- 790 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
476 - MAVİ DÜNYA
Onur BİLGE
“Mavi Dünya’m,
Senin en anlamı yerlerin, gözlerinle ellerindi. Ellerin ancak vitrinin camına yapışarak seyrettiğim can alıcı bir oyuncaktı, bedensel varlığın gibi… Dokunamadığım, uzaktan görebildiğim, ulaşılması imkânsız görünen… Bakmalara kıyamadığım, seyrine doyamadığım, dokunamadığım… Aklımı alıyordu! Varlığın, başımı döndürüyordu. Her hücren her hücremle eşleştirilmiş gibiydi. Her hücreni her hücremde hissediyor, her birinin titreşimlerinin toplamıyla sarsılıyor, tir tir titremekte olduğumu hissediyordum. Dışarıdan anlaşılacak diye ödün kopuyordu!.. Ellerimi nereye gizleyeceğimi bilemiyordum! Sesim dahi fena halde etkileniyordu. Titremesine mani olamıyordum. Sen, deprem gibi bir şeydin benim için. Şimdi artık artçı depremlerle sarsılmaktayım, aklıma her gelişinde, hayalin gözlerimin önünde her belirdiğinde…
Bir vesikalık fotoğrafın kaldı bende… Siyah beyaz, küçücük bir şey ama dağlar kadar büyük benim için. Dünyalar kadar değerli! Çok kıymetli! Kaybetmemek için cüzdanımda saklıyordum. Çaldırırım, o da gider falan diye artık evde muhafaza etmeye başladım. Eve döndüğümde ilk koştuğum yer, onun önü… En kutsal ikonum oldu, önünde tapınırcasına diz çökerek, kendimden geçercesine seyre daldığım…
Beynimin kıvrımlarında hızla dolanmakta hayalin… Hayalinin her gittiği yerde anılarımız oluşmakta… Ruhuma doluşmakta alevler, isler… Geçtiğin yerleri dumana vermişsin! Her yer kapkara yangın yeri, kül yığını… Küllerin arasında can çekişen korlar… Savurduğunda rüzgâr, tekrar alevleniyor onlar. Estikçe canlanıyor yaşananlar. Duman duman hayal, hayal hayal masal, deste deste kâğıt, türül türül türkü, feryat figan ağıt…
Şuraya otururdun, her geldiğinde. Sedirin sağ ucu hep senindi. Kolunu dayardın kenarına. Önüne şu küçük sehpayı getirirdim. Çayını yudumlarken seyrederdim seni. Nedense kaşlarını daha da gerer, dudaklarını aralar, küçük parmağını kaldırırdın, bardağı ağzına her götürüşünde. Nasıl bir tılsım vardı, o akla zarar gülüşünde!..
Hayal dünyasından ayılma zamanı… “Gel!” desem, gelmeye cesaretin yoktur senin. Olsaydı gitmezdin zaten. “Git!” desem, gitmeye hiç niyetin yok, benden.
“Unut hayalini bende, gözlerini gözlerimde, sen gidersen git!” diyebilseydim sana keşke!
Bilinmeyen yollardan geçerdim, gözlerine daldığımda… Bir labirent olurdu bakışların. Gözlerin mavi dünya, bakışların girdap, tasavvurun en kıymetli hülya…
“Gözlerin!” diyorum, Nasıl da mavi! Maviler kıskançlıktan çatlayacak, çıldıracak her tonu hasedinden ta laciverde kadar! Her bakışın pırlanta, gözlerin en nadide mücevher… Yeryüzünde eşi benzeri yok! Say ki cennetten gelmiş! Bir sana özel hediye edilmiş!
Dayanacak gücü olan kahramandır, hasretine! Nasıl katlandım bu zamana kadar, daha ne kadar dayanabilirim özlemine, bilemiyorum! Gece gündüz “Ya Sabır!..” diyerek, Rabbimden tahammül dileniyorum. Sabahlara kadar: “Sabır Sabır Ya Sabır!..” Günahkâr avuçlarım açık kalıyor, sabaha karşı takatım kesilip, bayılırcasına tepetakla gittiğimde!
Ağzımda alkolün tadı, başımda o kahredici ağrı! Uyandığımda, ilk aklıma gelen sen oluyorsun, kendi varlığımdan önce. Sonra ben diye bir şey olduğu bilinci hâsıl oluyor. “Ben varım ya… Ben varım diye o bende var! Ona platform olan benim! O varlığımın içindeki varlık! Özüm gibi… Gözüm gibi… Sözüm gibi… Bende gizli bir şey… Bana ait, bende var, benimle var… Bende benden çok daha fazla var… Benden büyük, beni kapsamış… O mu bende, ben mi ondayım? Tartışılabilir. Karmakarışık!”
Sen mi benim için yaratılmışsın, ben mi senin için? Niçin bende benden öncesin? Niçin beni soldurmuş, yerine ferli ferli seni dolduruşsun? Okunmaz olmuş benliğim, senliğin arasında! Eskiden tasarruf yapmak için kurşun kalemle dolan eski defterlerimizi siler, tekrar kullanırdık. Fakirlik dönemiydi. Ekmeğin karneyle olduğu zamanlar… Açlık kıtlık devri… İşte o defterler gibiyim şimdi. Bendeki ben silik, belli belirsiz, sen yazılmışsın üstüne satır satır, ferli ferli… Defter ikinci kullanımda… Muntazamlığını kaybetmiş yapısı. Yapraklar epey bir örselenmiş, aralanmış sayfaların arası… Altta kalan serbest uçları kıvrım kıvrım… Bakkal defterine dönmüştüm zaten senden evvel. Her gelen almış almış yazdırmıştı da hiçbirini tahsil etmek mümkün olamamıştı. Aktarıla döndürüle eprimişti yapraklarım. Yazıla yazıla dolmuştu da seni yazacak yer kalmamıştı, benliğimden başka yere! Ne olsun, vaziyet böyle olunca! Haliyle benliğim de lime lime…
Mavi köpükler içinden geldin, mavi gözlü ıslak kız. Adın Afrodit oldu senin. Sen benim dünyamsın! Mavi dünyam!..
Mavilikler sonsuzdur. Gözlerin ondan mavi… Sonsuzluğa dalıyor, sonsuz bir zevk veriyor.
O kadar sene İstanbul kaldırımı çiğnemişliğim var, insan selinde gidip gelmişliğim onca yıl, ne senin kadar güzel bir kız gördüm hayatımda, ne de gözlerin gibi gözler…
O gözler bu gözleri ağlatmakta biteviye… Ağlarken aczimi hissediyor, halime gülüyorum. Ben bu hallere düşecek adam mıydım! Ağlamak neyin çözümüdür ki! Bazen canıma kıymak geçiyor aklımdan! O kadar daralıyorum ki pencereyi açıp, ya da dışarıya çıkıp: “Cankurtaran değil, ruh kurtaran yok mu?” diye bağırmamak için zor tutuyorum kendimi! Sonra durup düşünüyorum. “Ne yapıyorsun Necmettin sen! Bir aşk için ölünür mü! Canını sen mi verdin ki sen almaya kalkıyorsun! Bu nasıl bir isyan, Yaratan’a karşı!..” Hemen kendimi topluyorum. Af dilemeye başlıyorum, O’ndan. Bahşetmiş olduğu diğer nimetleri hatırlamaya çalışıyorum birer birer… Sarhoş sarhoş secdeye kapanmak geliyor içimden!
Nedir bu karabasan gibi üzerime çöken hüzün! Yoksa ömür boyu mu sürecek tesiri, ayrılık getiren, hasret yükleyen güzün? Bir çift gözün insana ettiğine bak! Bazen canıma tak ediyor: “Keşke gözlerim kör olsaydı da görmez olsaydım o güzelliği!” diyorum. Biliyorum, isyan ediyorum. Bir kere daha düşünüp, bir de bunun için istiğfar ediyorum.
İşte ara ara böyle kontrolümü kaybediyorum. Ne yapmam, nasıl davranmam gerektiğini bilemiyorum. Şaşkınım, perişanım. İçimde artılarla eksiler boylaşıyor! Zıtlıklarla boğuşuyorum. Tezatlar içinde kıvranıyorum. Yol içinde yol arıyorum. Hiçbir yol sana çıkmıyor! Sona da çıkmıyor, ne yazık ki! Öyle de böyle de yaşanacak bu hayat! Başka bir formül aramam lazım, farkındayım.
Her şeye rağmen yine de tozpembe bir dünya çizmek istiyorum, kara talihimin kara kalemimin ucuyla. Kedersiz gamsız, sevinçli, neşeli hem de… Direnmemeliyim yaratılan diğer güzelliklere… Teslim olmalıyım, oluvermeliyim, yazgıma dünden razı bir şekilde… Gönüllü kabullenivermeliyim gündüzlerin değişken hareketliliğini... Huzur içinde doyasıya yaşamalıyım gecelerin dinginliğini…
Böyle düşündüğüm zamanlarda değişiyor her şey. Evren ve evrende ne varsa değişiyor! Dünya mavi ışıyor, o emsalsiz gözlerin gibi. Dinlendirici deniz mavisi, durgun gökyüzü mavisi ruhuma özgürlüğün rengini saçıyor özgürce… O zaman ben de özgürce kulaç atmalıyım, kanat çırpmalıyım ikisinde de…
Gönül rahatlığıyla dalmalıyım en büyük okyanusların en derin yerlerine… Enginliklerindeki mutlulukları çekip getirmeliyim, mısra mısra sunmalıyım yüreğine. Ya da artık gelmeli Zümrüd-ü Anka! Binmeliyim sırtına! Bir fırtına bir fırtına! Bizi savurmalı bir anda Kaf Dağının ardına! Sen orda beni bekliyor olmalısın mesela… Bir daha da hiç dönmemeliyiz, bu taraflara!
Benim gözlerim hiç de güzel değil, farkındayım. Kirpiklerim de düz, seyrek, cansız ve kısa… Yaşlandıkça daha da kötüleşti görünümü… Çukurunda, küçük ve kara ama seni gören gözlerimi çok seviyorum! Seni, sendeki güzelliği ve sendeki seni gören gözlerimi…
“Bendeki ben nasıldır?” diye sorma sakın bana! Anlatmaya gücüm yetmez!
Al, istersen şu küçük, şu kara, yerin göğün beğenmediği gözlerimi, sende dursun! Ölünceye kadar sana baktığım gibi bir başkasına bakarsam, ikisi de kör olsun!
Pejmürde Âşık”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 476
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.