi. Ve yaprakla da tebliğ etti.
Midem bana bir şey söyledi az önce. Bas bir gurultu.
“En son ne zaman doğru dürüst bir şey yedin?”
Doğru dürüst?
“Yemek!”
Dün sabah poğaça yemiştim.
“Geri zekâlı akşam olmak üzere! İki gündür aç mısın?
Kahve ve sigara tok tutuyor.
“Allahımmmmm”
Annen niye ölmüyor bir türlü yaaaa?
“Hııı?”
Annen
Bir türlü
Niye
Ölmüyor?
Şiir gibi oldu böyle alt alta yazınca. Tamam ya… ölmesin diyeceğim ama, o yaşadıkça da sen onun yanında olmaya ve ona bakmaya mecbursun. İyileşse de oradasın. Tek çocuk olmanın mesuliyeti. Bak bana anne babayı at kardeşlerin sırtına… çocukları da bırak annelerinde… ooohhh…
“Saçmalama.”
Sana göre saçmalamak olabilir. Bana göre mantıklı olan bu. Hem izafi değil mi sonuçta her şey?
“Annemle felsefe yapamazsın.”
Kızdın bana. Annen okuma yazmayı bile bilmiyor. Onunla felsefe yapamam tabi kiii deeeee…
“Tövbe, tövbe!”
Gözlerim cama kaydı yine. Yaprak düşmüş. Bir kedi sesi duyuluyor derinden. Tövbe etmeye kalksam ne kadar vaktimi alır acaba. Yok, ben üşenirim tek başıma. Kiliseye gideyim. Arada kaynar, sabırlı bir papaz bulurum. Anlattıklarımdan sonra beni bulmak istese de bulamaz Hıristiyan cemaati arasında. Olmaz galiba?
“Tabi ki olmaz.”
Niye?
“Cemaatlerinden olmadığın için giremezsin günah çıkarma odasına.”
Hah haaaaayyyy… o kolay. Sorun, beni o kadar uzun dinleyecek sabırlı birini bulmakta.
Hani siyah renkli, sırt çantamın sürtünmesiyle pütür pütür olan kabanım vardı ya… yere düşmüş. Bir kolu bükülmüş. Kendi kolumu da öyle yaptım. Omzum ağırdı. Geriye doğru bayağı zorladım da. Salağım galiba? Kahve yapacağım. Gözlerim biraz karardı sanki. Masaya oturdum. Üzerine sadece bir şeyler koymak için kullandığım masaya. İlk defa buraya oturdum ve ajandama bir şeyler yazıyorum. Tuhaf geldi. Dur, kahveyi yapayım. Yanmayan hâliyle bir sigara çatlamış dudaklarımın arasında. Soğuktan çatlamıştır dedim ama, daha önceki çatlamalara da pek benzemiyor. Dişlerim de çok sızlıyor bu aralar.
Telefonu elime alıyorum mutfağa giderken. Mesajlara ve bilumum şeylere bakıyorum. Niye mi? Senden bir haber var mı diye. Ne mi bekliyorum? Birçok insanın beklediği şeyleri beklememem gerektiğini söyledim kendime. Bekliyorum.
“Seni özledim?”
Değil.
“Yanına geliyorum?”
Değil.
“Pişmanım?”
Saçmalama! Pişman olması gereken benim.
“Ne o zaman Allahın cezası?”
Kahveyi yaptım. Sigarayı da yaktım. Midem guruldadı yine. Bu kez biraz daha uzun… ve iki kere. Masaya oturdum. Kalemi almaya uzandım. Baş ve işaret parmağımı arasına aldım. Gücüm hiç yoktu sanki. Tam masadan havalandırdım düştü. Pat diye bir ses çıkardı. Midem de kendi sesini. Cama baktım yine. Buğulanma o kadar artmış ki cümlelerimin belirginliği azalmış. Hafifçe sola eğilip oturduğum sandalyeden kapıya baktım. Kalbim sıkıştı sanki. Sağ elimle üç defa sıkarak rahatlatmaya çalıştım. Yok, nefesim de daraldı. Ayağa kalktım. Sendeledim. Çekyata attım kendimi. Başımı arkaya atıp, ayaklarımı öne doğru uzattım. Sigarayı küllüğe koymuştum. Yana yana izmaritine yaklaşmış. Masayı yakacak şimdi. Düşecek biliyorum. Dur kalka… iki saniyelik karanlık. Kalbimi sıkıştırmaya devam ediyorum. Bu kez sol elimin parmakları da yardıma geldi.
Annen ne zaman öle…
…
“Annem hâlâ yaşıyor geri zekâlı. Hem de kanseri yendi. Amcamın yanında köyde şimdi. Keyfi yerinde. İçeri mi nasıl girdim? Kapın Allaha emanetmiş zaten. İtince açıldı. Kahveyi yarısına kadar içebilmişsin. Haaa bu arada sigaran masaya düşmüş. Ama masayı yakmamış, korkma. Geldim bunca yıl sonra senin olmadığına. Camdaki yazılar, camın kiriyle kaynaşıp fosilleşmiş. Senin bağdaş kurduğun üç adıma bağdaş kurdum ben de. Yazdıklarının silüetine bakıp durdum dakikalarca. Kedi miyavlaması duyuluyor yine. Beslediğimiz sokak kedilerinden biridir. Çocukların gelecekmiş evini boşaltmaya. Hiçbir şeye dokunmamaya özen göstersem de, camda yazdıklarının üstüne “yaşamak cesurların işidir” diye yazdım. Hem de sol elimin işaret parmağıyla. Bayatlamış kahvenden bir yudum aldım. Tadı korkunçtu. Yüzümü ekşitecek kadar. Ajandayı alıyorum müsaadenle.”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.