- 833 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
'balkon'
Her şeyin, düşünebilinirliği olan ama her şeyin bir bomba etkisi oluşturacağı dünya vaktine ait bir günün sönümü. Dün ya da bugün. Yarın diye bir şey şimdilik yok. Bir dakika sonrası da yok ya da bir saniye sonrası. Saniyelerle aramın iyi olduğunu söylemek zorundayım ama ne zaman sayıları sanat musikisi tonlamalarıyla saymaya başladım, işte o zaman çoğu şey benim için artık eski manasını yitirmişti. Bir çocuğun yüzümdeki gamzenin yara izi olduğunu iddia ettiği gün bile bu kadar kendimi kötü hissetmemiş ve insanlara olan inancımı kaybetmemiştim. Cümlelerim devrik bir rejim sonrası ağır anlaşılıyor. Gücünü monologlardan alan bir ilişki de sıkışıp, sade, tamamen salt bir cinsel öykü de olabilirdi.
Ağır ağır konuşan ama tatlı bir yitirilme hissini arkasında bırakan genç bir kadının sesine kulağımı yaslıyorum. Çok uzakta değil. Fiziksel olarak atış problemi oluşturabiliriz. Ancak bu problemin varış mesafesinin bana önceden bıraktığı bir izlenim var. Genç kadın konuşmaya devam ettikçe kelimeleri ağzından daha hızlı çıkarıyor. Sanırım sesini ilk duyduğumda konuşma alıştırması yapıyordu. Bir yeri hafiften tatlı tatlı kaşınırken, o tırnağı uzun parmaklarıyla kaşınan yeriyle ilgilendiği için de yavaş konuşmuş olabilirdi. Saçlarının yağlı kısımlarının verdiği rahatsızlığı, özel bir günün verdiği kendini kirli hissedişi de ekleyebilirim. Yine de öğleden sonrayı unutamıyorum. İki kişi genç kadının şu an oturduğu yer de oturuyor ve tavla oynuyorlardı. Birisi kırklı yaşlarda, saçları yer yer dökülmüş bir adam ve diğeri de küçük bir kız çocuğuydu. Zarın tahtaya vurduğu ve sonra dolanırken çıkardığı sesten rahatsız olmuştum. Şu an genç kadın da bir sınavdan bahsediyor ve ’63 almıştım ben o sınavdan’ diyordu. Genç kadının 63 alabileceği sınavları düşünmeye başladım. Tıp eğitimi sonrası uzmanlık için girdiği sınav olabilir miydi? Bir doktor adayı için oldukça bayağı takılıyordu. Aslında doktor adaylarının da bayağı takılma şansları olmalı. Oluyor da sanırım ve bu beni hiç ilgilendirmiyor. Naylon bir şortun çıkardığı acayip seslerden, kumaşına dokunduğumda aldığım yağlı histen dolayı soyunmak isterken, genç kadının 63 aldığı sınavın hiç yoktan yabancı dil sınavı olabileceğine emin bir tarz da son noktayı koydum.
Zevkle içilen ilk üç bardağın asıl zevk veren yanını tam olarak kafamda oturtmayı başardım. Ağzı geniş bardaktan ağzıma doğru ilerleyen çay önce bıyığımı ıslatıyor, sonra bulabildiği aralıklardan ağzıma giriyordu. Bıyığım bir nevi elek görevi görüyor, kılların temiz olduğunu bildiğim için de içim rahat ediyordu.
Genç kadının ses tonunu takip etmekte ısrar ediyordum. Az önce yanındaki olgun bir kadına ait olduğu sese karşılık hayatına dair ciddi konuşmaya başlamış ve ‘sinirlenince daha güzel oluyor’ düşüncemi ortaya çıkarmıştı. Üzerinde nasıl bir kıyafet olduğunu hayal etmemek için başımı eğip, sesin geldiği balkona doğru bakınmaya başladım. Sıra iş muhabbetindeydi. Genç kadın hayatına dönük ideallerinden bahsediyordu ve lanet olsun ki, oturduğu balkon kapkaranlıktı. Yalnızca birinin telefonla oynadığını görme imkânım oldu. Başımı sanki onlara bakmıyormuş gibi yola çevirdim. İyi ki bir araba o an sokaktan geçiyordu. Eğer o karanlıktan bir ses bana ‘ne bakıyorsun pis sapık’ deseydi, ‘Cevdet, abi, gel abi, hah, şuraya park et’ diyebilirdim. Sapık olarak atfedilmenin seviyesi çok düşük bir çağda bulunduğuma mı yanayım, yoksa genç kadının artık rahatsız edici olmaya başlayan konuşmasına mı sinirleyeyim; tam olarak bunları düşünüp gecenin karanlığında, ağzımdaki emziğin ucundaki alevi yer yer harlandırıp, dumanın karanlıkta yol alışını kaybediyordum.
Genç kadının ne iş yaptığını öğrendiğim için mutlu değildim. Yaklaşmıştım. Hastane de bilgi işlemde çalışıyordu. Yine de daha iyi bir işte çalışmak isteği sonrası annesiyle tartışması başlamıştı. ‘Ya ne ya, ben çocuk yapmak istemiyorum. Keşke otuz yaşında evlenseydim! Benim hayatıma karışamazsın. Teyze sen de karışamazsın. Kocam bile bana karışmıyor. Ya, anne ya, ben hayatımdan memnunum tamam mı?’ Annesi sinirlenmeye başlamış ‘ağzına sıçarım senin, ne biçim konuşuyorsun’ demişti. Bir tür anneyle kızı arasındaki ciddi bir ailevi tartışmasının kulak misafiri olduğumu anladım. Genç kadın annesinin evlendiği adama küfrediyor:’ Ne yapacaktım, o şerefsizle beraber mi yaşayacaktım? Niye evlenmeyeyim?’ dedikten sonra da annesi ‘o şerefsiz babanı da söyle’ dediği an genç kadın hemen ‘ o ondan daha şerefsiz’ diyerek hem öz hem de üvey babasına küfrediyordu.
Baştaki ağır bir ses tonuyla, tatlı bir genç kadının sesi yozlaşmış, hayattan usanmış bir kadının sesine dönüşürken, hayallerim çoktan yıkılmıştı. Anne hala ‘eşek sıpası’ diyor, ciddi bir küfür de olmasa hafiften kalaylamak istediği kızına karşı yine de saydırıyordu. İki kız kardeş balkonda yalnız kalmışlar, genç kadın balkondan içeri salona geçmişti. Peki, hayalim ne miydi? Sol tarafımda bir başka balkonda demir askılığa çamaşır seren kadının, çamaşırın tekini sermeden önce silkeleyişini seyrettim. Odanın içerisindeki loş sarı ışığa karşı amansız bir düşmanlık besliyordum. Genç kadın tekrar balkona geri dönmüştü ama anne bilinen tarz da bir konuşmaya geçmiş ‘artık def olup gideceğim, artık anneniz filan yok sizin, hem böyle belki daha değerli olurum’ diyordu. Bir başka gece üzerindeki gecelikle ince tül perdeyi aralayıp, pencereden dışarı bakan kadının olduğu pencereye bakmıyordum bile. Genç kadını da, annesini de, teyzesini de unutmak için büyük bir bardakta kendime kahve yapmak üzere mutfağa geçtim. Genç kadının en son yaşını söylüyordu: ’Bu yaşta çöktüm ben, yirmi beş yaşında kendimi o kadar yaşlı hissediyorum ki!’
Uzakta olan bir nesnenin ilgi çekiciliğine dair kafa yormam gerekiyordu. Bu konuda önermelerim müthiş bir geri kafalılık olarak algılanabilirdi. Çamaşır seren kadın balkon kapısı eşiğinde durmuş, bir şeyle ilgileniyordu. O sıra giymiş olduğu şortundan dolayı bacakları loş sarı ışığın altında esrarengiz bir şeymiş gibi duruyordu. Kadının balkonda bir nesnenin hareket ettiğini ama bunun ne olduğunu kadının pencereye yanaşıp hızla ‘pisi pisi’ demesi sonucunda öğrendim. Yeni banyodan çıktığını anlamamı sağlayan şey, çamaşırları asarken saçlarını sardığı havluydu ancak şimdi saçlarını kurutmuş ve topuz haliyle bağlamıştı. Gözlerim kadının pencereden gidişini takip edemese de, balkonda bir oraya bir buraya gidip gelen, kuyruğunu dikmiş kediden ayıramıyordum. Önümde duran kitaba bakıp, okuyormuş gibi yapmak istiyordum ama nasıl bir göz ki, kendi elimin hatlarını dahi göremediğim karanlıkta kitap okuyabiliyordu! Kaçamak bakışlarımın yakalandığını fark etmiştim. Kadının çamaşır yıkamadığını da anlamıştım. Belli ki banyo yaparken çok kirlenmediğini düşündüğü atletini ya da iç çamaşırını kendisiyle beraber yıkamış, kısa bornozuyla beraber balkona gelip onu önceden çamaşır astığı yerdeki boş demire asmıştı.
İnsanların yaşadığı şehirden kaçıp, uzaklaşma isteğini anlayamadığım zamanlarda, yurtdışındaki herhangi bir şehre methiyeler düzebilirdim. Kimi zaman bu yanlışı abarttığım zamanlar da oldu ama çok ileri gitmedim. Yani ülkenin sınırını değil, kendi yaşadığım şehrin dahi sınırlarından çıktığım an garip bir hüzün çöküvermeye başlamıştı. Sonra şehrin merkezinden kaçmaya başladım. Dağların arasında bilinmeyen yollara sapmaktan da vazgeçtim. Kimi zaman sokağa çıkmaya dahi üşendim. Sırf bu yüzden elektriğim kesildi. Faturayı bir sonraki gün ödedim ancak kesinti parasını bir sonraki faturada görünce mutlu oldum. ‘En azından biri bana karşı ilgi besliyor’ diye düşündüm. Uzaklaşabildiğim, kendimi başka dünyaların da olduğuna ikna edebileceğim balkonu keşfettiğim de, yitirilmemiş yıllarımın olabileceği fikriyle az da olsa mutlu oldum. Bu mutluluk bugün için genç kadının annesiyle yaşadığı tartışmaya kadar sürmüştü. Ayağa kalktım. Balkonda yürürken hep aynı hatırayı tekrardan yaşıyorum. Harput kalesinde dalgalanan bayrağın aşağısında bulunan uçurum korkutucuydu. Altı yaşında sünnetsiz bir çocuk olarak korkumun beni ele geçirdiğini, babamın tüm zorlamalarına karşın uçurum sınırından korkup, bir türlü aşağıya bakamadığım an aklıma geliyor. Oysa az önce balkondan aşağıya bakarken gövdemin yarısını hafif de olsa aşağı sarktırıp genç kadının balkonda tek başına oturduğunu keşfettim. Bu keşfime yönelik asıl amacım üzerindeki kıyafetin rengiydi. Pembe olabilir miydi? Her ne kadar ışıksız bir balkonda otursa da, karanlığa bir süredir alışmış gözlerimin genç kadının üzerindeki kıyafetin rengini seçebilirdi.
Balkona ihanet edip, büyük bir arzuyla denize koştuğum günü mü anlatmalıyım? Oysa daha geçen gün balkonda rahatça uzanmamı sağlayacak ‘balkon kanepelerine’ bakmıyor muydum? Kataloglar arasında ağırca parmaklarımı dolandırıyor, fiyatlarının fahişliği karşısında umutsuz bir taraftar gibi kendi takımımı, pardon, arzumun yitirilişini canlı olarak seyrediyordum. Artık eski hikâyelerin burada hükmü yoktu! Çünkü bir renk olarak pembe bile sadece pembe olarak kalamıyor, akşam balkonda otururken cep telefonuma bakarken ‘vay be’ diye iç çekip, şaşırıyordum. Yazılım konusunda geri kalmış bir ülkenin müdavimi olarak, yine de az önce içten şarkı söyleyen adamın bahsini anlatmasam olmaz. Bir akşamüzeri karşılaşmış ‘beraber bir iftar yapacaktık hani, niye gelmiyorsun’ tepkisiyle bir sonraki gün için söz vermiştim. İftar için yaptığım tavuklu pilavın aslında yeterli olduğunu düşünerek evine doğru iftardan on beş dakika önce vardığımda, deniz manzaralı balkonun dibindeki masanın üzerindeki tabakları görünce hayret etmiştim. Topu topu iki kişiydik. Hayır, top değildik, belki de toptuk; yani bu hayatta yuvarlanan giden basit plastik toplardık. Sert bir vuruş sonrası narin cildimiz zarar görüp, havamızı yitirebilirdik. Yine de aramızdaki onca yaş farkına rağmen aslında tecrübe denen şeyin kültürlü bir söyleniş tarzıyla ‘siktiri boktan bir mesele’ olduğunu test edebilme imkânım olmuştu. Masaya kaç gün önceden kaldığı belli olmayan yemeklerin dolu olduğu tabakları getiriyordu. Durmadan tabak getiriyor, ezan okunmuş olmasına rağmen, hala gelip karşımda oturup yemeğe başlamıyordu. Çok değil, üç hafta önce geçirdiğim üç haftalık ağır sindirim bozukluğu yüzünden aynı duruma tekrar yakalanma riskini taşıdığım masada rahatsız bir misafir olarak oturuyordum. Çorba, ‘eh, fena sayılmazdı’ ama ya diğer yemekleri nasıl anlatabilirim ki? Oysa benim gibi düşünceli bir insanın emelinde o tavuklu pilavla sadece bir tas cacık kaşıklamak vardı ama insan umduğunu bulamıyor. Maalesef tiksinme boyutuna varan bir yemek ritüeli sonucu sigaraları üstü üstüne yakmak zorunda kalmıştım. Bir nevi ağzımın ve damarlarımın tadını değiştirmek istiyordum. Dört saat sonra eve çıkmadan önce uzun bir yürüyüş sonrası ensemin tatlı kaşınışlarına hayır diyemiyordum. Kaşıyordum. Ensem kaşınıyor ve ben ensemi kaşıyordum. Sabah uyandığımda aynaya yan yan baktığımda ensemdeki kırmızı şeylerin ne olduğunu düşünürken, ‘ergenlik sivilcesi herhalde’ diyerek çokta olayı abartmamak niyetindeydim. Neyse ki şans eseri rast geldiğim bir hemşireye ensemi göstermiş, o da hemen çözüm üretme aşamasında ‘yediğin yemeği tiksinerek mi yedin’ diye bir soru sormuştu. İşte, tecrübenin bu kısmıyla ilgilendiğimi itiraf etmeliyim. Yalnızca pratik zekânın ışıklarından bahsediyorum. Yoksa yaşın insana budalaca yaşamdan başka bir şey kattığını kim söyleyebilir ki?
Üzerindeki kıyafetler gibi, üzerine giydiği kıyafetlerin rengi gibi ve üzerindeki kıyafetlerin rengine benzer ruhlarında da renklerin olduğu insanların arasında pembe bir üst bikiniye takılacağımı söyleselerdi, pek mahal vermez, bu konuyu hemen geçiştirir, sıkıcı bir politik konu ortaya atar ve gerçekten sıkılmış bir halde bu takıntımın da geçici olduğunu anlayabilirdim. Ne yazık ki balkondan uzaklaştığım zamanlarda bu tür durumlarla karşılaşabiliyorum. Sonra müsavi vakitler yaklaşıyor, bir insanın kaybına dahi üzülmediğini fark ediyorsun. Sanırım yakın bir zamanda bir akrabayı kaybetmenin verdiği hüzün buna dâhil olabilir. Fakat bağbozumu günlerinin de içinde olmadığı zamanlarda yitip giden, elden kaygan bir sabun gibi düşüveren insan ellerinin de daha can sıkıcı olduğu malum.
Birden balkonun ötesinde bir dünyanın olduğunu düşündüm. Yürüdüm, kaldırım taşlarıyla karşılaştım. Sokakların ve caddelerin toz içerisinde kaldığı yerleri geçtim. Güneşe doğru yürüdüm. Yosunların saklamaya çalıştığı maviliğin gerisine durdum. Güneş olabildiğince ileri gitmiş, tam tepemde durup, vücuduma ışığıyla kapalı bir ameliyat yapmayı umuyordu. Yaralarından iltihap akıtan densiz bir hasta gibi kızgın kumların üzerinde ayaklarımı suya ulaştıracak tedbirsizliğimin verdiği aceleciliği görmezden geldim. Sigaranın biriken külü kumun arasında oyun oynamaya koşarken, ayaklarımı normal bir ayak gibi hissettiğim yere varıncaya dek sadece önüme, başım eğik bir şekilde önüme baktım.
Orada bir yer de olabilirdi. Onu burada bulabilirdim. Böyle bir ihtimali bile düşünüyor olduğum için şaşırmadım. Onu aradığım yerleri sıralasaydım, sanırım gereksiz bir iş yapmış olurdum. Gereksizliğim başım gözüm üzerineydi ve bunu herkes adına söylüyorum. Hayatın aslında fabrikadan farksız olduğunu dudaklarımın arasında yalayarak mırıldandım. Tekrar ettim: F a b r i k a! İşçilerin sabahın sekiz buçuğunda buluştukları orta ölçekli atölyeden bozma fabrikaya kendimi attım. Önce gereksiz bilumum iş verdiler. Vasıfsız olanlar için en acı deneyim her işi yapacakmış hevesiyle patronun karşısında durup, aslında bir boktan anlamadığını da bilmenin üzüntüsünü hissetmektir. Ustalar tornadan saat gibi işleyip, çıkardıkları parçaları artık kimseye gösterme heyecanı taşımadan, birer robot gibi işlerini yapıyorlardı. Ustabaşı mühendise ileteceği malzemelerin listesini bir işçiye yaptırıyordu. Temizlik saati gelecek ve haftanın son günü her yer pırıl pırıl olacaktı. Pırıldamasa bile arkadan bir şarkı çalacak ve yine de bu fabrika temizlenecekti. Servis otobüsüne binen herkes gibi hissedecek, düşünecek, kelimeleri kullanarak konuşacak ve dinlenmek üzere eve çekilecektim. Kimi gençler arkadaşlarıyla bulaşacaklar, kimi ustalar akşam yemeğini eşinin annesi evinde yemek için yirmi senelik arabasının kontağını açacaktı. Vites olabildiğinden daha düz ve sıkıcı şekilde bire atılacak, minimum kaygıyla yola ilk bakış gerçekleşecekti. Fabrikadan sonra da bir fabrika süregeliyordu. İnsanların tatil ihtiyacı diye ortaya koydukları bir şeyi yine bu fabrika ortaya çıkaracaktı. Bu fabrika ayrıca insanlara olmayan şeyleri beklemeyi öğütleyecek, bunu tavsiye etmekle kalmayıp, elbette benimsetecekti. Herkes beklemekle geçen ömrünün bir süre sonra aslında nasıl da hızlı geçtiği karşısında şaşıracak ve bu şaşkınlığa olgun olma vasfı olarak bakacaktı. Fabrikanın insanlar için beklettiği sürprizler karşısında yine de insanların çoğu bu düzenin yitip gitme korkusu karşısında ürkecek, söylenilen şeylere itiraz edebilme cesaretini kazansa dahi, bu itiraz kabiliyetini de önemsemeden söylenenleri harfiyen uygulama noktasında canını ortaya koyduğu anlar olacaktı. Yaşamayı az da olsa isteyenler bir mucize bekleyeceklerdi. Yaşama konusunda umutsuz insanlar ölümü bekleyecekti. O kadar zayıf ve fabrika düzenine alıştığı için kendi ölümünü tasarlamakta bile güçlük çekecekler, ölüm beklentisiyle yaşama olduğu yerden devam edecekler, canları istemese bile her gün yemek yapacaklardı. Beklentilerin fazla oluşu karşısında nice umutsuz insanın üretimi hoş karşılanarak, yine bir beklenti sonucu icat edilmiş haplar küçük şekerlemeler gibi alınacaktı.
Sanırım bir renge nefret beslemiyorum. Hayır, bunun için kendimi cahil görmüyor, bilakis çaresiz buluyorum. Gücüm o son anda parmağını kaldırıp, ‘bir şey söyleyebilir miyim’ hakkına dair beklenti içinde de değil. Kime söyleyeceğim? Kim anlayacak beni? Herkesin kendi anlayış havuzu olduğunu öğrenmemiş miydim? Hangi haydut o havuzun içerisine işedi peki? Bir zalimin doğuşuna yönelik melodinin monografik bölünmeler geçirdiği safhayı geçtiğime de nasıl inanmışım! Onu aradığım yer şu kirli denizin ortası mı? Gençliğin verdiği enerjiyi kirli suyun içerisinde yitiren insanlar güneşin altına eğleniyor, gülüyor, konuşuyor, suyun içinde ayak çırpıp, plastik bir topu birbirlerine atıp duruyorlar. Kimi çocuğun annesi, kimisinin de babası çocuğuna yüzme öğretmeye çalışırken, insanların arasından geçiyorum. Su hafiften yarılmaya yüz tutsa, umutlanacağım. Gençlerden birinin pembe renkte bir bikinisi var ama bu bikini, bilinen bikini kumaşlarından ayrı oluşunun canlı ifadesi; ‘buradan gitmeliyim’ diyor. Çeyizlik masa örtülerinin desenine benzeyen üst bikinin içerisindeki süt damarlarının olduğu yağ birikintileri her topa eller kalkışında sallanıyor. Denizin dalgasına uyum gösteren yalnızca bu gencin göğüsleri var. Denizde biraz açılınca, gözlerim ‘artık uzaktan göremezsin’ diyerek açıklama yapıyor ve beni sevindiriyor. Aklımın burada rahatlaması gerekirken, gerilim hissediyorum. Terlediğimi biliyorum. Saatlerce burada kalacağım ve buradan tanrılar şehrine kadar yüzeceğim.
Kaldırımları karıştırmıyorum. Hayır, birine adım atsam karşıdaki kaldırım taşları küsecekmiş gibi duruyorlar. Aslında onların umurlarında bile olmadığımı söylemezsem canım çıkacaktı! Kaldırımlara gelmeden önce sevgili bir çiftin arkasından bu kaldırımlara doğru yürümüştüm. Kumların ortasına dikilmiş şemsiyenin altında iki gencecik bedenin plaja ayrı bir enerji kattığını bir ben fark ediyorum. Genç adam güneş gözlüklerinin berisinde gözükmeyen gözleriyle sevgilisine bakıyor. Şezlonga uzanmış ve sevgilisini dinliyor. Sevgilisine baktığım yeri genç adam ezberlemiş olabilir ama benim gibi düşünemeyecek oluşu karşısında geçici bir hüzün var ediyorum. Atmosfere yakışacak cinsten bir hüzün bu; genç kızın oturuşu onu buradaki diğer insanlardan ayırıyor. Yüzü de vücudu gibi armuda benzeyen bu genç kız aslında narin gibi dursa da, oturuşu onun enerjisinin yönünü değiştiriyor. Korkunç bir rastlantı değil, basit, olabildiğince kısa bir denk gelen bakış sonrasından bahsediyorum ama fotoğrafı hemen hafızadan silmek güç. Dhyana-asana için çimenlerin üzeri daha tavsiye edilebilir nitelikte olsa da, gücünü monologlardan alan bir öykünün acıyan demine böyle bir fotoğraf yakışabilirdi. Bu oturuşun amacı biraz da levitasyon eğilimi gösteriyor. Genç kız birazdan buradan gidebilir. Sesi kesilebilir. Genç adamın armut sevgisine itirazım yok. Basit bir fotoğraf üzerine cinsel eğilimi yine genç adama bırakıp, konuşmak istediğim son saniyelerin içerisindeyim. Belini gözükmeyen bir duvara yaslamış gibi dik ve omurgaya baskı yapmadan oturan genç kızın vücudunun beyazlığı sanırım onu ilgi çekici nesne yapıyor. Burada oturan, uzanan, yüzen herkes çakma sarışın gibi, geçici bir esmerliğin içerisinde ancak bu genç kızın inatla beyaz kalmaya karşı tutumu etkileyici. Kusura asana ortamı için şezlong hasır bir yaygının yerini alırken, havlusu da ceylan derisinin yerini alıyor. Bu enerjideki boğumlaşan vasananın, arzunun ruhsal bir yükselimi var. Şimdi bunu sadhaka olarak değerlendiriyorum. Genç kız ona bakanlara vücudunun sadakasını veriyor. Sevgilisine de herhalde bir şeyler veriyor olabilir ama sadakasını verdiği diğer insanlar onun umurunda bile değil. Seslerini duyamadığım için bu fotoğrafın zihne yönelik maunası güçlü ama bedensel sessizliğin birer yalandan olduğunu söyleyebilir miyim? Belki de tam tersi ama bu mauna, sessizlik içerisinde levitasyon merkezi bir armudun sapı gibi başı oluyor. Sevgilisi için vajra asana olacak bir çarpışma bu armudun bireysel hakkı ancak siddhasana konusunda ısrar edişim ne kadar da gereksiz! Fütursuz bakışımın birkaç saniyeden oluşu yeterli ama karıncalanacak vücudunun yalnızca sıcaktan ve de konuşma yorgunluğundan geleceğini bilmek de tüm bunların boyalı bir armut biblosu olduğunu ortaya koyuyor. Daha insan olamamışken, bir armudun en tatlı yerini bilecek ayı şehvetine dayanamadığım hüzün yeni çakralar icat ediyor. Bu yaratıcılığın portakal rengindeki şuursuz yalnız yüzeylerini ortaya koymakla da alakalı olabilir. Suyun duygulanımları korkuyu ve öfkeyi sindirirken, esenlik kalıcı hale gelebilmek için çıldırıyor. Bu karşıdaki varlığa hakim olmak arzusuyla affect koordinasyonuna yönelik bir zenginlik sağlasa da bunu anlatabilmek gerçekten güç. Bilincimin saniyeleri yoğunlaştırdığı, şerbet kıvamında ılıklaştıran ve sonra da sınırlı zaman içerisinde yolunu bulması gereken yaratıcı edimin sonuna geldiğimi esefle kavrıyorum. Bir suçum olduğunu, bunun imaj faaliyetine dönüşüp, başka bir ben gösterime sunduğunu kabul edemiyorum. Yoğun suçluluk ve keder duygusunun akıp gideceği uçta yeteri kadar aklın olmadığından mı bahsetmek gerekiyor?
Karamsarlığın alıp yürüyeceği yol, balkonun yedi metrelik mesafesinden ibaret. ‘İstediğim zaman çocuğum olur anne, bana bundan böyle bu konuda baskı yapma’ diyen genç kadının üzerindeki siyah tişörtün benim ana çakralarımı derdest ettiğini söylemek ne kadar da abes! Heves etmiyorum yürümeye de, burada durup oturacak, ölümün bir fay hattından geleceği anı gözetleyeceğim. O gün ‘her şey yolunda’ diyebilecek kadar vicdan sahibi olabilir miyim?
Başka bir gün…
YORUMLAR
Bir ara evimi feng shui tarzında döşemek için büyük çaba harcamıştım. Sonra bunu kafaya takıp nereye gitsem beynimde feng shui dizaynları üretiyordum. Mesela caddede yürürken arabaların kaç cm olabileceklerini falan hesap ediyordum. Bu takıntım şimdilerde yerini başka şeylere bıraktı . Bu yazıda o zaman ki ruh halimi hissettim. Okudukça derinleşen bir yazı bu. Sonra yenide gelip okuyacağıma eminim.
Not : fabrika,armut, mauna ... Bu ve diğer serpiştirdiğin ayrıntılar çok yaratıcı ve düşündürücü. yine mükemmelsin.
Sevgilerimle...
HakkınSesi
Yalnız levitasyon meselesi gibi şeyler iş ritüel hesabına geldi mı ince konulardır. Dalgaya, alaya gelmez. Burada armut seksapel imajı arttırıyor ama ritüel babında tuhaf bir yakınlık hissedebilir insan.
Ama kaos teorisinde olduğu gibi bir karmaşa bile aslında düzen için gereklidir. Bu biraz da uydurma hayaller ya da öğlen gördüğüm rüyaya benzer diyeyim, olmayan şeylerin dahli sonucu olanın aklı karışıyor.
Bir armut fabrikası örneğin kurup, armut üretiyorsun. Sonuçta şekli armut ve dut pekmezi de iyidir. Bu aralar keçiboynuzu pekmezi de ünlendi. Yine de kıymalı börülce hesabı görelim biz. Yumurta domates de maşallah.
(Konu çok sulandı:) )