- 1362 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
CİCİ ANNEM ÖLSÜN !
İstanbul’da bir kasaba lisesi. İkinci dönem ders yılının başladığı ilk gün. O okula yeni tayin olan yılların Edebiyat Öğretmeni Ece Hanımın okuldaki ilk dersi. Çocukları tebessümle selâmlayıp kürsüsüne oturduktan sonra, yine gözlerinden tebessümü eksik etmeyerek, sevecen bakışlarla tek tek gözlemledi yeni öğrencilerini. Uzun, topuz saçları, gözlüğü, blûz ve etek şekli ile tıpkı klâsik romanlardaki kadın kahramanları andırıyordu. Öz çocuklarına bakışından hiç de farklı değildi öğrencilerine bakışı. Önce kendini tanıttı onlara. Sonra ayağa kalkıp yanlarına kadar gidip tek tek tanıştı her birisiyle. Rahatlamıştı çocuklar. Yeni öğretmenlerini çok cana yakın , sevecen bulmuşlardı. En arka sırada oturan bir erkek öğrenci dikkatini çekti en çok. Sık sık yüzü kızarıyordu çocuğun. Bir şeylerden utanıyor gibiydi sanki. Büyük bir suç işlemiş, ya da önemli bir ayıbı olan bir görüntüsü vardı sanki. Teneffüste yanına kadar gidip konuşmak istedi.
’ Anlat bakalım Halil ! Kimsin sen, neyin nesisin ? Nedir senin bu ürkek, utangaç ve mahçup halin ? ’ Şaşırdı çocuk, bocaladı.
’ Hiiiç. Halil’im işte ben Öğretmenim. ’
’ Sadece Halil değilsin sen bence. Söyle bakalım nerede oturuyorsun ? ’
’ Hacılar Köyü’nde oturuyorum Öğretmenim. Oradan gidip geliyorum . ’
Acaba köylü çocuğu olmasından mıydı bu sıkılganlığı, mahçubiyeti ? Aklından ilk geçen bunlar oldu önce.
’ Köylü olmak ayıp mı oğlum ? ’
’ Neden ayıp olsun öğretmenim ? Ben köylülüğümle daima gurur duyarım. ’
’ Ne güzel işte ! Aferin sana. ’
’ Peki ama oğlum, sende normal olmayan bir hâl var. Sanki bir şeylerden utanıyor, sıkılıyor gibisin. Rahat değilsin yani. Nedir senin bu hâlinin sebebi ? ’ Ağlayacak gibi oldu çocuk. Gözlerini saklamak istedi öğretmenden. Başını çevirdiğinde yaşlıydı gözleri.
’ Öğretmenim, benim babam annemi bırakıp gitmiş. Başkasıyla evlenmiş. Hem de ben daha küçücük bir çocukken. ’ Hızlandı çocuğun gözyaşları. Duygulandı bu defa öğretmen de. Başını tutup göğsüne yasladı çocuğu, annesi gibi. Daha rahat ağladı çocuk, hem de uzun süre ağladı. Bir süre sonra başını kaldırdı çocuk öğretmenin göğsünden.
’ Affedersiniz öğretmenim . ’ dedi yine mahçup bir sesle. Bir süre gözlerine baktı çocuğun. Islak çayırlar kadar canlı ve yeşildi gözleri. Ne kadar masumdu ?
’ İyi de oğlum ; utanması gereken sen değilsin ki ! Baban utanmalı. Bırakıp giden oymuş çünkü ! ’
’ Ama babasız kalan benim öğretmenim. Sizin babanız varsa, asla anlayamazsınız elbet . ’ Bu defa öğretmen duraksadı. Gözleri okyanuslar ötesine kadar gitti adeta. Ayağa kalktı.
’ Anlayamam ha, anlayamam demek ! Sen bir erkek çocuğusun, baban terk etti diye utanıyorsun. Seni anlayamayacağımı söylüyorsun. Peki sen, bir kız çocuğunun babası tarafından terk edilmesinin ne demek olduğunu anlayabilir misin ? ’
Daha fazla konuşamayacağını anladı kadın. Gözleri, kapakları patlamak üzere olan bir barajı andırıyordu şimdi. Fakat o bunu göze alamayacaktı. Bir tek kelime daha söyleyemeden sadece omuzuna dokunarak kendisini anlamasını bekledi. Sakin olabilmek için kendisiyle mücadele etti o anda. İçinden koşarak oradan ayrılmak gelse de o, arkasını dönerek yavaş adımlarla uzaklaştı çocuktan. Arkasına bir daha bakmadan çıktı sınıfın kapısından. Doğruca lâvaboya gitti. İşte orada, aynanın karşısında izin verdi kapakların patlamasına. Gözyaşları musluktan akan sularla yarış etmeye başladı. İşte o anda, o aynanın karşısında bir anda tüm geçmişi gözlerinin önüne gelmeye başladı. Üç kız kardeşi anneleriyle birlikte, geçim zorluğunu bahane ederek, onlara daha güzel bir hayat vaat edip Almanya’ya çalışmaya giden ve orada bulduğu başka bir kadın yüzünden onları unutan babaları geldi aklına. Üç kız kardeş anneleriyle birlikte ne zorluklar çekmişlerdi. Çok kısa sürmüştü babalarının para göndermesi. Yokluğa, erkeksizliğe, korumasızlığa karşı özellikle annelerinin verdiği mücadele gerçekten övgüye değerdi. ’ Canım anneciğim, keşke yaşasaydın da sana rahat yüzü gösterebilseydik !’ dedi sesini kimseden esirgemeden. Fakat lâvaboda ondan başkası yoktu. Olsa da fark etmeyecekti. Haykıracaktı herkese annesinin nasıl bir kadın olduğunu ve babasının vefasızlığını.
Halil tuhaf duygular hissetmeye başladı o andan itibaren. Sanki utancı, çekingenliği üzerinden atılır gibi olmuştu. Bir o değilmiş yeryüzünde babası tarafından terk edilen. Utanması gereken o değilmiş aslında. Teneffüste, koridorda yürürken etrafına boş gözlerle bakıyor hatta kendi kendine konuşuyordu şimdi.
Akşam eve döndüğünde annesine öğretmenini anlattı :
’ Bu gün yeni Edebiyat öğretmenimiz geldi anne. Adı Ece Hanım. Çok iyi birisi. ’
’ Hayırlı olsun oğlum. Öğretmenler hep iyi insanlardır zaten. Onları her zaman sev, say. Onlardan öğreneceğin çok şey var. ’
’ O çok özel biri anne. Diğer öğretmenlerden çok farklı. Senin gibi, anlayışlı, duygusal ve sevecen. ’
’ Ne kadar güzel. ’
’ Biliyor musun anne ; onun annesini de babası terk etmiş. Hem de üç kız kardeş ve bir anneyi birden bırakmış. ’ Duraksadı kadın. Kocası aklına geldi bir an. Yıllar önce ilçedeki vergi dairesinde memur olarak çalışırken orada tanıştığı, kendi gibi tahsilli, memur bir kadın yüzünden kendisini terk ettiğini hatırladı.
’ Oğlum sana söylemek istediklerim var . ’ deyip oturdu kadın. Oğlunu da yanına, dizinin dibine çağırdı.
’ Söyle anneciğim . Senin her söylediğin emirdir bana, en kutsal görevdir. ’
’ Sana vasiyetimdir oğlum : Bir kere mutlaka okuyacaksın. Okuldan vazgeçmek asla yok, tamam mı ? ’
’ Söz anneciğim. Mutlaka okuyacağım ! ’
’ Asıl önemlisi de şu oğlum : Mutlaka kendin gibi okumuş birini bulup, evleneceksin. Kendi ayarında biri olacak yani.’Çocuk bunu anlayamadı. Neden böyle bir şey söylüyordu şimdi annesi ?
’ Anlayamadım anne ! Ne demek istiyorsun ? ’
’ Bak oğlum ; baban okumuş biriydi. O yüzden vergi dairesinde memur oldu. Bense ilkokulu köyde bitirmiş cahil bir kadındım. Gün geldi beni beğenmez oldu, küçümsemeye başladı. Sonunda da kendi gibi tahsilli, görgülü memur bir kadın bulup bıraktı beni. Ben de onun gibi tahsilli biri olabilseydim, bırakmazdı herhalde. ’ İyice şaşırdı çocuk. Böyle bir şey olabilir miydi ? Ayağa kalktı birden. Şimdi isyan etmek istiyordu.
’ O zaman ben okumaktan şu anda vazgeçiyorum anne ! Lütfen bana izin ver. Eğer okumakla başkalarını beğenmeyen, küçümseyen, aşağılayan, bu yüzden eşini, çocuğunun annesini bile bırakabilecek birine dönüşeceksem ; ben okumak istemiyorum anne ! ’’
’ Yoooo ! Bırakamazsın ! Sana hakkımı helâl etmem, sütümü helâl etmem o zaman ! Okuyacaksın, ille de okuyacaksın sen ! ’
’ Niye okuyacağım anne ? İnsanları aşağılamak için mi, küçümsemek için mi ? Karımı beğenmeyip, çocuğumla bırakıp gitmek için mi ? ’
’ Kendine göre birini bulursun, o zaman bırakıp da gitmezsin işte. ’
’ Bak anne ; bir şartla okulu bırakmam ve ille de okuyabilmek için elimden geleni yaparım. Fakat şimdi bana bir söz vereceksin. Evlâdın olarak senden bir söz istiyorum anne . ’
’ Neymiş o oğlum ? Söyle de bileyim. ’ Tekrar oturdu annesinin yanına. Elini dizlerine koydu.
’Anneciğim, ben okuyacağım. Senin emeklerini boşuna çıkarmayacağım. İnşallah da önemli bir insan olarak hayata atılacağım. Fakat asla kimseyi küçümsemeyeceğim, aşağılamayacağım, insanları tahsilli ya da zengin olup olmadıklarına göre değerlendirmeyeceğim. Hatta insanları ırklarına, cinslerine, inançlarına göre de ayırmayacağım. Hepsini bir tutacağım ve hepsi de benim için değerli olacak. ’
’ Senden de bunu beklerim ben oğlum . ’ deyip alnından öptü oğlunu kadın gururla.
’ Fakat evleneceğim insanı da seçerken böyle davranacağım. Anlaşabildiğim, sevebileceğim, çocuklarıma annelik yapabilecek, sana da saygılı olacak biri olmasına dikkat edeceğim. Tahsilliymiş, zenginmiş, şuymuş, buymuş asla benim için önemli olmayacak. ’
’ Peki oğlum, sen nasıl istersen. ’
’ Henüz söyleyeceklerim bitmedi anne. Sana Allah’ın huzurunda söz veriyorum ki ; ben asla ne eşimi ne de çocuklarımı terk edip gitmeyeceğim. ’
’ İnşallah oğlum, inşallah ! ’
’ Ve senden şu sözü vermeni istiyorum anne : Eğer ben bir gün şaşırıp da eşimi ve çocuklarımı terk edersem eğer, işte o zaman bana hakkını helâl etmeyeceksin, sütünü helâl etmeyeceksin anne ! ’ Sustu kadın. Birden bire kabul edemedi bunu. Kolay değildi öyle, bir anne için sütünü helâl etmemek.
’ Yapma oğlum ; ya şartlar zorlarsa seni, mecbur olursan ? ’
’ Onun için senden böyle bir söz istiyorum işte anne ! En zor şartlarda bile sana verdiğim sözü unutmayıp eşimi, çocuklarımı bırakmak zorunda kalmamak için senden bu sözü istiyorum. ’
’ Anladım seni oğlum. İstediğin gibi olsun. Söz veriyorum sana. ’
’ Sağ ol anneciğim. Şimdi benim içim rahatladı işte. Sen de rahat ol artık. Çocuğun babasız kaldı belki ama eğer Allah nasip eder de torunların dünyaya gelirse, onlar asla babasız kalmayacak ! ’
Duygulandı kadın. Gözleri yaşardı. Sımsıkı sarıldı oğluna. Gözleri yaşlıydı şimdi anne oğulun. Dudaklarında her ikisinin de aynı dua vardı :
’ Allah hiç bir çocuğu annesiz, babasız bırakmasın ! ’
Yine bir Edebiyat dersinde Ece hanım öğrencilerini selâmlayıp kürsüsüne oturmuştu. Önündeki defteri incelemek için yakın gözlüğünü taktığında gözlüğünün üzerinden Halil’i gördü önce. Bir tuhaf oldu yine. Halil’in gözlerinde babasını görür gibi oldu. Birden babasına çok benzediğini hissetti çocuğun. Demek ki onu kendisine çekmesini sağlayan şey aslında babasına olan benzerliğiymiş. ’ O utancı banaymış demek ! Beni terk ettiği için yüzüme bakamıyormuş. Ah babam ; pişman mısın acaba bizi terk ettiğin için ? Yaşıyor musun şu anda, yoksa çoktan öldün de ruhun mu çıktı karşıma ? Sağlığında gelip özür dileyemedin de öldükten sonra mı özür dilemek istiyorsun benden ? ’ Çocukların şaşkın bakışları arasında derinlere dalmış, dudakları kıpırdayarak bir şeyler sayıklıyordu şimdi. Sınıfın derin bir sessizliğe büründüğü anda sert bir şekilde açılan kapı herkesi ürkütmüştü. Gözler kapıda bir anda beliren üç kişinin üzerinde yoğunlaştı. Çengel bıyıklı, iri yarı üç kişiden biri hızlı bir şekilde öğretmenin yanına gelerek kolundan tutup yapıştı. Şaşkınlığın yerini bir anda korku aldı hem öğretmenin hem de öğrencilerin gözünde.
’ Öğretmen hanım, gel benimle ! ’ Halil fırladı yerinden.
’ Bırakın onu, ne yapıyorsunuz ? ’ Koşarak onun yanına geldi birisi. Kolundan tutarak sarsmaya başladı.
’ Kimsin ulan sen ? Komunist falan mısın yoksa ? ’
’ Neden söz ediyorsun sen ? Ben Komunist falan değilim ! ’ Bu defa öğretmen bağırmaya başladı.
’ Yalvarırım bırakın onu. Tamam bakın , geliyorum işte. ’ Tahtanın önüne çıkan diğeri nutuk verir gibi konuşmaya başladı :
’ Daha dün beş Ülküdaşımız, Komunistler tarafından katledildi. Şimdi okulun bahçesinde toplanıp saygı duruşu yapacağız. Haydi herkes dışarı ! ’ Biri öğretmeni kolundan tutup çıkarırken diğeri de Halil’in ensesine bir tokat, arkasına da bir tekme patlattı.
’ Sen de ayağını denk al aslanım. Bir dahaki sefere affetmem sıkarım kafana ! ’
Bir kaç dakika içinde bütün okul bahçede toplanmıştı. Sıraların arasında çengel bıyıklı adamlar ellerinde gazete ile örttükleri, silâh olduğu anlaşılan bir şeyler tutuyorlardı. Liderleri merdivenlerin başına, normal zamanlarda okul müdürünün konuşma yaptığı yere çıkarak nutuk atmaya başladı. Katledilen arkadaşlarından, ’ Başbuğ ’’dan, Osmanlı tarihinden ve ülkenin düşmanlarından söz ediyordu. Öğretmenlerin hepsi kilitli oldukları çay ocağında içlerinden söyleniyor, sesli bir şeyler söylemeye bile çekiniyorlardı. Aralarında Millî Güvenlik öğretmeni bir Albay da vardı. Ece hanım sanki bedeniyle oradaydı ama ruhu halâ babasıyla konuşuyordu. ’ Acaba yaşıyor muydu ? Terk ettiğine pişman mıydı ? Dönüp gelse, özür dilese, onu affedebilir miydi ? ’ Yıllar önce üç küçük kız kardeş anneleriyle yalnız kaldıklarında neler çekmişlerdi ? Köylerinde dul bir kadının yaşaması çok zor olduğundan şehre taşınmışlardı. Bir apartmanda kapıcılık işi bulmuşlar, güneş görmeyen rutubet kokan kapıcı dairesinde yıllarca neler çekmişlerdi. Hem çalıştıkları apartmanın işlerini yapmışlar, hem de günlük daire temizliğine giderek geçimlerini sürdürmüşler, bir taraftan da annelerinin ısrarıyla okumaya çalışmışlardı. Birden ağlama şokuna girdi. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu şimdi. Onu ilk teselli etmeye çalışan ilk bebeğine hamile olan Süheyla öğretmen oldu.
’ Korkmayın Ece hanım. Birazdan çıkarırlar bizi buradan. Bakın bana, hamile halimle bile korkmuyorum. ’
’ Ayşe, Ayşe ! ’ diyordu Ece hanım. ’ Öldü o, öldü ! Verem olmuş, kurtaramadık. Daha sekiz yaşındaydı ! ’ Şaşırdı Süheyla öğretmen. Korkudan şoka girdiğini sandı onun. Kalkıp kapıyı yumruklamaya başladı.
’ Kimse yok mu heey ? Kadın fenalaştı ! Açın kapıyı ! ’ Kimse cevap vermedi ona. Diğer öğretmenler de başlarına geldi. Onlar da teselli etmeye çalıştı.
’ Ayşe öldü, öldü. Kurtaramadık onu. Verem olmuş. Daha sekiz yaşındaydı. ’
En küçük kardeşiydi Ayşe. O kapıcı dairesinde hastalanmış, verem olmuş ve kurtaramamışlardı. Şimdi gözlerinin önünde bir neşeli oynarken bir de hastalanmış öksürürken, hasta yatağında can çekişirken görüyordu onu. Biraz sonra Polis sirenleri duyulmaya başladı. Teslim ol çağrılarına silâh çekerek karşılık verdiler. Daha sonra da kovalamaca başladı ve hiç kimse yakalanamadan baskın sona erdirildi. Çocuklar tekrar sınıflarına dönerken öğretmenler de hapsedildikleri çay ocağından çıkarıldılar. Halil en çok Ece öğretmenini merak etmişti. Aradı fakat bulamadı. Bin bir merak içinde soruştururken evine gittiğini öğrenip rahatladı. Ece Hanımın iyi olmadığını gören öğretmen arkadaşları onu evine kadar götürmüşlerdi.
Şimdi Halil olayı ve kendini sorgulamaya başladı. Bu insanlar Ülküdaşlarının katledildiği için okulu bastıklarını söylemişlerdi. Yani Ülkücüydüler, Milliyetçiydiler. Daha önce Ülkücülük, Milliyetçilik hakkında çok güzel şeyler duymuş, kendisini de böyle biri olarak görmeye başlamıştı. Milliyetçilik deyince Atatürk Milliyetçiliği aklına geliyordu. Ülkesini, milletini sevmek, tarihiyle övünmek. Ülkücülük de öyle. İdeal sahibi olmak, Türklüğü yüceltmek, Türk birliği kurmak, Dünya Türklerini bir araya getirmek için uğraşmak. Bunlar iyi, güzel fikirler olarak geliyordu ona. Anladığına göre en büyük düşmanları Komunistlerdi. Komunist ne demekti ? Onlara göre, Türk düşmanlığı, dinsizlik, ahlâksızlık, kötülük ! Öyleyse eğer, Komunizim elbette kötü bir şeydi ! Peki niçin okulu basmışlardı onlar ? Bu okulun tüm öğrencileri Komunist miydi ? Çay ocağına kilitledikleri Öğretmenler Komunist miydi ? Duyduğuna göre, hemen hepsi de bu okulun eski öğrencileriymiş. Öyleyse neden onlar da Komunist olmamışlar ? Arkadaşlarını katledenler bu okulun öğrencileri ya da öğretmenleri miydi ? Burada büyük bir çelişki vardı ! Milliyetçilik, Ülkücülük böyle bir şey olamazdı ! Onların bu hareketleri Milliyetçiliğe de Ülkücülüğe de yakışan hareketler olamazdı ! Eğer gerçekte buysa Milliyetçilik, Ülkücülük ; o zaman Halil’in bunu reddetmesi gerekecekti !
Ertesi gün okulda dört gözle Ece öğretmeni aradı. Fakat bulamadı. Diğer öğretmenlere sorduğunda, evinde istirahat ettiğini öğrendi. İki arkadaşıyla birlikte, müdürden hem izin hem de ev adresini alıp ziyarete gittiler. Ece hanım öğrencilerini karşısında görmekten çok mutlu oldu. Sevinçle karşılayıp içeriye davet ederken Halil’in elinden aldığı çiçeklere çok teşekkür edip vazoya yerleştirdi.
’ Çocuklar , gelmeniz beni son derece mutlu etti ama kıyafetimi mazur görün lütfen. Biraz dinlenme ihtiyacı hissettiğim için yatıyordum.
’ Ne demek öğretmenim ! Asıl biz özür dileriz. İstirahat etmenize engel olduk. ’ Gülümsemeyi yüzünden eksik etmemeye özen göstererek ayağa kalktı .
’ Ben size bir çay koyayım . ’ deyip mutfağa doğru yürüdü.
’ Siz zahmet etmeyin öğretmenim. Biz demlerdik çayı. ’
Yine gülücükle cevap verip mutfağa gitti. Çocuklar oturdukları salonu incelemeye başladılar. Salonun bir köşesindeki kitaplık dikkatlerini çekti en çok. Üçü birden ayağa kalkarak yaklaştılar kitaplığa. Çok ilginç kitaplar gördüler orada : Atatürk, Ömer Seyfettin, Necip Fazıl, Orhan Veli, Nazım Hikmet, Yaşar Kemâl, , Tevfik Fikret, Tolstoy, Dostoyevski, Emile Zola, Balzac, Marx, Lenin, Stalin. Çeşitlilik çok şaşırttı onları. O sırada salona dönen öğretmen onları kitaplığın başında görünce tekrar gülümsedi.
’ Kitaplığımı inceliyorsunuz ha ! Söyleyin bakalım ; sizce ben neyim ? Ha, bu arada ; eşimin ve kızımın kitapları da var orada elbet. Fakat, üçümüz de, benzer kitaplar okuruz genellikle. Fikirlerimiz de, görüşlerimiz de pek farklı değildir aslında. ’
Ne cevap vereceklerini bilemedi çocuklar. Gördükleri kitaplar, anladıkları kadarıyla tek bir ideolojiye ya da akıma, siyasi görüşe ait değildi.
’ Sizce ne olabilirm ben ? Milliyetçi mi, Komunist mi, ya da başka ? ’ Ne cevap vereceklerine bir türlü karar veremedi çocuklar.
’ Gelin oturun bakalım şöyle . ’ deyip salondaki koltuklara davet etti tekrar çocukları.
’ Çocuklar, size tavsiyem ; asla madalyonun tek tarafına bağlı kalmayın. Asla bir tek görüşün, fikrin, akımın tutsağı olmayın. Eğer bir tarafa kendinizi daha yakın buluyorsanız, o yoldan yürümeye karar verirseniz bile karşıt fikirlere asla gözlerinizi, kulaklarınızı, beyninizi kapatmayın. ’ Şimdi bir şeyler anlamaya başlamıştı çocuklar. Öğretmenleri her fikre açık, saygılı, hoş görülü biriydi. Sağı, solu, ileriyi, eskiyi hepsini okuyup anlamaya, doğru olanı bu şekilde bulmaya çalışan biriydi.
’ Siz kitap okumayı seviyor musunuz bakalım ? Neler okuyorsunuz ? ’ Utandı çocuklar, başlarını öne eğdiler.
’ Şey öğretmenim. Doğrusunu isterseniz, derslerimizden pek fazla vakit bulamıyoruz. ’
’ Kesinlikle bu doğru olamaz ! Eğer kitap okumanın ne kadar önemli olduğunu bilseydiniz, mutlaka ayıracak zamanlar bulabilirdiniz ! Sizinki zamansızlık değil çocuklar, kitap okumanın ne kadar önemli ve yararlı olduğunu bilmemek. ’ Tekrar ayağa kalkıp az önce demlediği çaylardan getirmek için mutfağa gitti kadın. O kadar hararetli konuşmasının arasında bile halâ yüzündeki gülümsemeyi ihmal etmemeye özen gösteriyordu. Çocuklar kendi kendilerine konuşmaya başladılar :
’ Öğretmen çok haklı çocuklar. Kitap okumak çok güzel olmalı. Mutlaka okumalıyız. ’
’ Doğru. ’
’ Bence de doğru. ’ Az sonra çaylarla salona döndü kadın.
’ Buyurun bakalım . ’, deyip hepsine tek tek ikram etti. Sonra da karşılarına oturdu tekrar.
’ Bakın çocuklar ; eğer kitap okumaya karar verirseniz, ben size kitaplarımdan emanet verebilirim. ’
’ Çok seviniriz öğretmenim. ’
’ Okuruz öğretmenim okuruz. ’
’ Çok iyi olur gerçekten. ’
’ Yalnız çocuklar, bir şeye dikkat edeceğiz. Bu kitaplardan bir kısmı yasak bir kısmını da ulu orta yerlerde okumak, göstermek tehlikelidir. Onun için siz şimdilik öykü ve romanlardan başlayın okumaya. ’
’ Tamam öğretmenim. ’
’ Yalnız benim size ilk sorduğum sorunun cevabı halâ söylenmedi ? Hani, ben neyim demiştim . Bakın çocuklar, izninizle söyleyeyim ne olduğumu : ’ Ayağa kalktı kadın. Duvardaki Atatürk posterinin yanına gitti.
’ İlk önce ben, Atatürk’ün bu ülkeye kazandırdıklarını görebilen, bunları inkâr etme gafletine asla düşmeyecek olan, onun bıraktığı mirasın değerini bilen, korumak için elimden geleni esirgemeyecek olan, vatansever, insan sever bir Türk kadınıyım ! ’ Birden alkışlamaya başladı çocuklar. Duygulanmışlardı.
’ Gerek yok çocuklar. Sadece dinleyin lütfen. Bu topraklar kolay kazanılmadı çocuklar. Bu özgürlükler kolay elde edilmedi. Hepimizin dedeleri, nineleri can verdiler, kan verdiler bu uğurda. Bunları inkâr etmek de, değerini bilmemek de, korumamak da nankörlüktür, ihanettir.
Ben Milliyetçiyim; Atatürk’ün tarif ettiği gibi. Ülkemi, insanımı, vatanımı severim, korurum, sahip çıkarım. Halkçıyım ; ülke toprakları üzerinde yaşayan herkesi sever ve kollarım, eşit sayarım. Asla ırkçı olmam. Bir zümrenin diğer bir zümre karşısında üstün, ezici, egemen olmasını savunmam. Ne köken ayrımı yaparım ne ırk ne de cinsiyet ! Çağdaşım ; dünyadaki tüm olumlu yeniliklere açığım. Yararlı olanlarından insanlarımın da yararlanmasını isterim. ’
’Peki hocam, din konusunda ne düşünüyorsunuz ? Atatürk galiba biraz dine karşıymış diyorlar ! ’
’ Öyle bir şey asla yok çocuklar. Atatürk bilinçli bir müslümandı. Gerçek anlamda dinimize de en güzel hizmetleri yapmıştır. Biliyor musunuz ; ilk Kur’an meali O’nun zamanında Elmalı Hamdi Yazır tarafından yazılmış ve basılmıştır. Bu çok önemliydi. Çünkü insanımızın dinini, kitabını çok iyi anlaması, hurafelerin tuzağına düşmemesi gerekiyordu. Fakat o bir lâikti ve herkese de laikliği tavsiye etmiştir. ’
’ Lâiklik ne demek öğretmenim ? ’
’ Bir defa şunu iyi bilin ki çocuklar ; lâiklik asla dinsizlik ya da din düşmanlığı demek değildir. Peygamberimiz (SAV)’ in benzer bir soruya örnek olarak gösterdiği, ’’ Senin dinin sana, benimki bana ’’ anlamına gelen o ayeti duymadınız mı ? ’
’ Evet öğretmenim, duyduk. ’
’ İşte o ayette anlatılmak istendiği gibidir aslında lâiklik. Bir çok kişinin iddia ettiğinin aksine, lâiklik aslında Kur’an’ın emridir. ’Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrı olması, devleti yönetenlerin tüm dinlere eşit mesafede olması, halkın din ve inanç hürriyetinin olması, herkesin başka din, mezhep ve inançtan olanlara karşı saygılı, hoş görülü olmasıdır aslında lâiklik.
’ Çok güzel bir şey demek ki. İnsan olan herkes bence lâik olmalı. ’
Tekrar ayağa kalkıp kitaplığa yaklaştı kadın.
’ Bu kadar nutuk yeter bu günlük. Şimdi birer tane kitap seçin bakalım. ’ Halil’in ilk gözüne çarpan Maksim Gorki’nin Ana adlı kitabı oldu. Biri Yakup Kadri, diğeri de Yahya Kemal’i seçti.
’ Her şey için çok teşekkür ederiz öğretmenim. Hem anlattıklarınız hem de bize kitaplığınızı açmanız çok güzeldi. En kısa zamanda okuyup yenilerini almak için tekrar geleceğiz. ’
’ Güzel olan sizlersiniz çocuklar. Ziyaretiniz beni çok sevindirdi. Şimdiden canlandım. Yarını iple çekiyorum , koşarak geleceğim okula. ’
’ Allahaısmarladık öğretmenim; bekliyoruz sizi . ’
’ Güle güle çocuklar, görüşmek üzere. ’
Ertesi gün çantasında okula götürdüğü ANA kitabını her teneffüste okumak için gururla çıkarttı Halil. Hararetli bir şekilde okumaya başladı. İnanılmaz bir haz almaya başlamıştı. Sanki onu etkilemek için özel olarak yazılmış bir romandı bu. Her satırında kendi duygularından bir şeyler buluyordu. Sınıf arkadaşlarının çok dikkatini çekmeye başladı. Yakın sıradaki kız öğrencilerden Serpil, ’ Komunist kitabı okuyor bu çocuk ! ’, diye içten içe tepki göstermeye başladı. Diğer arkadaşlarına da durumu aktardı.
Şimdiki dersleri Din Bilgisi idi. İsteğe bağlı olduğu için , bir kaç sınıftan katılan öğrenciler ancak bir sınıfı doldurabiliyorlardı. Öğretmen biraz gecikince gençler arasında bakışmalar, birbirlerine asılmalar başladı. O sırada Halil de birlikte oturduğu arkadaşlarına uyup, hiç de yapmadığı bir şeyi yapmaya kalkıştı. Ön sırada oturup yüzünü onlara doğru çeviren esmer güzeli bir kıza anlamlı bir bakış fırlattı. Kız da ona olumlu bir bakış atınca, bir anda yaptığından utandı, pişman oldu . Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Neyse ki sınıfa o anda giren öğretmen imdadına yetişti. Bir kaç gün sonraki Mevlid Kandilinden söz ederek derse başladı öğretmen. Peygamberimiz (SAV)’ in doğumundan, peygamber oluşundan, o zamanın kötü şartlarından, İslâm’ın , Kur’an’ın ve Peygamberimiz (SAV)’ in insanlığa verdiği yararlardan söz etti.
’ Çocuklar ; hani doktora gittiğinizde önce muayene olursunuz, hastalığınıza bir teşhis konur, sonra da buna göre ilâçlar verilir ya size ; işte Peygamberimiz (SAV) ’in doğumu, Kur’an’ın indirilmesi, İslâm dini de o günlerin şartlarına ve insanlarının ihtiyacına bire bir çare olarak Allah (cc) tarafından sunulmuştur. Çocuklardan biri parmak kaldırarak ,
’ O günün kötü şartları, insanların ihtiyacı, hastalığı neydi öğretmenim ? ’
’ Yaradan’ın bir olduğundan habersiz, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapıyor, onlardan medet umuyorlardı. Temizlikten, ahlâktan, bilimden, hoşgörüden, haktan, adalet duygusundan bihaberdiler. İnsanları para ile alıp satılan köleler olarak görebiliyor, özellikle kız çocuklarını utanç olarak kabullenip, diri diri toprağa gömüyorlardı. ’
’ Peki öğretmenim; bütün bu saydıklarınız o zamanın kötülükleriydi ve İslâm sayesinde düzelmiş. Çok güzel. O zaman bu gün böyle kötülükler yoksa, insanlar o konularda oldukça iyi bir duruma gelmişlerse, artık İslâm işlevini yitirmiş mi oluyor ? ’
’ Öyle şey olur mu çocuklar. Kur’an ve İslâm ,sonsuza dek İhtiyacımız ve rehberimiz olacaktır. ’
’ Peygamberimiz (SAV) bize İslâmı tüm dünyaya yaymamızı vasiyet etmiş midir ? Gerektiğinde zorla, savaşlarla tüm Dünya insanlarının İslâm’a inanmasını sağlamak her müslümanın görevi midir ? ’
’ İşte burası çok önemli çocuklar. İslâm’da asla zorlama yoktur. İslâm’ın böyle zorlamalarla müslüman olacak kimselere ihtiyacı yoktur. Her müslümana düşen görev, yaşantısıyla, imanıyla, ibadetiyle, temizliği ile, çalışkanlığı ile, güzel ahlâkı ile, müsbet ilimlerde gösterdiği başarı ile tüm insanlığa örnek olmak ve bu yolla insanları müslümanlığa özendirmek olmalıdır. ’
’ Öğretmenim, gâvurlar neden müslümanlara düşman ? ’
’ Önce şunu söylemem gerekiyor ki ; kimseye gâvur demeye hakkımız yok. Başka dinden olan insanlardan biliyorsak dinleriyle, bilmiyorsak yabancı olarak söz edebiliriz. Ülkemizde, aramızda yaşayan başka din ve mezhep mensuplarına inanç ve ibadet özgürlüğü tanımalı, onlara asla zarar vermemeli, düşmanlık etmemeliyiz. ’
’ Ama öğretmenim ; müslüman ülkesinde kilisenin, havranın, sinagokun ne işi var ? ’
’ Şöyle düşün bakalım : Yabancı ülkelere işçi olarak giden onca insanımız var. Oralarda ibadet edecekleri camilerin olması onları ne kadar mutlu eder ? Onlara oralarda ibadet özgürlüğünün tanınmaması onları ve bizleri üzmez mi ? ’
’ Bir de misyonerlik olayı var öğretmenim. ’
’ Evet. Sık sık gündeme gelir ve özellikle bizim ülkemizde çok kötü tepki görürler. Nedir misyonerlik ? Kendi dinini başka dinlerden insanların çoğunlukta olduğu ülkelerde, toplumlarda yaymaya çalışmak ! Size çok kötü gibi geliyor değil mi ? ’
’ Elbette öğretmenim ! ’
’ Peki müslümanlar aynı şeyi yapmıyorlar mı ? Dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan insanlar nereden öğreniyor da müslüman oluyorlar ? Aynı şeyi müslümanlar da yapıyor çocuklar. Misyonerlik de tepki gösterilmesi gereken bir faaliyet değildir aslında. Dininize güveneceksiniz. Siz onlardan daha iyi örnek olacaksınız. ’
’ Hocam şu kandil olayına dönsek ! ’
’ Evet çocuklar. Perşembeyi Cumaya bağlayan gece Mevlid kandilidir. Mevlid, doğum demektir. O gün Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (S.A) dünyaya gelmiştir. Tüm İslâm aleminde kandil olarak kutlanır. Camilerde Kur’an ziyafetleri yapılır, ibadetlerin toplu olarak yapılmasına özen gösterilir, müslümanlar birbirleriyle kandilleşirler, ziyaretler yaparlar. Özellikle anne ve babalar böyle akşamlarda mutlaka ziyaret edilmeli, hâl ve hatırları sorulmalı, elleri öpülmelidir. Böyle gecelerde tüm dargınlıklara da mutlaka son verilmelidir. ’
Baba sözü Halil’e dokundu. Anne babaların mutlaka ziyaret edilmesi gerekiyormuş. Dargınlık günahmış. O, babasına yıllardır gitmiyordu. Oysa okulunun olduğu kasabada oturduğunu, hatta evinin yerini de biliyordu. Çalan teneffüs zilinin sesiyle irkildi. Herkes koşarak sınıftan çıkmaya başlamıştı. Tam yerinden doğrulmak üzereyken, kendisine hızla yaklaşmakta olan, bir ayağı engelli, çok zor yürüyen bir kız çarptı gözüne. Ders başlamadan önce bakıştığı o güzel yüzlü kızdı bu. Elindeki kırmızı renkli hatıra defterini uzattı Halil’e.
’ Merhaba. Ben Suna. Şu deftere bir iki söz karalarsan çok sevinirim. ’ Şaşırdı. Karmakarışık duygular içindeydi. Önce ne diyeceğini bilemedi.
’ Ben de Halil ! ’, deyip ayağa kalkıp aldı defteri. ’ Olur, yazarım tabii, neden olmasın ? ’
Gülümsedi kız. Giderken arkasından tekrar yürümesini izledi. Allah’ım, ne kadar zorlanıyordu yürürken !
Mevlid Kandili geldi çattı. Köyde, okulda, minibüslerde, sokaklarda, gazete, radyo ve televizyonlarda hep kandil akşamının anlam ve öneminden söz ediliyordu. Hemen hepsinde de dargınların mutlaka o gece barışması gerektiği, eş dost akraba ve komşuların ziyaret edilerek kandilleşilmesinin ne kadar sevap olacağı, hele ki anne babayla mutlaka görüşülmesinin, onların hayır duasının alınmasının farz olduğu adeta Halil’in kulaklarının içine içine söyleniyordu.
’ Hayrola Halil ; bu gün sanki daha güzel giyinmiş gibisin. Senin için özel bir gün mü yoksa ? ’Ece öğretmendi yine. Dersin arasında Halil öyle özel görünmüştü o gün gözüne. Aslında oldukça da dalgın görünen bu çok sevdiği öğrencisinin dikkatini biraz da derse vermesiydi asıl amacı.
’ Evet Öğretmenim ; bu gün ben babamı ziyarete gideceğim ! ’ deyiverdi o anda. Aslında derin uykudan uyandırılan hatta bayıldığında ayıltılan bir insanın refleksi gibiydi onun bu sözleri. Söyledikten sonra kendisi de şaşırdı. Henüz bu konuda bir karar vermiş değildi aslında. Sadece düşünüyordu. Sevindi öğretmeni. Alkışlamak geldi sınıf arkadaşlarının içinden. İçi coştu çocuğun bir anda. Ağlayası geldi. Arkadaşlarının hiç umurunda olmadığını sanıyordu o güne kadar. Demek ki aslında babasızlığının üzüntüsünü içten içe onlar da paylaşmışlardı. Birden çok mutlu hissetti kendini. Artık kararı kesindi. Derslerinin bitip paydos olmasını sabırsızlıkla beklemeye başladı. Zil çalar çalmaz koşarak çıktı kapıdan. Koşarak yürümeye başladı babasının oturduğu eve doğru. İlk gördüğü pastaneden bir kandil simidi alırken bile aceleciydi.
Kapıya yaklaştığında bambaşka bir heyecan sardı ruhunu. Yıllardır görüşmemişti babasıyla. Yeni eşinden bir de kız kardeşi olduğu haberini almasına rağmen hiç görmemişti onu da. Elleri titredi kapının ziline uzandığında. Ya babası dargınsa ona ? Yıllardır gelmediği için unuttuysa, unutmak istemişse ? Ya kapıdan geri çevirirse ? Olumsuz duyguları dinî inancı sayesinde atmak istedi kafasından : O, Allah’ın emrettiği şekilde görevini yapmak isteyecekti, gerisi babasına kalıyordu. Elinde Kur’an-Kerim, başında beyaz bere ile açtı kapıyı babası.
’ Hayrola Halil ! Hangi rüzgâr attı seni ? ’ Sanki yıllardır görüşmediği oğlu o değilmiş gibisine, en ufak bir sevinç belirtisi göstermemişti adam. Fakat , herhangi bir mutsuzluk belirtisi de yoktu yüzünde. Duygusuzdu sadece. Elindeki kandil simidini babasına uzattı çocuk. Neden geldiğinin sebebini göstermek ister gibiydi.
’ Şey babacığım ; bu akşam mübarek Mevlid Kandili ! Annelerin, babaların mutlaka ziyaret edilmesi gerekiyormuş. Ben de Kandilini kutlamaya geldim . ’, deyip eline uzandı babasının, yılların hasretiyle doya doya öpmek hatta boynuna sarılmak istedi. Fakat sadece elini öpebildi, o da çok kısa sürdü.
’ Kapıda kaldın, gelsene içeri . ’ Birlikte salona geçtiler. Bir köşede yatmakta olan kadının baş ucuna gitti yine adam. Kadının gözleri kapalıydı, ağır hasta olduğu belliydi. 7-8 yaşlarında bir de kız çocuğu vardı başında hıçkıra hıçkıra ağlayan. Karşılarında bir yere oturdu Halil. Evin içinde derin bir hüzün havası hâkimdi. Ölüm sessizliği dense yeriydi.
’ Eşim hasta Halil. Doktorlar çok az ömrünün kaldığını söylüyorlar. Akciğer kanseri olmuş. Tıp çare bulamıyor, tedavi edilemiyor. ’ Bir anda değişik bir duygu kapladı çocuğun içini. Sanki anlayamadığı bir müjde, hayırlı bir haber almış gibi oldu . Neredeyse yüzü gülecekti. Kendine hâkim olmaya çalıştı ve içini saran bu değişik duygunun sebebini düşünmeye başladı.
’ Sen Selma’yı görmüş müydün daha önce ? ’ Utandı çocuk. Bir kardeşi vardı ama daha önce onu hiç görmemişti. Merak edip de görmeye bile gelmemişti. Şimdi yedi el yabancı gibi karşısında duruyordu.
’ Tabii nereden görmüş olacaksın ; yıllardır hiç gelmedin ki ! ’ Cevap vermek istedi babasına. Kendini ona karşı savunmak, her şeyin suçlusunun babası olduğunu haykırmak istedi bir an. Ama sustu. Suçlu olmayı o mübarek gecenin hatırına kabul etti.
’ Bak Selma ; bu senin Halil ağabeyin. ’ Şaşırdı Selma. Adını çok duymuştu ama hiç görmemişti ağabeyini. Koşarak gelip sarıldı.
’ Ağabeyciğim, canım ağabeyciğim ! Niçin hiç gelmiyorsun bize ! Ben seni çok seviyorum. Hiç görmesem bile çok seviyorum. ’ Yılların hasretiyle sarıldılar. Yabancılığı ilk dakikada atıverdiler üzerlerinden.
’ Ağabeyciğim ; annem hasta oldu benim ! Doktorlar onu iyi edemiyorlar ! Ne olur onun için dua et ! ’ Halâ içindeki duygu değişmemişti Halil’in. Her şey güzel bir olayın müjdesini verir gibi geliyordu ona. Kendinden utanmaya, içten içe nefsiyle kavga etmeye başladı. Babası Kur’an okuyordu kadının başında. Kardeşi ağlıyordu. Ama onun içinde değişik duygular kabarıyordu. Utandı kendinden ve bir an önce oradan ayrılmak istedi. Tekrar geleceğine söz verip ayrıldı . Şimdi koşarak köyüne, evlerine, annesinin yanına gitmek istiyordu.
Kapıyı açan annesine bir başka sarıldı o akşam. Önce elini öpüp kandilini kutladı. Sonra ana oğul oturdular yan yana.
’ Hayrola oğlum ; sende bir haller var bu akşam, anlat bakalım ! ’ Yüzü gülüyordu çocuğun. Sanki bir ölüm mahkûmu hastayı görmemişti bir kaç saat önce !
’ Anneciğim, kızmazsan sana bir şey söylemek istiyorum. ’
’ Ne demek kuzucuğum ; sana kızabilir miyim hiç ? ’
’ Anneciğim ; hani bu akşam kandil akşamıydı ya ! ’
’ Evet oğlum ; mübarek Mevlid Kandili. Peygamberimiz (SAV) efendimizin doğum günü.
’ Herkes Kandil akşamlarında anne ve babaların ziyaret edilmesi gerektiğini söylüyordu. Hatta farzmış da. ’
’ Evet, tabii öyle. Hatta yalnız Kandil akşamlarında değil, her zaman ziyaret edilmeli anne baba ve akrabalar. ’
’ Ben bu gün babama gittim anne ! ’ Duraksadı kadın. Yüzünü öfke değil ama derin bir hüzün kapladı bir anda. Yıllar önce kendisini çalıştığı yerdeki bir kadın uğruna terk eden kocası geldi gözlerinin önüne.
’ Kızdın mı anne ? Ne olur affet beni ! İstersen bir daha gitmem, vallahi gitmem ! ’
’ Ne demek oğlum ! Çok iyi etmişsin, elbette gideceksin. Her zaman da gidebilirsin ! ’
’ Sahi mi anne ; sahiden kızmadın mı bana ? ’
’ Tabii ki kızmadım oğlum . ’
’ Biliyor musun anne ; bir de kardeşim olmuş benim. Adı Selma. Onunla da tanıştım. ’
’ Duymuştum oğlum. ’ Şimdi içindeki gerçek duyguları açığa vurmak için hazırlanmaya başladı çocuk. Çok önemli bir müjde vermek ister gibi hazırlamak istedi annesini.
’ Anne , sana çok önemli bir şey söylemek istiyorum ! ’
’ Hayırdır oğlum ? ’
’ Hayır anne, hayır. Bence çok hayırlı olabilir. ’ Şaşırdı kadın, sustu ve çocuğun söyleyeceklerini sabırla beklemeye başladı.
’ Anne, hani babam bizi bıraktıktan sonra başka bir kadınla evlenmişti ya ! ’ Yine sustu kadın. Gözleri ıslanmaya başladı bu kez. Fakat çocuk o yaşları görebilecek gibi değildi o an.
’ İşte o kadın hasta olmuş anne. Kanser olmuş. Çaresi de yokmuş üstelik. Ölecek o anne, anlıyor musun ölecek ? ’ Birden tepki vermek istedi kadın. İki koluyla birden kollarından tutarak sarstı oğlunu. Daldığı gaflet uykusundan uyandırmak istedi.
’ Bu ne hal oğlum ? Öleceğini öğrendiğin bir insanın haberi böyle mi verilir ? Utanmalısın Halil, utanmalısın kendinden ? ’
’ Hayır anne, utanmıyacağım ! Ölsün o, ölsün ! ’ diye bağırmaya başlayınca o güne kadar hiç yapmadığı bir şeyi yapmak zorunda hissetti kadın kendini. Yıllardır hayatı birlikte göğüslediği, canı gibi koruyup kolladığı oğluna sertçe bir tokat attı . Şokta olduğunu anladığı oğlunu kendine getirmesi gerekiyordu. Şaşırdı çocuk. Hatırladığı ilk tokattı annesinden yediği. Ağlamaya başlayınca kadın da sarılıp ağlamaya başladı onunla birlikte. Ana oğul uzunca ağladılar birlikte. Ağlamaları azalıp sakinleştiklerinde anne sırtını okşayıp oğlunun, kendince özür dilemek istercesine bir de alnından öptü. Bağrından biraz uzaklaştırıp karşısına aldığında halâ iki kolu da oğluna sarılıydı.
’ Bak oğlum ; hiç kimsenin, bir başka insanın hatta herhangi bir canlının, felaketine de, hastalığına da, ölümüne de sevinmeye hakkı yoktur ve olamaz da ! Anladın mı ? Şimdi, hadi bakalım ; madem ki bu akşam kandil, doğruca camiye ! ’ Uykudan uyanmışcasına yerinden doğruldu çocuk. Yediği tokadı çoktan unutmuştu bile.
’ Haklısın anneciğim. Özür dilerim. Bu akşam cami çok kalabalık ve güzel olur. Üstelik hem vaaz hem de mevlid vardır. ’ Ceketini çıkartıp kollarını sıvadı ve doğruca lâvaboya gitti. Abdest alırken bir ara annesinin attığı tokat aklına gelse de unutmaya çalıştı. Yanağını yokladı. Hafiften gülümsedi. Çok tuhaf gelmişti aslında annesinin öyle bir tokat atabilmesi. Daha önce hiç öfkelendiğini bile görmemişti. Onu güçsüz zannederdi.
Etkili bir vaaz dinledi o akşam, olağanüstü kalabalık olan köy caminde. Peygamberimiz (SAV)’ in doğumu, ne kadar doğru bir zamanda dünyaya geldiği, faydaları, güzel ahlâkı çok etkiledi onu. Kendisine örnek alması gerektiğine inandı. Daha önce çok duyduğu çok eşlilikle ilgili sözlerini pür dikkat dinledi vaizin. O’nun neden bir çok kişi ile birden evlendiğini o da merak ediyordu. Günümüz müslümanlarının bu konuyu ne kadar suistimal ettiklerini, aslında O’nun himaye amaçlı birden fazla evlilik yaptığını, aynı çatı altında nikâhsız yaşamanın doğru olmayacağından hepsine nikâh kıydığını öğrendiğinde, dini adına çok daha mutlu oldu. Eve geldiğinde annesine anlattı. Kadın oğlunun iyi bir müslüman olacağına, Peygamberimiz (SAV)’in ahlâkını örnek almak istemesine çok sevindi.
’ Anne, aslında benim unuttuğum ama çok önemli bir meselem var. Seninle paylaşmak ve fikrini almak istiyorum. ’
’ Anlat bakalım oğlum ; gene ne var ? ’
’ Bir kız var anne , okuldan. ’
’ Vaay ! Oğluma bak sen . Âşık mı olmuş benim oğlum ? ’
’ Anne, aşk mıdır, yoksa başka bir şey mi ; anlatayım da sen karar ver. ’
’ Hadi anlat bakalım. ’
’ Geçen gün Din dersinde bir kıza öylesine bakacağım tuttu. Aslında hiç yapmadığım bir şeydi ama o anda nasıl oldu anlayamadım. ’
’ Olacak tabii be oğlum. Aslan gibi delikanlısın artık. Elbette gönlünün beğendiğini gördüğünde bakacaksın. ’
’ O , çok ileri derecede engelli bir kız anne. Bir ayağı engelli. Çok zor yürüyor. Ben onun sadece yüzünü gördüm, beğendim ve baktım. ’
’ Olabilir be oğlum. engellilerin canı yok mu ? ’
’ Aslında âşık falan olmadım, öylesine baktım anne. ’
’ Peki o bunun farkında mı ? ’
’ İşin zor tarafı da bu işte anne. Kız bunu fark etti ve yanıma kadar gelip bana bir hatıra defteri uzattı. Bir şeyler yazmamı istedi. ’
’ Abayı yakmış demek. Eee, yakışıklıdır benim oğlum elbet. ’
’ Anne, ben şimdi ne yapacağım ? Eğer ona boş verirsem, yüz çevirirsem, engelli olduğu için kendisini istemediğimi zannedip üzülür, bunalıma girer, günahına girmiş olurum. ’ Biraz düşündü kadın. Hatta ayağa kalkıp odanın içinde gezinmeye başladı kadın.
’ Bak oğlum ; sen bu akşam Peygamberimiz (SAV)’in ahlâkını örnek almak istediğini söylemiştin değil mi ? ’
’ Evet anne. Çok isterim O’nu örnek almayı. ’
’ İşte sana fırsat. Hatta , belki de imtihandır senin için. ’
’ Söyle anne ; o imtihanı geçmem için ne yapmam gerekiyor ? ’
’ O kızı sana Allah’ın gönderdiğine inanacaksın önce. Sonra ilgisine, sevgisine karşılık vereceksin. Seveceksin, âşık olacaksın ve onu Allah kısmet ederse, bir ömür boyu eşin olarak seçeceksin. ’
’ Peki anneciğim. Madem ki Allah gönderdi, ben de onu bir ödül olarak görüp seveceğim, âşık olacağım ve yaşadıkça eşim olarak bilip koruyup kollayacağım. Söz veriyorum. ’ Koşarak odasına geçti . Kızın verdiği hatıra defterini açıp ona ithafen bir şiir yazmak istedi. O engelliyse, kendisi de babasızdı. İkisinin de eksik tarafları vardı işte. Neden birbirlerinin o eksik taraflarının tamamlayıcısı olmasınlardı ?
’ Seninle aç değilim
Benimle susuz değilsin !
Yoldaşım, can yoldaşım..’ diye biten bir şiir yazdı ona.
Ertesi gün yine Din dersi için aynı sınıfta toplandılar. Sakin adımlarla yanına kadar geldi kız.
’ Bir defter vermiştim ; yanınızdaysa alabilir miyim ? ’ derken gözlerine gözlerine baktı kızın. ’ Allah’ım, hediyene çok teşekkür ediyorum , gerçekten de çok güzelmiş !’ dedi içinden.
’ Defter diyorum. Alabilir miyim ? ’ diye tekrarladı kız. ’
’ Tabii, tabii . Hemen vereyim . ’ , deyip uzattı defteri. Gerçekten de âşık olabileceğini anladı o an. Çok güzel bir yüzü vardı Suna’nın.
Bir başka dersi beklemeden Halil’in sınıfına kadar geldi ertesi gün kız. Aralarında tertemiz bir aşk başladı. Teneffüslerde birlikte gezmeye bile başladılar. Hayatından çok memnundu Halil. Onu bırakmayı aklının ucundan bile geçirmeye niyeti yoktu. Kısmeti olarak bilmiş ve kabullenmişti. Her fırsatta bir araya gelmeye başladılar. Okula gelirken, teneffüslerde ve paydoslarda hep birlikte oluyorlardı. Bir gün yine Halil’in sınıfına gelen Suna’yı Halil’in yokluğunu fark eden öğrencilerden Serpil yanına çağırdı. İkisi de Ülkü Ocakları üyesiydi ve oradan birbirlerini tanıyorlardı.
’ Suna, gel seninle dışarı çıkıp biraz konuşalım. ’
’ Hayrola Serpil, ne konuşacağız ? ’
’ Sen gel hele bir. ’ Okulun koridoruna çıkıp bir köşede durdular. Tek koluyla kolunu tutup adeta silkeledi Serpil Suna’yı.
’ Sen ne yaptığının farkında mısın Suna ? ’ Şaşırdı kız. Hiç bir şey anlamamıştı.
’ Ne diyorsun sen Serpil ? Ne yapmışım ben ? ’
’ Halil’den söz ediyorum Suna ! ’
’ Ne olmuş Halil’e ? Yoksa bir yere mi gitti ? ’
’ Onun Komunist olduğunu bilmiyor musun ? Yakışır mı bir Ülkücüye Komunistle gezmek ? ’’ Ne diyorsun sen Serpil , Halil bir Komunist mi ? İnanmıyorum sana ! ’
’ Kendine sor istersen ! Hatta çantasını ara bak ne bulacaksın ? Komunist kitaplarını çantasında taşımaktan, okulda herkesin içinde okumaktan bile çekinmiyor o ? O bir Komunist Suna, Komunist o ! ’ Hışımla uzaklaştı oradan kız. Paydos saatini iple çekti. Çıkışta hemen elinden tutup bir köşeye çekti çocuğu ve hiddetle sarsmaya başladı. Şaşırdı Halil. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu ki, Suna bağırarak sormaya başladı ona ;
’ Bak Halil, bana doğruyu söyle. Sakın saklamaya, inkâr etmeye falan kalkma ! ’
’ Ne oluyor Suna ? Nedir bu halin ? Neyi öğrenmek istiyorsun ? ’
’ Sen Komunist misin, değil misin ? ’
’ Ne Komunisti Suna ? Hem Komunist ne demek ? ’
’ Bana numara yapma Halil. Ver bakalım şu çantanı ! ’, deyip hiddetle kaptı çantasını ve kurcalamaya başladı.
’ Ne arıyorsun çantamda Suna ? Delirdin mi sen, nedir bu hâlin ? ’ Elinde çantada bulduğu ’’ ANA ’’ kitabını sallayarak ;
’ Delirdim ya delirdim ! Komunistin ne demek olduğunu bilmiyorsun ha ! Peki bu ne öyleyse ? Maksim Gorki kim ? Onun azılı bir Komunist olduğunu bilmiyor musun ? Kim olduğunu bilmediğin birinin kitabı ne arıyor senin çantanda ? ’
’ Peki Suna , ya sen, sen nesin öğrenebilir miyim ? ’
’ Ben bir Türk Milliyetçisiyim, Ülkücüyüm ! Başbuğum’un gösterdiği yolda Büyük Türk Birliği’nin kurulmasına ömrümü adamaya yeminliyim ! Bütün Komunistler de en büyük düşmanımdır benim ! Sevdiğim insanı bile tanımam ben bu yolda. Bu saatten sonra seninle sevgili falan değil can düşmanıyız sadece . Bunu böylece bil, aklından çıkarma ve bir daha da sakın karşıma çıkma ! ’
Delikanlının şaşkın bakışları arasında elindeki kitabı parçalara ayırarak hızla uzaklaştı oradan.
Karmaşık duygular içinde öylece kalakaldı bir süre orada. Sonra Allah’ına yöneldi :
’ Allah’ım, ben şimdi ne yapmalıyım? Senin hediyen olarak kabullendiğim kız beni haksızca terk etti. Oysa ben ona sahip çıkmaya, koruyup kollamaya kararlıydım. ’ Yavaşça oradan uzaklaşmaya başladığında içindeki duygular onun önemli bir sınavı atlattığı hissini uyandırmaya başladı. Evet bu bir sınavdı ve o kazanmıştı. Demek ki Allah onunla bir ömrü birlikte yaşamasını istememişti. Söz vermesine, çok istemesine rağmen ona aslında aşık olmadığını hissetti. Peşinden gitmenin, onu tekrar kazanmak için uğraşmanın gereksiz olduğuna ve ondan tamamen vazgeçmeye karar verdi. Şimdi kafasına en çok takılan , şu kendisine de yakıştırılan Komunistliğin ne demek olduğunu öğrenmesi gerekiyordu.
Hafta sonunda, bu defa yanında onunla çoktan arkadaşlığı kesme korkaklığı gösteren arkadaşları olmadan Ece Öğretmeni ziyarete gitti. Suna’nın parçaladığı kitabın yenisini alıp götürdü .
’ Öğretmenim, sizden önce bir özür dilemem gerekiyor. Emanetinize sahip çıkamadım, kitabınızı parçaladılar ve ben de yenisini almak zorunda kaldım . ’ deyip çiçeklerle birlikte kitabı da uzattı. Ece hanım böyle şeylere alışık olduğundan pek şaşırmamıştı.
’ Gel bakalım Halil’im ,hele geç içeri. ’ Salonda Ece hanımın eşi Kemal Bey vardı. Bir de onun yaşlarında genç ve güzel bir kız.
’ Kemal bey ; bu benim çok sevdiğim öğrencilerimden Halil. ’ Elini uzattı adam, öpmesine izin vermeyip tokalaştı.
’ Memnun oldum delikanlı. Otur bakalım şöyle. ’ Kızın kim olduğunu öğrenmek için heyecanlanmaya başladı Halil.
’ Bu da bir tanecik kızımız Sevim. ’
’ Memnun oldum efendim . ’, derken elleri titriyordu . Kız da ellerini uzattı ona. Terden ıslanmış elleriyle hafifçe tokalaştı.
’ Anlat bakalım Halil, nasılsın ? ’
’ Şey, iyiyim Öğretmenim, ama kitabınızı koruyamadım işte. ’
’ Nasıl oldu, saldırıya falan mı uğradın yoksa ? Sana bir şey yapmadılar değil mi ? ’
’ Hayır hayır, saldırı falan değil. Hiç bir şey olmadı bana. Ben aslında sizden son günlerde kafamı karmakarışık eden bir sorunun cevabını almaya geldim. Lütfen bana yardımcı olur musunuz ? ’
’ Ne demek oğlum, elbette yardımcı oluruz . ’, diye cevap verdiler kadın ve eşi birlikte.
’ Öğretmenim , Komunist ne demek ? Komunizm nasıl bir şey ? ’
’ Komunizm , aslında bir ütopyadır ! Yani, gerçekleşmesi mümkün olmayan hayâldir .’, diye söze başladı Kemal Bey.
’ Nasıl yani . ’, diye merakla sordu Halil. Sonra Ece hanım da söze girdi.
’ Aslında çok iyi niyetli bir rejim modelidir. Fakat, Sovyetler Birliği’nde bile gerçekleştirilememiştir. Asla da gerçekleşmeyecektir.
’ Sermaye, patron, zengin, yoksul diye bir şey tanımaz Komunizm. Herkesi eşit sayar. Herkes yeteneğine, gücüne, cinsine uygun işlerde çalışarak üretir. Elde edilen üründen, imkânlardan herkes eşit olarak yararlanır. ’
’ İnsanlar, parasızlıktan doktora gidemez, ilâç alamaz, tedavi olamaz, ev alamaz, kira ödeyemez, okuyamaz, faturalarını ödeyemez diye bir şey yok ! Tüm hizmetleri halka devlet verir.’
’ Kimse mülk sahibi, sermaye sahibi falan değil. Her şey devletin. Evinin bahçesindeki ağaçlar, hatta tavukların bile devletin. Fakat sen onlara bakmakla yükümlüsün ve yararlanma hakkın var.’ Halil burada söze atıldı.
’ Çok güzel aslında ! ’
’ Elbette çok güzel ,ama uygulanması mümkün olmadı ve olamayacak da ! ’
’ Peki ama neden ? ’
’ İnsanoğlunun çok önemli bir zaafı var da ondan. Her toplumda , her rejimde mutlaka birileri gücü ele geçirip yönetime sızıyorlar. İşte onlar kendilerini halkla eşit olmayı asla kabullenemiyorlar. Halkı sömürme yoluna sapıyorlar. İşte burada da Komunizm bitiyor zaten ! ’
’ Yazık, çok yazık . ’, diyebiliyor çocuk. Sonra da aklına takılan başka bir soruyu soruyor :
’ Benim anlayamadığım bir şey daha var. Niçin, özellikle ülkemizde ve özellikle de Ülkücüler Komunizme ve Komunistlere bu kadar kin duyuyor ? Komunizmi neden o kadar kötülüyorlar ? Ahlâksızlık Komunizmin neresinde ? ’
’ Komunizmin kurucusu, aslen Yahudi asıllı bir Alman olan Karl Marx’dır. Marx, dini, yöneticilerin , özellikle de Kapitalizmin, halkları uyutmak ve kolayca sömürebilmek için kullandıkları bir afyon olarak nitelendirip, tamamen reddetmektedir. Yani, Komunizmi aynı anda Ateizm olarak da nitelendirmektedir. Bu da, özellikle az gelişmiş toplumlarda çok ağır tepkiler görmüş ve halâ da görmektedir. ’
’ Sovyetler Birliği’ne bağlı çok sayıda Türkî devlet vardı. Bunların da büyük bir çoğunluğu Müslümandı. Camiler yok edildi, Kur’anlar toplanıp imha edildi, ibadet yasaklandı, sünnet bile yasaklandı. ’
’ Ama saçmalık bu ! ’
’ Saçmalığın daniskası hem de ! Kapitalizmi düşman olarak ilân ediyor ama insanların dinlerine, inançlarına, ibadet yerlerine saldırıyor. ’
’ Sonunda Sovyetlere bağlı ülkelerin dış dünya ile ilişkileri en düşüğe indi. Bu ülkelere ’ Demir perde ülkeleri ’ dendi. Komunizmin ilk aşaması olan Sosyalizm bir ölçüde gerçekleştirildi hepsinde. Herkes üretmek zorunda oldu. Kimse mülk sahibi olmadı. Kimse tedavisiz, ilâçsız, okulsuz, evsiz kalmadı. ’
’ Fakat hiç biri de gelişemedi bu ülkelerin. Halkları yoksulluktan inlemeye başlarken yönetimi ellerine geçiren zümreler refah içinde yaşadılar. Rejime karşı ayaklanmak isteyenlere ve dinlerini, inançlarını gizlice yaşamak isteyenlere zulmettiler. ’
’ Gün geldi, Sovyetler Birliği dağıldı. Ülkeler birer birer bağımsızlıklarını ilân ettiler. Din yeniden yaşanmaya başlandı. Dış dünya ile yeniden ilişkiler kuruldu. Fakat çoğu yine de Rusya’nın etkisinden kurtulabilmiş değil. ’
’ Şimdi bazı şeyleri ben de anlayabiliyorum. Komunist deyince dinsiz demeleri bu yüzden. Oradaki Türklere yaptıkları zulümden dolayı da özellikle Türk Milliyetçilerinin ve Ülkücülerin düşmanlığı buradan geliyor. ’
’ Fakat ortada bir yanlışlık yok mu ? Kötü olan Komunizm mi yoksa onu bahane ederek dini yasaklayan Sovyetler Birliği mi ? ’
’ Komunizmin kurucusu olan Karl Marx, aslında bu devrimi İngiltere için tasarlamıştı. Orada ve diğer batı Avrupa ülkelerinde, sermayenin, kapitalizmin, emekçi kesimi çok daha kötü ezdiğini, sömürdüğünü düşünüyordu. Fakat buralarda halk, Marx’ın ön gördüğü gibi şiddete dayalı, devirme şeklinde bir devrimi değil de, evrimler halinde, basamak basamak gerçekleştirilen bir devrimi yaşadı ve sonunda, bu ülkelerde sermaye ile emekçi arasındaki uçurum ve sömürü büyümedi, küçüldü, emekçilerin yaşam koşulları, gelirleri ve güçleri arttı. Buradan, Marx’ın teorisinin de yanlış olduğu ortaya çıkmış oldu. ’
Konunun bayağı derinleştiğini hatta kendini aştığını anlayan çocuk, yerinden kalkarak,
’ Hepinize çok teşekkür ediyorum. Kafam ne kadar karışsa da oldukça aydınlandım bu konuda. Sizi tatil gününüzde kendi sorunlarımla meşgul ettiğim için çok özür dilerim. ’
’ Ne demek oğlum. Her zaman bekleriz. Yine gel tamam mı ? ’ Gözleri kıza takıldı Halil’in. Acaba o da tekrar gelmesini ister miydi ?
’ Gel bakalım sana ünlü bir Türk Komunistin kitabını vereyim bu defa . ’, deyip bir Nazım Hikmet kitabı uzattı Ece Hanım.
’ Çok teşekkür ederim Öğretmenim. ’
’ Yalnız bu defa okulda değil de evde oku. Başkaları pek görmesin olur mu ? ’
’ Merak etmeyin Öğretmenim. ’
Kapıdan Sevim uğurladı. Son olarak onunla tokalaşırken yine elleri hatta dudakları bile titredi..
Yolda yürürken iki soru sordu kendisine Halil :
’ Sevim’e âşık mı oluyorum ? ’
’ Ben bir Komunist miyim gerçekten ? ’
Halil çıktıktan sonra Ece hanımın evinde Komunizm tartışılmaya devam etti. Bu defa konuya Sevim dahil olmak istedi.
’ Dini yasaklamakla aslında iyi yapmışlar bence ! Görmüyor musunuz bizim ülkede din uğruna ne insanlar kandırılıyor? Din tüccarları sahtekârlıkta, sömürüde sınır tanımıyorlar. ’
’ Denizin doldurularak yerine yapılan on katlı binalar sellerle, depremlerle yıkıldığında Allah’tan biliyorlar. Akraba evliliklerinden engelli bebeklerin doğması bile Allah’tan biliniyor. ’
’ İnsanlar sınav kazanmak için çalışmaktan çok türbelere gidip yalvarmayı, oralara kalem sürmeyi, okunmuş pirinçler yemeyi tercih ediyorlar. ’
’ Ev sahibi olmak isteyenler türbelere kilit asar, koca bulmak isteyenler üfürükçülere gider, bebek sahibi olamayanlar falcı- büyücü, şıh- şeyh bozuntularından medet umar. ’
Kemal Bey bu tartışmaya nokta koymak istercesine ayağa kalkarak konuşmaya başladı :
’ Her şeye rağmen dini yasaklamak, cephe almak yine de yapılan en büyük hatadır ! Atatürk de din sömürücülerinden çok çekmiştir. İstiklâl Savaşı’nda zorlandığından belki de daha çok zorlanmıştır bu konuda. Üstelik, İstiklâl Savaşı kesin olarak kazanılmış, tescil edilmiş, karşılığında Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş ve tüm Dünya ülkeleri tarafından da resmen tanınmıştır. Fakat din sömürücülerine karşı verilen savaş, mücadele bitmemiş ve kazanılamamıştır. ’ Sonrasına Ece hanım devam etmek istedi.
’ Dini yasaklamakla, cephe almakla, din sömürücülerinin, din tüccarlarının ekmeğine yağ sürülmüş olur. Eğitim seviyesi düşük olan tüm toplumlar din sayesinde çok kolay kandırılırlar. Günümüzde, ülkemizde olanlar da böyle işte. ’
’ Sovyetler Birliği’nde ve bağlı ülkelerde eğitim seviyesi çok yüksekti. Üniversite mezunu olmayan kimse yoktu. Dolayısı ile onları dini yönden sömürmek hiç de kolay olmayacaktı aslında. Fakat özellikle Müslümanlar yasak da olsa dinlerini unutmadılar, gizli de olsa yaşadılar, korudular. ’
’ İnsanların inançlarıyla, dinleriyle, mezhepleriyle uğraşmak yerine, devletlerin yapması gereken şey, hepsine eşit mesafede olup eğitime önem vermektir. Halkın eğitim seviyesi yükseldikçe din sömürü aracı olmaktan çıkacaktır. ’
’ Fakat bazı iktidar sahipleri, özellikle dini alet ederek iktidarı ele geçirmiş olanlar, iktidarlarını güçlendirmek için özellikle eğitim sistemini dine yönlendirip ,güçsüzleştirerek halkı cahil bırakmaya çalışırlar. Bu sayede , onları kolay kandırıp oylarını alabilir, iktidarlarını da sürdürebilirler. ’
Halil elinde Nazım Hikmet’in kitabı, Suna’yı anlattı önce annesine.
’ Demek ki Allah senin ömrünü ona adamanı istememiş oğlum. Onu nasıl kabullendiysen, gidişini de öyle kabullenmelisin . ’
’ Ben de öyle yaptım anne. Hatta unuttum bile. Aslında âşık falan da olmadığımı anladım. ’
’ Seni hak etmiyormuş demek. Varsın kendisi üzülsün. ’
’ Anne, sen Komunist ne demek biliyor musun ? ’
’ Tövbe tövbe ! Ne işimiz olur bizim Komunistle falan ? ’
’ Öylesine sordum işte be anne ! Sence Komunistler nasıldır ? ’
’ Dinsiz, ahlâksız, pis, kötüdür benim bildiğim ! ’
Çocuk elindeki kitaptan bir sayfa açıp okumaya başladı annesine.
’ Bak anne, sana bir şiir okumak istiyorum. Lütfen beni dinler misin ? ’
’’ Kız Çocuğu
Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
Hiroşima’da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kağıt gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler. ’’
’ Nasıl buldun şiiri anne ? ’
’ Ne bileyim , güzel şeyler söylüyor, hüzünlü. ’
’ Peki bunu yazan insan senin dediğin gibi, dinsiz, ahlâksız, hain biri olabilir mi sence ? ’
’ Ne bileyim ben oğlum? Ne diyeyim şimdi ? ’
’ Nazım Hikmet bu anne. Yıllar önce Komunist diye ülkeden sürülmüş ve vatanına hasret olarak yurt dışında ölmüş, aslında bizim çok milliyetçi, vatansever sandığımız insanların hepsinden çok daha gerçek bir vatansevermiş o anne ! ’
Sonraki hafta okulda, sınıfa gelen ,başka sınıflardan olduğu belli, değişik kişilere, belli etmemeye çalışarak Halil’i göstermeye başladı Serpil. Bunlar, Serpil ve Suna gibi Ülkü Ocakları üyesi gençlerdi. Kötü kötü bakıyorlardı. Bakışlarında tehdit vardı hepsinin. Bir teneffüste kimseye görünmemeye çalışarak sınıf arkadaşı Can sokuldu yanına.
’ Halil , kardeşim kendine biraz dikkat et. Seni mimlemişler, sürekli takiptesin. Bu adamların sağı solu belli değil. Her kötülük gelir onlardan. Ben de sizdenim ama sakın belli etme. Benimle de fazla yakın olma. Çünkü beni de tanıyorlar, ben de takipteyim. ’ Oldukça kısık sesle bunları söyleyip uzaklaştı Can, Halil’in yanından. Cevap vermesini bile beklemedi. Zaten şok olmuştu çocuk, cevap vermek aklına bile gelmedi.
Bir gün okul çıkışında yaklaşık on, on beş Ülkücü birden bire etrafına doluşup yolunu kestiler. İçlerinden biri çantasını alıp kurcalamaya başladı. Daha sonra yere boşaltıp ayağı ile kitapları karıştırdı, dağıttı.
’ Hayret, temizmiş bu yahu ! Komunist kitabı falan yok çantasında ! ’
’ Akıllanmış demek ! ’
’ Aferin, bak böyle olursan çok yaşarsın, ömrün uzar tamam mı ? ’ Pis pis gülüyor, alaylı bir şekilde bakıyorlardı Halil’e . Halil, hiç konuşmayıp susmayı tercih etti. Öfkesini içine attı. Etrafında daire oluşturup birbirlerine doğru pis pis gülerek, kahkahalar atarak itmeye başladılar. Bir ara yere düştü Halil. Bir kaç da tekme atıp,
’ Bu sana hem ufak bir ders , hem de son ikazımız olsun ! Anlaşıldı mı çocuk ? ’ deyip cevap alamadan uzaklaştılar. Üstü başı tozlanmış, ağzı kanar bir vaziyette toparlanıp minibüse kadar gitti. Ne minibüste, ne de köyüne geldiğinde eve gidene kadar sorulan meraklı sorulara hiç cevap vermedi .
’ Oğlum, yavruuum ! Ne oldu sana ? ’ diye bağırmaya başladı annesi onu gördüğünde.
’ Yok bir şey anne, büyütme ! Önemli bir şey değil ! ’
’ Ne demek önemli değil oğlum ? Kavga etmişsin, dayak yemişsin sen ! ’
’ Yok be anne, dayak falan yemedim ! Ufak bir tartışma sadece. ’ Hemen mutfağa koşup sıcak su getirdi. Ağzındaki, burnundaki kanları silmeye başladı kadın.
’ Elleri kırılsın İnşallah ! Ah be oğlum , siyasete falan mı bulaştın sen ne yaptın ? ’
’ Yok be anne, ne siyaseti ? ’
’ Bulaşmadın da ne bu böyle ? Ne istediler ki senden ? ’ Daha fazla soruya maruz kalmamak için üstünü değiştirmek bahanesi ile odasına koştu. Soyundu, duş aldı, pijamalarını giyinip yatağına oturduğunda göz pınarları volkan gibi patlamaya başladı. Bütün gün hem dilini, hem göz yaşlarını nasıl da frenlemişti !
’ Kalleşler, kalleşler ! Bu mu ulan Milliyetçilik ? Bu mu sizin Ülkücülüğünüz ? Size inat ve sizin yüzünüzden Komunist olacağım ulan ben, Komunist olacağım, göreceksiniz ! ’
Ertesi sabah okula gitmek için evden çıkarken, annesi yolunu kesti. Amacına ulaşmadıkça yol vermemekte kararlıydı kadın. Kurtuluş savaşımızda büyük emek sahibi olan annelerimizin direncine ve ruhuna sahipti o anda.
’ Bana söz vermeden bu kapıdan çıkamazsın oğlum ! ’ Şaşırır görünse de böyle bir davranışı beklemiyor sayılmazdı çocuk. O kararlı ruha teslim olmaktan başka çaresi de yoktu.
’ Ne sözü istiyorsun anacığım, buyur söyle.. ’
’ Şu siyaset belâsından uzak duracaksın oğlum ! Söz ver bana ; uzak duracaksın ! ’ Hiç düşünmeden teslim belgesini imzalamaya hazırdı çocuk.
’ Tamam anne, sen nasıl istersen öyle olsun. Söz veriyorum sana ; uzak duracağım siyasetten. ’
Yolu açtı kadın. Bir de zafer narası atmak istedi.
’ Benim senden başka kimim var oğlum ? Sana bir şey olursa nasıl yaşarım ben ? Duymuyor musun ; her gün ne evlâtlar yitiriliyor, nice anaların bağrı yanıyor ! Sıra bana gelmesin oğlum, ne olur sıra bana gelmesin ! ’ Kucaklaştılar ana oğul. Bir süre öyle kaldıktan sonra yoluna devam etti çocuk.
Okulda ilk fark eden Serpil oldu çocuğun yüzünü. Zaten haberi vardı, görünce de kıs kıs gülmeye başladı. Yüzünün halini soran herkese kaçamak cevaplar verdi. Çoğu zaman da sustu. Bir ara kapıda Suna belirdi. O da olayı duymuş, Halil’in durumunu merak etmişti. Fark etti onu ama görmezlikten geldi, ilgilenmedi. Çıkıp gitti .
Hafta sonunda babasına uğradı bu kez. Ayakları onu koşarak götürdü babasının evine. Kapıda verdi karısının ölüm haberini adam. Tarifi imkânsız duygular oluştu içinde. Çok uzaklardan beklediği müjdeyi almış gibiydi sanki. Ölümün müjdesi mi olurdu oysa ? Müebbete mahkûm birinin özgürlüğüne kavuşması böyle bir şey miydi acaba ? O kap kara zindanların da sonuna kadar açılabilen kapıları var mıydı böyle ? Orada böyle umutsuzca yatanların, çoktan unuttukları güneşin pırıl pırıl yüzünü tekrar görmeleri mümkün müydü ? Kanatları çoktan kırılmış garip bir kuşun, ancak Tanrı’dan beklenebilecek büyük bir mücizeyle kanatlarına yeniden kavuşup, gökyüzünün en güzel maviliklerine , sonsuz özgürlüğe kadar tekrar uçmaları böyle bir şeydi işte.
’ O kadar üzülme be oğlum ! Çoktan beri bekliyorduk biz bu ölümü. Çaresizdi hastalığı. Onun da kaderi genç yaşta ölmekmiş işte. ’ diyerek omuzundan da tutup içeriye aldı babası.
’ Ağabeyciğim, ağabeyciğim ! Annem öldü benim, anneciğim öldü ! ’ deyip boynuna sarıldı bu defa küçük Selma. O da sarıldı kardeşine . Acısını paylaşmayı çok istiyordu aslında. Fakat tek söz bile söyleyemedi. Fazla kalamadı orada. Hem içindeki tuhaf duyguların açığa çıkmasından korkuyordu hem de daha uzaklara uçup, müjdeli haberi başkalarına hatta tüm insanlara duyurmak istiyordu. Ece hanımlara kadar adeta uçarak gitti. Uçarken konuşuyor, belki de şarkılar söylüyordu. Yanlarından geçtiği kuşlar ona tuhaf tuhaf baktılar. Hiç birine aldırmadan çaldı kapıyı. Kapıyı açan Sevim’e sarılmamak için zor tuttu kendini. Şaşırdı kızcağız.
’ Anneee ! Halil geldi. ’
’ Buyur et kızım içeri. ’
’ Bakın bu defa kitabınızı sağ salim getirdim. Ne büyük şairmiş şu Nazım Hikmet ! Ne de büyük bir vatansevermiş. Öyle birinin değeri nasıl bilinmez, nasıl sürgüne gönderilir ? ’
’ Orası doğru da, senin bu neşenin sebebi yine de Nazım değil herhalde ? Otur bakalım şöyle, otur da anlat şu gülen yüzünün sebebini. ’
’ Öğretmenim , hani benim babam annemi bırakıp başka biriyle evlenmişti ya ! ’
’ Evet, anlatmıştın. ’
’ İşte o kadın ölmüş öğretmenim. Anlıyor musunuz, ölmüş o kadın ! ’ Ece hanım, eşi ve kızı birlikte ani bir şaşkınlık yaşadılar. Ece hanım, el ve yüz işaretiyle onların sakin olmalarını istedi. Halil’i tanıyordu o. Çocuğun girdiği şokun farkına varmıştı. Sessizce, hiç bir tepki vermeden, sabırla çocuğun bu konuda anlattıklarını dilediler. Biraz sonra sakinleşmeye başlamıştı Halil.
’ Bak Halil ; kızım Sevim yatılı öğretmen okulunda okuyor. Kemal beyle ben de çalışıyoruz. Bu gün şöyle bir hafta sonu tatili yapmak istiyoruz. ’
’ Anladım öğretmenim. Ben size engel olmak istemem. Hemen gidiyorum. ’
’ Sana git demiyoruz oğlum. Sen Sevim’i gezdirsen, biz de Kemal beyle iki ihtiyar birlikte çıksak olmaz mı ? ’ Yine çok sevindi çocuk. Yeniden canlandı kanatları. ’ Allah’ım bu kanatları almayacaksın galiba artık benden !’ diyordu şimdi içinden.
’ Peki Sevim ister mi benle gezmeyi ; sıkılmaz mı acaba ? Ya Kemal bey ; müsaade eder mi ? ’ Ben çok isterim Halil . ’ dedi Sevim gülümseyerek. ’ Babacığım da bizi kırmaz herhalde ! ’
’ Bir şartla izin veririm . ’, deyip bütün bir yüzlük uzattı Kemal bey. ‘’Masraflar benden olacak. Yoksa izin falan yok, ona göre. ’ Sevinse de utandı Halil. Sevim aldı babasının uzattığı parayı. Daha sonra da yanaklarından öpüp teşekkür etti.
’ Şimdi hazırlanırım, beş dakika lütfen. ’
’ Ben biraz yaşlıyım, hazırlanmam fazla sürer. Özür dilerim Kemal beyciğim. ’
’ Tamam Ece Sultan. Seni yıllarca bile beklerim ben. Rahat ol sen. ’
Sevim’le yan yana yürürken rüyada olmadığına inanmak istiyor, içinden dualar mırıldanıp, Allah’ına yalvarıyordu çocuk. Bir ara Sevim’in ellerini elinde hissettiğinde adeta ecel terleri dökmeye başladı. Sonra o da sımsıkı tuttu o elleri. İki genç bu defa birlikte çıktılar bulutların üzerine. İkisinin de kanatları vardı o gün. Sahildeki parklarda uzunca dolaştılar, simit, mısır, kâğıt helva yediler. Bir de aşk filmi seçtiler seyretmek için. Özgürlük, mutluluk böyle bir şeydi işte. Herkesin olduğu kadar onun da hakkı olduğuna, zamanı geldiğinde Allah’ın bunu nasip edeceğine o gün Halil de inanmıştı. Dualar mırıldanarak şükretti ve daha önceki isyanları için özür diledi, tövbeler etti Allah’ına.
Akşam eve döndüğünde çok neşeliydi. Annesi gülen yüzünün sebebini sorduğunda duraksadı bir an. Sahi neydi mutluluğunun gerçek sebebi ? Babasının yeni eşinin ölüm haberi mi, yoksa öğretmenin kızıyla birlikte geçirdiği, eğlendiği o güzel gün mü ? Bunun cevabını kendisi de bulamadı uzun süre.
’ Her şey çok güzel anne, her şey çok güzel ! ’ dediğinde bulabilmişti sorunun cevabını. Her iki olay da onu mutlu etmişti. Annesine karşı yeni bir hata yapmamak için sakinleşmeye çalıştı önce.
’ Üzerimi bir değişeyim anlatırım anne. Hem karnım aç benim. ’
’ Tamam oğlum, şimdi hazırlarım . ’ deyip mutfağa gitti kadın. ’ Bu çocukta yine bir tuhaflık var . Allah hayır eylesin .’ dedi içinden.
Üzerini değişirken bir babasından aldığı ölüm haberi, bir öğretmenin kızıyla geçirdiği o çok güzel gün geliyordu aklına. Daha önce camideki bir vaazdan aklına gelen sözleri hatırladı şimdi. ’ Müslüman olan her insan ne kadar günahkâr olsa da, o günahlarının cezasını çektikten sonra mutlaka cennete girecektir ’ demişti hoca. Şimdi o ,kendini , günahlarının cezasını ödeyip cennete girmeye hak kazanmış bir müslüman olarak görüyordu.
’ Hadi bakalım anlat şu tuhaf halinin sebebini de anlayalım ! ’ diye söze başladı kadın yemekte. Çocuk çok acıkmış gibi yapıp yemeğe devam ediyor, konuşmakta acele etmemeye gayret ediyordu.
’ Şu kadın vardı ya hani.. Babamın yeni eşi. Epeydir hastaydı. Sana söylemiştim. ’
’ Evet hatırladım. Hasta olduğunu söylemiştin. Hatta seviniyorsun diye kızmıştım sana. Eee
ne olmuş kadına ? ’ Yine sakin olmaya, hemen cevap vermemeye ve sevindiğini belli etmemeye çalıştı.
’ Şey anne..Kadıncağız ölmüş ya..Kurtaramamışlar. Kansermiş zaten, çaresi yokmuş hastalığının.’ Annesinin yüzüne bakmadan yemeğine devam etti. Duraksadı kadın. Yeniden eşi ve birlikte olduğu günler aklına geldi. Kalktı sofradan, mutfağa gitti. Evlendikleri günü, bebeklerinin dünyaya gelişini ve terk edilişini hatırladı. Islanan gözlerini başörtüsü ile silmeye çalıştı.
İkisi de uyumadılar o gece. Anne hüzünlüydü. Bütün gece ıslandı gözleri. Gençliğinden bu günlerine kadar yaşadıkları birer birer gözlerinin önünden geçti. Çocuk mutluydu ve de umutlu. Şimdi babası ile annesini yeniden bir araya getirmenin , bundan sonraki hayatını analı babalı yaşamanın hayallerini kurmaya başlamıştı. Üstelik bir de sevgili girecekti hayatına. Öğretmeninin güzel kızı.
O günden sonraki günlerde, okulda her zaman olduğundan çok daha başka bir Halil vardı artık. Başı dik, kendine güvenen, herkesle konuşan, gülen, eğlenen, derslere karşı çok ilgili bir Halil. Aslında tüm Dünya’ya haykırmak istediği duyguları vardı. ’ Herkes duysun ; çok yakında annemle babam yeniden bir araya gelecek. Ben de artık analı babalı biri olacağım!’
Hafta sonu yeniden babasının evine taşıdı ayakları onu . Yıllar sonra da olsa yeniden baba oğul olduklarını anlamışlardı işte. İki arkadaş gibi oturup rahatça konuşabilecek samimi bir hava oluşmuştu aralarında.
’ Peki baba, şimdi ne yapmayı düşünüyorsun ? ’ diye soruverdi daha ilk fırsatta.
’ Valla oğlum ; kadınsız yaşamak kolay değil bu yaştan sonra. Hem Selma da var. İster istemez yeniden evlenmeyi düşünmeye başlayacağım. Tabii bunun bir zamanı olacak. ’ İşte bu sözler yetmişti ona şimdilik. Hayallerine güç katılmıştı. Babası yeniden evlenmeyi düşündüğüne göre, yeniden annesiyle bir araya gelmeleri umudu mutlaka vardı. Olmalıydı üstelik. Bu umudu güçlendirmek için var gücüyle mücadele etme zamanıydı şimdi. Daha fazla kalması gerekmiyordu şimdilik orada. Alması gereken cevabı almıştı. Güler yüzle ve elini , yanaklarını öperek ayrıldı babasından. Oradan yine öğretmeninin evine koştu. Annesinden sonra en yakın onları hissediyordu kendisine. Mutluluğunu bir an önce paylaşmak istiyordu. Ona kapıyı açan Sevim’in gülen yüzü mutluluğunun katlanmasına neden oldu. İçeriye girer girmez hemen başladı konuşmaya.
’ Size bir güzel haberim daha var. Babam yeniden evlenmeyi düşüneceğini söyledi bu gün. Onu mutlaka tekrar annemle bir araya getireceğim. Elimden ne gelirse yapıp mutlaka başaracağım bunu. Artık benim de annem babam beraber olacaklar inanın ! ’
Çocuğun bu halleri çok etkiliyordu Ece hanım ve eşini. Bu işin çok zor olduğunu tahmin ediyor ve çocuğun hayallerinin yıkılmasından endişe ediyorlardı. Yine de mutluluğuna ortak olmak istediler.
’ Hayırlısı oğlum. Başarırsın inşallah ! ’
’ Haydi bakalım göster kendini ! ’ gibi güç verici sözler ettiler.
’ Efendim, bu gün ben çok mutluyum. Eğer izin verirseniz Sevim’i gezdirmek ve ona bir şeyler ısmarlamak isterim. Ama lütfen benden olmasına itiraz etmeyin. ’ Gülüştüler karı koca. Sevim çoktan hazırlanmak için odasına geçmişti bile. Az sonra gülüşerek kapıdan çıktılar Halil ile Sevim. Yine birbirlerine aşık iki sevgili gibi el ele dolaştılar sahilde. Sevim sinemaya gitmek istemediğini, sahilde dolaşmaktan daha çok hoşlandığını söylediğinde bunun ona masraf ettirmemek için olduğunu düşünemedi bile Halil.
’ Aslında ben de çok seviyorum sahilde gezmeyi . ’ diye cevap verdi. Kâğıt helva ısmarladı ona. Çocukluktan çoktan çıkmışlardı belki ama o gün çocuklar gibi neşeliydiler. Az sonra yanlarına yaklaşan çiçekçi kadın atmosferi bambaşka bir hâle çevirdi. Halil’in içinden bir çiçek vermek geldi Sevim’e. Fakat nasıl karşılayacağını bilemediği için cesaret edemiyordu. Yanlarına yaklaşan kadın ona bu cesareti aşılamaya çalıştı.
’ Yanında böyle güzel bir sevgilisi olan hangi delikanlı ona bir çiçek hediye etmez oğlum ? ’
’ Şey, efendim. Biz sevgili değiliz ki ! ’ Bu son söz Sevim’in yüzünde bir soğukluğa neden oldu. Halil bunu fark ettiğinde elini çiçek sepetine uzattı.
’ Hadi oradan delikanlı ; sen onu benim külâhıma anlat ! Gözlerinize kim baksa çok kolay anlar sizin birbirinize ne kadar aşık olduğunuzu. ’ Kızardı iki genç de. Fakat elini uzattığı çiçek sepetinden çoktan bir kırmızı karanfil almıştı Halil. Cebinden bir miktar para çıkartıp kadına uzattı ve onun uzaklaşmasını bekledi. Utanarak, kızararak da olsa çiçeği kıza uzatmayı başardı. Sevindi kız. Az önceki soğuk yüzünü çoktan ateş basmıştı.
’ Teşekkür ederim Halil. Biliyor musun, bu benim hayatımda bir erkekten aldığım ilk çiçek. ’
’ Ben de ilk defa bir kıza çiçek alıyorum. ’
İki genç hayatlarının en güzel günlerinden birini yaşadıklarına inanarak neşeli ve mutlu bir şekilde döndüler evlerine. Halil yine heyecanlı bir şekilde annesiyle konuşma arzusu duyuyordu. Bu defa ne üstünü değiştirmeyi ne de sofranın hazırlanmasını bekleyebildi. Mutfakta annesinin etrafında neşeyle döndü durdu. Babasına gittiğini, konuştuğunu sonra da öğretmeninin kızı Sevim’le gezdiğini anlattı. Bütün bunları anlatırken gözlerinin nasıl parıldadığını gören kadın oğlunun bu haline çok seviniyordu.
’ Gördün mü oğlum ; sonunda senin de yüzün gülmeye başladı. Hem ben sana Suna’nın seni bırakmasını da hayra yor demiştim. Gördün mü bak, Allah daha iyisini çıkardı karşına. ’
’ Öyle oldu anneciğim. Sen yine haklı çıktın. ’
’ Haydi bakalım hayırlısı. ’
Yemekte başka şeyler geldi aklına çocuğun.
’ Anneciğim be ; senin odana girdim dün akşam da biraz üzüldüm. Nasıl olsa bu sene mahsulden de hayvanlardan da güzel para kazandık. Size şöyle yeni bir yatak odası alalım mı ? ’
’ Efendim , ne diyorsun sen oğlum ? Size ne demek ? ’ Çocuk ağzından o sözü kaçırmıştı. Size demişti.
’ Şey anneciğim, sana demek istedim işte. Şöyle yeni bir yatak odası yapsak, hatta koltukları falan da yenilesek diyorum işte. ’ Çocuğun aklından geçenleri henüz çözebilmiş değildi kadın.
’ Bu eve yeni eşya artık sadece senin için girebilir oğlum. Onun da zamanı var. Hele bir okulun bitsin, askerliğini yap gel, ancak o zaman. Bana yeni eşya falan gerekmez. ’ Duraksadı çocuk. Biraz umutları azalır gibi oldu. Ama bu azalma cesaret vermişti ona. Ayağa kalktı. Annesinin arkasına yaklaşıp omuzlarından tuttu. Başını başına yasladı. Kadın başıyla karşılık verdi oğlunun sevgisine.
’ Anneciğim ; sana bir şey sormak istiyorum. ’
’ Söyle canım oğlum. Söyle bir tanem. Söyle ciğerimin köşesi ! ’
’ Benim için fedakârlık yapar mısın sen ? ’
’ Ne demek oğlum ; öl de öleyim ! ’
’ Ölmeni değil yaşamanı isterim anne, yaşamanı ve mutlu olmanı isterim ! ’
’ Peki oğlum söyle bakalım..’ Ellerini bıraktı çocuk. Gezindi masanın etrafında. Cesaret toplamak istiyordu. Birden o cesareti buldu kendinde.
’ Benim hatırım için babamı affedebilir misin anne ? Onunla yeniden birlikte olabilir misin ? ’
Başını öne eğdi kadın. Sustu uzun süre. Tüm yaşadıkları bir anda gözünün önünden geçiverdi. Ayağa kalkıp sarıldı oğluna. Uzun süre ağladılar anne oğul birlikte.
Hayır demediğine göre annesinin cevabını evet olarak kabul etti çocuk. Biliyordu zaten annesinin onu kırmayacağını. Şimdi sıra babasını razı etmeye gelmişti. Fakat yeni eşi öleli çok az olduğundan biraz zamanını beklemesi gerektiğine inanıyordu. Zamanı geldiğinde babasını da razı etmek için elinden geleni yapacaktı.
Ertesi gün okulda sınıfa girdiğinde kendisini takip eden bir çift elâ göz gördü. Sevim’e aitti o gözler. Onun sınıfında, arkasındaki sırada , öğrenci kıyafeti ile oturan oydu işte. Şaşkınlıkla yaklaştı yanına.
’ Merhaba Sevim . ’dedi sesi titreyerek.
’ Merhaba Halil. ’
’ Hayrola, ne işin var burada ? ’
’ Seni dikizlemeye geldim. ’ Güldü Halil. Birlikte gülüştüler. Öğretmen lisesinden vazgeçip kaydını bu okula ve o sınıfa aldırmıştı Sevim. Artık iki genç aynı okulda aynı sınıfta birlikte okuyacaklardı. Her ikisinin de mutlu oldukları gözlerinden okunuyordu.
Bayram çocuklarınınkinden farksız neşe ile geçmeye başladı günleri. Yüzünün asık olduğuna hiç kimse rastlayamıyordu artık. Evde, okulda, köyünde her yerde her zaman gülücükler eksik olmadı yüzünden. Her hafta bir takım yeni eşyalar almaya başladı evlerine. Annesi hiç karışmıyordu aldıklarına ama pek de sevinemiyor, oğlunun hallerinden içten içe endişe duyuyordu. Yine de bu endişesini çocuğa belli etmemeye özen gösteriyordu. Aldığı yeni eşyaların verdiği mutluluğu Sevim’le paylaşmaktan, ona anlatmaktan da büyük mutluluk duyuyordu. Çamaşır makinesi bile almıştı evlerine. Üstelik köyün zenginlerinin bile pek azının evinde vardı .
Tam da o günlerde, hayatının belki de en acı, en kahredici olaylarından biri ile derinden sarsıldı. Sınıftaki tek solcu, devrimci diye bilinen, Komunist diye anılan arkadaşı Can, gece, kasabanın sokaklarında arkadaşlarıyla birlikte duvar yazısı yazarken, Ülkücüler tarafından vurulmuştu. İki arkadaşının yaralı olarak kurtulduğu bu saldırıda ağır yaralanan Can, hayata fazla direnememiş ve göçüp gitmişti. Çok kalabalık bir cenaze töreni düzenlendi Can için. Bütün sol örgütler, kuruluşlar, siyasiler oradaydı. Halil de omuzlarında taşıdı sık sık arkadaşını. Ağlamaktan gözlerinde yaş kalmadı. Yine de Can’ın anne ve babasının duyduğu acıyı hiç kimseye duyamazdı elbet. Herkes ’ Devrim şehidi ’ derken onlar , ’ Oğlum, evlâdım, kınalı kuzum ! ’ diye haykırdılar.
Halil bu olayı evde ağlayarak annesine anlattığında, kadın o kadar etkilendi ki , oğlunu bir daha okula göndermemeye bile kalkıştı. Ancak çocuğun yoğun ısrarlarından ve siyasetten de böyle olaylardan da elinden geldiğince uzak kalacağına yeminler ettikten sonra izin verdi okula gitmesine.
Bir süre sonra kendini toparlamaya çalışıp, yeniden babasına gitmeye karar verdi. Cici annesi öleli epeyce zaman olmuştu. Artık, babasından, yeniden annesine dönmesini isteyebilecekti.
Bambaşka bir özen göstermişti o gün kendine. Öyle ki sınıfta öğretmenlerinin de diğer arkadaşlarının da dikkatini çekmişti. O, sırrını Sevim’le paylaşmak istedi sadece.
’ Okuldan çıkar çıkmaz babama koşacağım. Günlerdir bu anı bekliyorum ben. Artık zamanı geldi. Açılacağım babama. Annemin onu affetmeye hazır olduğunu söyleyeceğim. Yeniden bir araya gelmemeleri için hiç bir sebep kalmadığını anlatacağım. ’
’ Haydi bakalım Halil. Ben de merak ediyorum doğrusu. Dilerim her şey gönlünce olur. ’
’ Gerekirse yalvaracağım ona. Razı etmek için ne gerekiyorsa yapacağım. Hem kendisi demişti zaten kadınsız olmayacağını. İşte annem orada. Onu affetmeye de hazır. Bu saatten sonra başka bir kadın arayacak değil ya ! ’
’ Herhalde.. Ama bana kalırsa sen yine de her şeye hazırlıklı ol Halil. Hayat bu, ne getirip ne götüreceği, insanı nelerle karşılaştıracağı pek belli olmuyor. ’
’ Hayır Sevim, hayır. Başka bir ihtimali düşünemiyorum ben. Mutlaka razı olacak o da. Göreceksin mutlaka bir araya gelecekler yeniden. Bundan sonraki hayatımızı hep birlikte yaşayacağız. Biz de mutlu olacağız artık. Başım dik yaşayacağım ben de. ’
’ Bol şanslar. ’ deyip el sallayarak uğurlarken , içindeki endişe ateşe dönüşüp yakmaya başladı genç kızı. Ona seslenmek, geri döndürüp yeniden konuşmak istedi. Yapamadı, seslenemedi ama içindeki yangın gözlerine kadar uzanıp ağlatmaya başladı .Kendini avutmaya çalıştı. Acaba bu ateş ve gözyaşları iyiye mi belirtiydi ? Halil’in çabası mutlulukla mı sonuçlanacaktı ? ’’ İnşallah ’’ deyip içinden dualar etmeye, Tanrı’ya Halil için yalvarmaya başladı.
Adeta uçarak gitti Halil yine babasının evine. Kısa süre sonra evin kapısına varmıştı bile. Heyecanla çaldı kapıyı. Yüzü halâ gülüyor, kalbi gürültülü bir şekilde atıyordu. Daha önce hiç görmediği, tanımadığı genç bir kadın açtı kapıyı. Duraksadı çocuk ama bozuntuya vermedi.
’ Babam yok mu, evde değil mi ? ’
’ Baban kim senin ? ’ Ne diyeceğini şaşırdı çocuk. Bu defa içeriden babası seslendi :
’ Kim gelmiş Nesrin ? ’
’ Bir çocuk geldi, babasını soruyor . ’ Hızla kapıya geldi adam. Şimdi onun yüzü gülüyordu.
’ Sen misin Halil ? Hoş geldin oğlum. Gel içeri. ’ deyip omzundan içeri çekti.
’ Halil bu Nesrin. Köydeki ilk eşimden oğlum benim. ’
’ Memnun oldum. ’
Halil şaşkınlık içinde susarak girdi içeriye. Salona oturdular. Onun sormasına fırsat dahi bırakmadan, adeta kendini savunmak istercesine anlatmaya başladı adam.
’ Demiştim sana Halil. Bu yaştan sonra kadınsız olmaz diye. Hem Selma da var. Nesrin hanımla evlendik biz. ’
Sustu çocuk. Bir daha kıyamete kadar konuşmayasıya sustu. Dünyanın bütün silâhları ona doğrulmuştu sanki. Hepsi de aynı zalim el tarafından bir anda ateşlenmişti üstelik. Peki bunu hak edecek ne yapmıştı ki ? Suçu, günahı neydi ? Annesi ile babasını bir araya getirmek hangi dinde hangi Tanrı’nın nezdinde günahtı, haramdı ? Hangi kutsal kitap haram kılmıştı bir çocuğa annesiyle, babasıyla birlikte yaşamak istemeyi ? Ağzıyla, diliyle konuşması, bağırması hiç gerekmedi. Kalbinin sesi bütün arşı inletti çocuğun. Tanrı bile sustu o an. Kendini savunamadı. Çünkü masumdu çocuk, günahsızdı, haklıydı !
Koşarak, tek bir söz bile söylemeden çıktı dışarı. Kasabanın sokaklarında saatlerce dolaştı. Sahile koştu, denize, dalgalara, kuşlara kalbiyle anlattı isyanını. Hepsi utandı ondan. Güneş bile saklandı bulutların arkasına. Balıklar denizin en derin yerlerine kaçtılar. Martılar görünmez oldu. Serçeler kondukları dallardan seslerini bile çıkarmadılar. Sahildeki kediler kendilerine atılan balıklara bile koşmadılar o gün. Minibüse binmeden önce bir kutu Kızıl boya aldı sadece. Köyüne vardığında çoktan karanlık olmuştu. Açtı kızıl boyanın kapağını ve köyünün sokaklarında bulduğu duvarlara ;
’ Devrim Şehitleri Ölümsüzdür !’ ’’ Kahrolsun Faşizm ’’, ’’ Yaşasın Sosyalizm ’’, ’’ Bu düzen Değişmeli ’’, ’’ Tek Yol Devrim’’ gibi sloganlar yazmaya başladı. Hem yazıyor, hem ağlıyordu. O sloganların anlamlarını bile doğru dürüst bilmiyordu. Sadece solcu gruplardan duymuştu işte. Bunun kendisine ne faydası olacağını da düşünemiyordu. Yazıyordu sadece, yazıyor ve ağlıyordu. Peş peşe silâhlar patlamaya başladı. Karanlığın sessizliği bozuldu bir anda. Tap taze, tertemiz kanlar karışmaya başladı kızıl renkli boyalara. Cansız bedeni düşüverdi karanlığın bağrına.
’’ Bir komunisti daha temizledik ’’ diye gururlandı birileri. Bir annenin bağrına ateş düştü. Kıyamete kadar sönmesi mümkün olmayan amansız bir ateşti o. Feryadı ise göğün yedi kat ötesine kadar ulaştı. ’’ Devrim Şehidi’’ deyip sahip çıktı birileri. Naaşını omuzlar üzerinde taşıyıp devrim marşlarıyla uğurladılar. Anne ; ‘’ Evlâdım, kınalı kuzum ! Beni bırakıp da nerelere gidiyorsun ? Bırakın, almayın yavrumu benden ! ‘’ diye inledi bütün gün.
Gece olduğunda sorgu melekleri ruhunu kapıp Tanrı’nın huzuruna çıkarttılar. Tanrı çok zorlandı hüküm vermekte. Cennet mi, yoksa cehennem miydi hakkı ?
’’ Annesine verdiği sözü tutmayan günahkâr ! ’’ olduğuna hükmedip ’’ Cehenneme ! ’’ komutu arşı inletti Tanrı’nın.
’’ Hayıııııır ! Ben ondan davacı değilim. Hakkımı helâl ediyorum ! ’’ diye haykıran annenin sesi de Tanrı’nınki kadar heybetliydi. Annenin dediği oldu elbet.
Fikret T.....
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.