İkindi Uykusu
Uyandı. Mezarından filizlenen mahşer meyveleri gibi inleyerek, ağır ağır doğruldu yatağından. Vücudu sızlıyordu; elleri, ayakları, sırtı, boynu… Tüm bedeni her biri ayrı telden çalan asi bir koro gibi senkronize şekilde gürültü çıkarıyor, zonkluyor, kendince şoklar gönderiyordu. Azalarının isyanına her zaman kulak tıkardı adam. Onları duymazlıktan gelir, kendine dair her zamanki gamsızlığını büyük bir keyifle sürdürürdü. Bu kayıtsızlık, bu hor görüp alaylama bir çeşit kendini cezalandırma yöntemiydi. Fakat bu sefer içinde her zaman ki bayağılıktan uzak derin bir his belirmişti; farklı, can yakıcı, soğuk. Daha içerde ama bir o kadarda dünyam dediği dışsal paçavralarıyla tümleşik olan bir şey. İnce bir sızıydı, neyin sızıntısı? Neyin boşluğuydu içine çökmesine sebep?
Pislik içindeki pencerelerinin ardına baktı. Güneş batıyordu, güneş sanki -kalbinde- batıyordu.
İlkbahara yetişemeyen, geç kalmış bir çiçek gibi hissetti kendini. Soğuğa göğüs gerip, tüm çirkinliğiyle tırtıl kalmış has bir kelebek yada… Pamuk şekeri bulutlar arasından bir hüzünlü nida ile batıyordu ya gün, ardına bakmayan ama ‘ardında’ baki kalan sevgililer gibi.
Eğer elinde olsaydı bulutları bir iki silkeleyip tekrar beyazlatır, güneşi avuçlar; tekrar yukarı, ait olduğu zamana yerleştirirdi usulca. Belki tekrar sabahı görebilirdi o zaman, belki tekrar baharı getirebilirdi yüreğine. Ama o, hafızası olmayan hastalıklı bir adamdı. Değil ki ilk baharı getirmek pencereleri dahi açmazdı. Bugün günlerden neydi? En son ne zaman yemek yemişti? Ne zaman bir insanla konuşmuş, ne zaman gerçek bir gülümsemeyle ıslatmıştı kalbini? Dahası, en son ne zaman sevmişti yüreciği başka bir yüreği? Tüm bu sorular bir tahta kurusu gibi yüreğini kemiriyor, aklının ip salınmaz karanlık kuyularında bir o yana bir bu yana geziniyordu.
Tüm düşüncelerden bunalmış, rahatsızca kımıldandı yerinde. Vahşi bir hayvan gibi önce isyan etmek istedi bu yüreğini sıkıştıran kafeslere. Sonra vazgeçti, en kolay yoldan. Yapmakta en iyi olduğu şeyi yapmaya başladı tekrar, seyretti akıp giden zamanı. İyice örtüsüne büründü, örtüler ısıtabilirmiş gibi ruhları.
Söz konusu insan olunca gerçek nedir? Bu soru eskiden beri aklını kurcalardı. İnsanı insan yapan anlayışı, aklı ve duygularıyla algıladığı ve tecrübe ettiği şeyleri yorumlayışı –yani bilinci-değil miydi? O zaman kişinin, doğru kabul ettiği ve ona göre hareket ettiği her şey –yanlış yada batıl olsalar da- onun için doğru sayılmazlar mıydı?
İşte onun doğruları da daha çok böyle doğrulardı. İnanmak istediği, çoğu kez inanmaya mecbur olduğu doğrular. O doğru, sanal dünyasıydı. Karşısında duran, beyaz renk kaplaması sarıya durmuş tozlu ve yorgun elektronik yığıntısı.
Ne pislik içindeki odasının ne çift haneye dönmüş cevapsız arama sayısının ne de gece-gündüz çevriminin farkındaydı. Tüm arkadaşları son kullanma tarihi geçmiş market ürünleri gibi topluca çöpe atılmış, telefon rehberi haricinde kişi olmaktan çıkmışlardı. Bir geleceği yoktu düşünde. Bir düşüncesi yada bir fikride yoktu aslında ya… Herhangi bir şeye yorum yapmayı gereksiz buluyor, sanal gerçeği dışındaki hiçbir şey ilgisini çekmiyordu. Bilgisayar başında olmadığı nadir zamanlarda uyuyor yada boşluğa bön bön bakıyordu manasız. Böyle zamanlarda kendini sinirleri alınmış, ruhsuz bir ceset gibi hissederdi. Ne acı duyardı ne de bir şeye sevinirdi. Evde onunla birlikte yaşayan diğer insanlar aile kavramından çok uzakta birer uzaylı varlıktı onun lügatinde. Bu varlıklar kendi ‘yörüngesine’ çok yaklaşınca terör estirir, eski bilgisayarının arza verdiği pek çok durumda internet kafelerin dumanlı boğuk havalarına giriftar olur, diğer müptezellerle birlikte ciğerlerini ve ömrünü tüketirdi amaçsızca.
Bir şeye de çok gülerdi. Oynadığı tüm o oyunların beynine giren bin bir çeşit sanal efektin hayatına gerçeğe yakın bir şekilde sirayet ettiğini görürdü. Belli bir duruma belli bir harekete sanal dünyasından sesler ve hatta görüntüler getirirdi beyni. Örneğin ışığın düğmesine bastığında, gerçek olmayan, sanal âleminden gelen bir ses imajlardı. Ya da önüne çıkan bir engeli tek hamlede kırıp dökebileceğini hisseder -ki bu bazen insanlar da olurdu- fakat ona yaklaştıkça mantığından kalan son kırıntılar onu bundan men edip gerçek dünyayı bir nebzede olsa hatırlatır ve onu bunu yapmaktan vazgeçirtirdi. Duvarlar üzerinde gördüğü/hayal ettiği yazılara yada küçük, ansızın görünür gibi olup kaybolan yaratığımsı; olmayan ama görünen varlıklara ise diyecek bir şeyi yoktu…
Ama şimdi, tüm bu eğlenceli bulduğu yanılsamalar bir hezeyanın, burnunun direklerini sızlatan geçmiş güzel günlere özlem duygusunun ağırlığı altında eziliyordu. Soğuk insanı yakabilir miydi? Evet. Hem de cayır cayır. Doldurulamayan boşluklar ağırlık yapabilir miydi? Evet, hem de tonlarca. Sessizlik kulak tırmalar mıydı? Ekran kapanınca, çın çın…
Güneş en nihayetinde kaybolmuştu artık, yeryüzündeki son soluklarını an be an izlemiş, tek bir nokta haline gelene kadar bu ışıktan sağanak içinde mest olmuştu adam. Ama artık ne ısısı vardı, ne ışığı… Bitmişti; kaçırmıştı onu. Güneşi yitirmişti yine, son kez gibi, hiç doğmayacak gibi.
Bir an yaşayamadıkları geldi gözünün önüne. Kaçırdığı yaşamlar, dokunamadığı yürekler geldi yadına. Sevdikleri geldi; ona ilham veren, hayat ışığı saydığı pek çok şey i istifleyip üst üste dizmiş ve tozlanıp çürümelerini seyretmişti. Sanki asırlardır gökyüzüne bakmamış, asırlardır bir çiçeği koklamamış; yaşam denilen şu mucizenin çok ama çok küçük bir kısmında sıkışıp kalmış, yaşayıveriyordu. Pikseller yağmur sonrası toprak gibi burcu burcu kokamazlardı. Sanal rüzgârlar samyelinin yerini tutmaz, hiçbir sanal dost elektrikler gittiğinde “dost” olamazdı.
Bunları bilmek, bu aptal ekranın karşısında geçen yılları aklına geldikçe, ona ağır geliyordu. Yıllarını demirleyecek sakin bir liman arayarak geçirmiş yorgun kalbi bu gerilimi daha fazla kaldıramadı. Önce derin bir nefes aldı adam, daha sonra duvarları yıkılan barajlar gibi bıraktı kendini sonsuz vadilere. Ağladı; kaybettiklerine ağladı, bulamayacaklarına ağladı. Sarsılarak, hıçkırarak, annesini kaybetmiş öksüzler gibi ağladı. Kimseye duyurmadan, duyuramadan.
Nihayet göz pınarları kuruduğunda yine o boş bakışlarla güneşin battığı yere baktı uzun uzun. Bir iki şey mırıldandı kendisinin de anlamadığı. Sonra “Şimdi?” diyebildi kendi kendine. “Peki, şimdi?” Aynı boşluk hissi bir kez daha havada asılı yakalamıştı onu. “Peki, ŞİMDİ?!!!” Sesi bir kez daha yankılandı bu karanlık boşlukta.
Bir şey diyemedi adam. Çünkü verecek cevabı yoktu. Kalktı ve bilgisayarının başına geçti, düğmesine bastı. Derin bir inilti geldi fanlardan, uyanan bir adamın iniltisi gibi…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.