- 1453 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
'ölü bir teypçinin kasetleri'
‘Yolculuğun nasıl geçti’ diye sordum. Gök gürüldüyordu. Bakışlarını birden gökyüzüne doğru çevirdi. ‘Bulutlar’ dedi, ‘sen de fark ettin mi sanki elini uzatsan değecek kadar yakın gibi duruyorlar.’ Önemsemiyormuş gibi yapsam da bulutların onun ilgisini çektiği kadar yakında durduğunu görebiliyordum. Abartmıyordu. Bir şeyi abartacak, mübalağa edecek insan yalnızca benim gibi başıboş biri olabilirdi. Ona içimden ‘sen iyi bir adamsın’ dedim. Yüzüne bakınca gülümsediğini gördüm. Beni duymuş olabilirdi. Kötü bir şey söylemediğim ve onun kalbini kırmadığım için sanırım kendime ‘iyi bir insan olabilirsin ileride, eğer ölmezsen’ diyordum.
Yağmura özel bir ilgisinin olduğu günlerden bahsedecekmiş gibi yağmura doğru bedenini yanaştırmaya çalışıyordu. ‘Nerede bu yağmur’ diye düşünüyordum. Gebe kalmış bulutların pek yakında mideleri bulanacaktı. İftar sofrasına oturup, ezan okunduktan sonra bir dakika geçmeden ayağa kalkıp sigara içen biriyle beraber aynı şarkıyı söyleyenlerin olduğu herhangi bir şehirde bu yağmurlu günün sevincini paylaşabiliriz umuyordum. ‘Sen ne anlarsın ki’ sesi uğrayışlarında ‘tın tın’ etkisi bırakıyor ve mavi bir yazmanın yüceltilecek kadar güzel kokmasını da sağlıyordu. Kesin yine bir yaramız var ve o mavi yazma yaralarımızdan biri için feda olacak. ‘Birazcık şurada oturalım’ teklifini geri çevirmedim. Bankın üzerinde oturmadan önce geçirmem gereken tereddüde karşı ilgisizdim. Oturduğumuz gibi donumun ıslandığını anladım. Önce yavaşça pantolondan yüzeysel bir şey giriş yapmaya başlıyor ve sonra o don denilen meymenetsizin arka cephesi üzerinde iz bırakacak şekilde ıslanıyordu. Bundan ikimizde zevk alacak kadar olgunlaşmadığımız için ‘kalkalım mı, sanırım ıslandık’ dedi. Yürüyünce donumun kuruyacağını bilsem, hani öyle bir gün olsa, o sıcak hava da bilerek ıslatacağım tüm kıyafetlerimin kuruması için geçen süre çok olmayabilirdi ama şimdi o durumdan bahsedecek müsait bir ortam yoktu. ‘Hollanda ligiyle ilgilenen bir arkadaşım vardı. Geçen gün bana Şili ligine de merak saldığını söyledi’ dedim. Oynadığı her neyse, ilginç bir çeşitliliği ve de bilgi birikimi olması gerekiyordu. ‘Öyle arkadaşları nereden buluyorsun’ diye sordu. Yağmura yakalanmak için yavaş yürüyorduk. ‘Öyle diyorsun da, ben kendimi nasıl bulmuşum’ dedim birden. Aniden çıkan bu cümlenin yüz kızartıcı bir sebebi olmalıydı. Pavyonda karısına yakalanmış o adamın halini anımsadım. ‘Sana anlatmış mıydım’ dedim, kısa tutmak için hemen ‘pavyon hikâyesi hani’ diye de ekledim. Yağmur başlamıştı.
Yine böyle bir günde, yağmurun birden bastırıp, birden sönmeye yüz tuttuğu bir akşamüzeri basketbol büyüklüğündeki göğüsleriyle kadın şuracıkta ıslanmanın epistemolojik bir çıkarımı olduğundan ve bu çıkarımın ontolojik seviyede kaygılarımızla eşdeğer bir bilinç bize sunabildiğinden bahsetmiyordu. Sadece ‘ıslanmak ne hoş bir şeymiş, ya ben senelerdir böyle ıslanmadım’ diyordu. Defalarca bok silmiş ve boklu ellerini her seferinde kalıp sabunla yıkamış herhangi bir insandan başkası değildi. Sıvı sabunun zenginlik emaresi olarak durduğu yıllarda daracık kotuyla şehrin herhangi bir parkında çekirdek çitliyor ve cebindeki kalın elli bin liraları kumbarasına atacağı saati aklında tutmaya çalışıyordu: ‘23.33’. Sayılara merak beslemesine karşın matematikte oldukça zayıf oluşu karşısında kendisine ‘aptal’ muamelesi yapıp ‘sözel bölüm okuyacağım, sözelciyim ben ya, sözelci canım, sözelci’ tarzı kendini ikna edici cümleler kurmayı becerdiği bir gün, aklına şiir yazmak gelmiş ve bu işi de aslında iyi beceremediğini bilse bile, en azından birkaç arkadaşını etkileyebileceğini düşünerek şiir konusunda kararlı olmuştu. Kumbarasına babasından aldığı elli bin liraları atacağı vaktin neden ’23.33’ oluşu karşısında basit bir mantık geliştirmişti. Sevdiği sayısal kalıp, en küçük asal sayının sonrasında ve o asal sayıya benzemeyecek şekilde olmalıydı. 24.44 olabilirdi örneğin ama saati 24 olarak kimseye söyleyemezdi. On ikiyi neden ikiye çarpıp, yirmi dört olarak kullanacaktı ki? Hem arada asal sayıyı kullandığı için kendisini vefasız gibi hissediyordu. 22.22 olamazdı çünkü 2’yi yalnızca bir kez kullanabilirdi. 21 ya da 20 üzerine de ara sıra çalışmaları olmuştu ama o saatlerde eve gelmek istemiyordu. İlk öpüştüğü zaman dudaklarını nasıl da sıkmıştı! Kaç yaşındaydı sahi? Dünyaya öpmek için geldiğini düşündüğü gecelerde neler hayal etmişti de, yıllar sonra aynı hataların peşinden gitme konusunda hiç de geri durmadı.
Gençler şortlu bacaklarıyla iki pota arasında gidip geliyorlardı. Nuri ‘boksa merak saldım bu aralar, boks videoları izliyorum’ dedi. ‘Şu Rus boksör yenildi ya geçen, antonicaşuaya yenildi hani, yaşlandı tabi, oysa gençken ne güzel indiriyordu milleti’ diye de ekledi. Boks merakını çoktan unutmuş benliğimde ağır bir travma yaşatamayacağını anlayarak ‘onun da miadı dolmuştu’ zaten dedim. Her şeye karşın bir Hemingway öyküsü gibi hissetmem gerekiyordu. Konuştuklarımız aramızda kalacaktı. İkimizin birden hoflaya puflaya sokakları arşınlayıp, koştuğumuzu ve de yumruk sallayarak havayı dövdüğümüze dair hayal kurdurtmayı başarınca ‘ya nereden geldi şimdi bu aklına, aslında basketbol oynamak lazım biliyor musun, vücudu toparlamak lazım’ diye mırıldanınca, arkamı dönüp, yere tükürdüm. Toprağın üzerinde yayılan tükürük bilimkurgu filmlerindeki mikropları andırırcasına otların arasına inerek kaybolmuştu. Biraz sonra dilimin o otların arasından çıkıp beni yalayacağını hayal ettim. Madem insanlar birbirlerini sevemiyor da, bu yüzden ‘önce insan kendini sevmeli’ yalanı ortaya atılıyor, o zaman bir insanın kendisini yalaması da bence çok da sorun edilecek bir detay gibi durmuyordu. Kimi parmaklarını yalıyor, hatta omzunu yalanlar bile oluyor. Arada iri ve sarkmış memelerini ağzına yaklaştırıp yalayanlar da çıkıyor. Bunun haricinde elastikiyet özelliği olmayanlar için pek matah sonuçlar doğurmayacağını bildiğimden dolayı yalama bahsini boks hikâyesini anlatan Nuri’nin yüzüne çaldım. Nuri en son yalan haber veren sitelerin sağlık başlıklı kısmından edindiği bilgileri yineliyordu: ‘Havuç çok faydalıymış, vücudu zinde tutmak için havuçla turp rendeleyip yemek gerekiyormuş.’ ‘Nuri abi’ dedim, ‘iyisi mi sen boksu da, basketbolu da siktir et, bu yaştan sonra sana gelmez ikisi de, zaten porno izleyen seksen yaşındaki ihtiyar gibi senin şu söylediklerin. Eğer yapabiliyorsan yürü abi, yürü, deli gibi yürü, nereye gittiğini bilmeden yürü sadece.’ Yüzüme doğru gülümseyerek ‘sen de bizi iyice mahvettin be, daha kırkına gelmedik, niye olmasın’ derken, ‘dur şuradan bir paket sigara alayım’ diyerek yanından uzaklaştım. Basketbol topu büyüklüğündeki göğüsleri olan kadının yanından uzaklaştığım gibi, Nuri’nin de yanından uzaklaştım. Bir ara şişme havuzların moda olduğu zamanlar vardı. Hatta sıvı sabun misali, bu şişme havuzlar da zengin işi gelirdi. Doğal yollardan havuzlarda bizim gibi dingillerin yapacağı şekilde, banyo giderinin deliğini kapatıp, banyoyu suyla doldurmaktı. Emirsultan mezarlığının üzerinde, yol kenarındaki havuza giren çocukları imrenerek seyrediyordum. Onlar o mahallenin çocukları oldukları için kalabalık ve hiç çekinmeden grileşmiş beyaz külotlarıyla havuza girip çıkıyorlardı ama ben yapayalnız, havuzun bir kenarında pantolonun paçalarını sıvayıp, kirli suya ayak daldıran yalnız bir çocuktum.
Az önce ona yolculuğunun nasıl geçtiğini sormuştum. Yinelememe gerek yok. İyi ya da kötü, sonuçta şu an yanımda ve ıslak donlarıyla yağmur altında yürüyen insanlarız. ‘Arkadaşım’ diyorum içimden, ‘sen benim arkadaşımsın değil mi?’
Ne kadar süredir mescitte uyuduğumu beni dürterek uyandıran bekçiye sordum. Bekçi, görevli olduğu yerin sessizliğiyle ağırlaşmış sesini yükseltip: ‘Ben nereden bileyim kardeşim, uyumak yasak ama burada onu diyeyim dedim sana’ dedi. Gözümü birkaç defa aç kapa hareketlerle canlandırmaya çalıştım. Bu basit egzersiz daha iyi görmeyi sağlıyordu. Mescidin küçük bir penceresi vardı. Bu pencerenin karşısındaki iri bir ağacın yapraklı yayvan dalı, mescit içerisine gölgelik veriyordu. Ayağa kalktığımda sendeleyip, düşmek üzereyken duvara elimi uzatarak dengede kalmayı başardım. Kıble yönünü tarif eden mukavva işaretin rengi göze hoş geliyordu. Bu renkte sevdiğim meyve vardı. Aslında bu renkte sevdiğim insanlar vardı ve bu renkte olan meyvenin bolca dikili olduğu bahçelerin üst tarafında, bu güzel meyveyi çokça yemiş insanların artık bir daha bu dünyada yaşamayacakları kesinleşmiş ölü bedenlerinin gömüldüğü mezarlık vardı. Onu buraya gömdüklerinde ben bu şehirde değildim. Aslında onun ölüm haberini aldığımda, ben de artık bir daha yaşamayacak gibi hissetmiş, boğazımdaki tüm ıslaklık iki dilimi de tavana yapıştırmış ve günlerimi, haftalarımı mahvedecek bir sürece doğru beni itekleyen duyguyla yaşamaya başlamıştım. O benim bu dünyada tek arkadaşımdı. Bunu yeniden hatırlamakla kendime zarar veriyorum. Mescitte uyuduğum vakit aralığında rüyamda onu görmüş, yanıma geldiğini ve beraber yağmurda ıslandığımızı anımsıyorum. Halk tarafından verilen ortak kararla ücretsiz yapılmış Eskişehir otogarının tuvaletine girdiğim zamanki heyecanı, onunla yürüdüğüm zaman duyumsamam normal miydi? Kendi mahsulünü şehrin sokaklarında satan köylüye hırsız gözüyle bakıp, ondan hem işgaliye ücreti alıp hem de üzerine bir ton dayak atıp, sonra da yüklü bir cezayla köylüyü siktir eden düzene kızmış gibi bekçiye sinirlendiğimi anladım. Uykudan uyandırmamış olsa belki de arkadaşımla yağmurda beraber ıslanmamız üzerine detaylı bir konuşma aramızda geçebilirdi. Sahi, ben bu mezarlığa onun mezarı için gelmemiş miydim? Kime diyorum? Nereye iniyorum? Hey, yukarı çıkacaksın! Buradaki en yakın mezarın olduğu kısmın harfi A. İşte yine şanslı ve zenginler için ayrılmış, ayrıcalıklı bir bölüm. Eğer yakın zamanlarda ölmüşsen ve de paran yoksa belediyenin sana verdiği mezara bedenin gömülmek zorunda. Bu tam olarak J ya da L harfine mi denk geliyordu, o konu da pek emin değilim ama arkadaşımın mezarı F harfiyle başlayan parselde. Bir zamanlar dutluk olan bu arazinin mezarlık olacağı kimin aklına gelirdi ki! Dutluk derken, gerçekten dut ağaçlarının olduğu bir yermiş. Arada birkaç dut ağacı görebilirsiniz, eğer şanslı bir şirinseniz. Ama batıl inançlardan ötürü çocuklar büyükleriyle mezarlığa geldiklerinde bir türlü bu mezarlığın o güzel dutlarından yiyemeden geri dönüyorlar. Kadının birinden şunu duymuştum: ‘Yavrum ölünün olduğu yerdeki ağaçtan bir şey yenir mi hiç? Ömrün kısa olur.’ Şeyi de unutmuş olamam, şu seksen yaşlarında, her ay kocasını ziyarete geldiğini düşündüğüm yaşlı kadını. Yaşlı kadın yere düşen o güzel dutlardan ağzına alırken şunu söylüyordu:’ Eskiden mezarlığın gölgesinde yetişen ağacın meyvesinden yiyenin, ömrü uzun olur derlermiş.’ Bu yaşlı kadının yalan söylediğine dair irileşen düşüncelerim vardı. Bu mezarlık çok eski bir mezarlık değildi ve kocasını da on sene önce kaybettiğini durduğu mezarın taşını okuyarak da anlamıştım. Ancak başka eski bir mezarlığın ağaçlarındaki meyvelerden yemiş olamaz mıydı?
Ne gereksiz bir insanım! Tanrıya olan inancım burada donuyor. İnsan sahip olmak istemediği bir şeyi buraya gömebilir. Yalnızca istemediği şeyleri ama ben arkadaşımın yaşamasını istiyordum. Karşıdan karşıya geçerken araba çarpıp ölmekte ne demek? Ne kadar absürt bir ölüm bu! Sanki on dokuzuncu yüzyılda mı yaşıyoruz? O zamanlar ara sokaklarda hızla ilerleyen bir at arabasın altında kim bilir kaç insan bahtsız şekilde can vermiştir. Atların ayakları altından ezilip ya da o atların kaslı gövdelerine çarpıp en iyisinden kemiklerin kırılıp, iç kanamadan ölmeden önce en azından son konuşmayı yapmak üzere eve taşınabildiğin ölümlerden bahsediyorum.
Bugün yanına, başka bir gün değilmiş gibi geldim. Sana uğramayı seviyorum. Gördün mü? Ne güzel açmış şu dört gül. Dördünün de birbirinden ayrı renkte olması ne hoş! Sen bunları kalbinle besliyorsun. Yoksa ruhun muydu? Başka bir şey olabilir mi? Ne kaldı senden geriye? Tüm kanının kuruduğuna ve gözlerinin oyulduğuna yemin ederek şu an kahrolsam, beni toprağının üzerinden iradem dışında kim kaldırabilecek? Bekçi mi? Onun o meymenetsiz yüzünü göreceğime, atların ayakları altında ezilip ölmeye razıyım. Fakat bekçinin iyi biri olacağı fikrine de sıcak bakıyorum. Hem beni artık tanıyor gibi, gelip gitmelerime alıştığını düşünüyorum. Bir seferinde yanındaki birine arkamdan ‘kardeşini görmeye gelmiş bu yine’ demişti. Kardeşim demiyordum ben sana ama olsun, arkadaşım diyordum, arkadaşımdın sen benim. Seni son kez burada gördüğümde beyaz bir elbise vardı üzerinde. Yok canım, ne elbisesi; sadece beyaz bir kumaş. Hem ben görmedim ki seni buraya gömdüklerinde. Bazen bana ölümünün geç haber verildiğini aklıma getiriyorum ve delirecek gibi oluyorum. Ne olurdu son kez yüzüne bakabilseydim, seni görebilseydim keşke!
Son kıyafetini hayal ediyorum yanına doğru gelirken. Mahir olmayan herhangi bir terziye ait dikiş izi dahi olmamalıydı. Düz kesim, ağır bir koku üzerinde; bunu bir yerden çıkartıyorum. Oysa sana altmışların modası damatlık alacaktık; böyle garip bir hayalimiz de vardı. Ses verdiğin an, hayır bir gün vereceksin o sesi ve ben de sana demek istediğim son şeyi, şimdiye kadar özenle seçemediğim sözcüklerle anlatmaya çalışacağım. Bunu yapacağım. Sen de beni dinleyeceksin. Ne yani? Yanlış bir şey mi söyledim? Birdenbire ne oldu? Yılan, ah yılan, yine yılan. Daha önce de görmüştüm. Yılanlar, kıvrıla kıvrıla göğsünü deşerken ben de acı çekiyorum şu otlar gibi:
‘Rahat bırak beni, rahat! Dönüp kıvrılıp zarar veriyorsun köklerime. Ne hain bir şeysin sen! Baba neredesin? Ya sen anne! O süt kokulu filizinle toprağa beni yatırdığın ilk gece, Ay gülümsüyordu yaprağına bir âşık gibi. Çocuk bir ot olduğum için böyle düşünmüşte olabilirim ama bana lütfen yanıldığımı söylemeyin.’
Bir gün bakışlarımızın denk geldiği soğuk kış ikindisini sana anlatayım. Aynı yılan olup olmadığı konusunda emin değilim ama yılan olduğu konusunda… Hayır, o konuda da emin olmamakla beraber uçları sigaradan yanmış eldivenimle onu avuçladığım gibi parmaklarımın arasını sarmıştı. Bedenini hissedince yılanın, arada eldiven dahi olsa, insan bir hoş oluyor. Kayganlık hissinin ya da nasıl anlatsam şimdi, ben anlatmasam bile sen anlarsın beni. Yani burada böyle boş boş konuşuyorum ya, arada… Her neyse üşüdüm. Bugün senin yanına ben, yalnızca ben olarak gelebilmeyi umarak geldim. Böyle ağır ağsak, çamura batarak, ıslak işte; biraz yanak, iki çorap, iki pabuç, taban, asfalt, çeşme, çamur, tırnak ve sen çıkıyorsun karşıma birazdan. Yani adın çıkıyor, okuyorum yarım yamalak. Elhakümüt tekasür, hatta zürtümülmekabir, bu son durak.
Yılanın gözlerine bakıyorum. Çok uzaklarda mana aramaya gerek kalmıyor. Ben bir ortanın orta vaktinde tam ortasından ayrılmış kitabın orta yerinde hani, öyle derler ya, Tanrı’m, çıldırıyor olmalıyım. Bu saatlerde benim mezarlığa girişim yasaklanmalı. Hayır, hayır, hayır... Beni dinlemelisiniz, hepinize birden diyorum. Biri bana burada neler olduğunu söyleyebilir mi? Hey, size diyorum. Sen Ahmet oğlu Cemil, sen Hayri’nin kızı Esma, sen Fatma Nuriye, sen Hacı Ali, sen çocuk Dursun… Bir şey söyleyin lütfen, bir şey… Küçücük bir şey, hayır yine aynı şeyleri görüyorum. Küçük bir mabet içerisinde sıkışmış bir haldeyim. Aslında o kadar güzel ki her şey, bir anda kendimi o kadar büyük bir abdesthane içerisinde buluyorum ki, ölene kadar oradan kurtulamayacağımı düşünüyorum ve asıl çıkmam gereken yere bir türlü ulaşamıyorum. Dönüyorum, gidiyorum, geliyorum; bazen o kadar çok yoruluyorum ki, araba kullanıyorum. Bazen sana çarpan o arabayı kullandığım oluyor, caddelerde o kadar hızlı gidiyorum ki, ne bir trafik ışığı, ne kaldırıma çıkmak üzere ağır adımlar atan insanlar ne de ufacık o böcekler… Hiçbiri umurumda değiller! Sonra uyanınca arabanın beni kullandığını düşünüyorum. Bir şeylere uyanıyorum ama tam anlamıyla doğru bir uyanış olduğu konusunda emin olamıyorum.
Tanrı kendisini sevenler için hazırladığı felaketler diyordu kutsal kitapta, bir süre duraksadım. Başımdaki uzun süredir aralıklarla süren sızının kaynağına yaklaşmış gibi hissediyorum. Tanrım, Rab olan sensin ve yalnız senden dilemeliydim! Kutsal kitap olabilmeyi hayal ettim. Hiçbir gözün göremediği, kulakların duyamadığı ve yüreklerde kavranamayan. Yılanla konuşuyorum. Bazen hamamböcekleri, örümcekler, kediler, köpekler ve bulabildiğim diğer canlılar. Keşke bir insan olabilseydi bu! Keşke ölmeseydin!
Beni duyabildiğin inancıyla burada nasıl çırpınıyorsam, şatonun en mahrem kapısı burada olmalı diye de diretebilirim biri karşıma çıkıp ‘senin burada ne işin var’ diye soracak olduğunda. Onları boş ver, herkesi boş ver, dünyayı boş ver. Sen kendini de boş ver. Bir şey sanma kendini başta. Öyle ki, hiçbir şey olmadığını söylerken dahi bir şey olduğunu sanmaya başlıyorsun. Geçen gün insanların kendisinden daha aşağıda olan insanları görünce şükür ettiklerini tekrardan hatırladım. Ne iğrenç bir şey bu! Mesela ben bir başkasından biraz daha iyi hayat standartları içerisinde yaşıyorum diye şükredeceğim. Gerçekten bunun şükür olduğuna inanacağım. Hayatımın sonuna kadar da bu yalanı sürdürmeye ve hep şükür ettiğimi sanmaya devam edeceğim. Tanrı’m, bu çıldırışın sonu yok muydu? Yalvarırım bana, sana nasıl yalvarıldığını öğrenme konusunda yardımcı ol! Su içinde ayaklarım. Yağmur başlıyor. Mezarlıkta yağmur o kadar şahane oluyor ki; şahane, yaz kış insan gübreli mis gibi toprak kokusunu alabiliyorsun. Paçalarım çamur, şu kıyafetlerim yoruyor beni. Kibirle teşekkür edebiliyorum. ‘Tanrı’m, sen ne yücesin!’ Kartal gibi yükseklerde ev kursakta o ev yıkılacak. Yüreğimizde büyüyen gururdan bahsediyorum. ‘Tanrı’m sen ne yücesin!’ Şu lakırdının rasyonel bir tarafı olsa da hep beraber oturup anlaşabilsek diyorum. ‘Arkadaşım’ diyorum, yarıda ve havada kalıyor kelimeler.
Toprak ellerimi alıyor içine. ‘Sen kendi kardeşine acımadın! Sen acımadın, sen, senden bahsediyorum. Sen acımadın.’ Acımadım. Islanmış ve yüreğinde sıralanmış urganlarla kardeşler idam ediliyor, esmer bir bayrağın altında bedir bildirisi yapılacağı ana kadar. İşte günah sayesinde hâlâ ayakta duran bizlerin zamana ihtiyacı varken, ihtiyar putun tırnaklarını yalayan rüzgâra karşı durdum. Bağırdım. Yine bağırdım:’ Benim sana ihtiyacım yok! Rab, beni koru.’ Beni böyle hatırlatacak kan lazımdı. Yanında duruyorum ama sen yanımda değil gibisin. Rüyada oysa ıslak bankta oturuyor ve sen ‘kalk’ demesen, bundan şikâyet dahi etmiyordum. Mescidin zeminindeki betondan dolayı da kıçımın da üşüdüğü itiraf edebilirim. Böylece rüyanın sahte bir simülasyon olduğunu iddia edebilirim. Sana böylece bu son gelişim de, ‘neden öldün, neden o kahrolası araba sana çarptı’ gibi gereksiz söylemlerde bulunmam.
İşte şimdi oturmadan, her yerimden ıslanırken konuşuyorum. Başıma çarpıp duran su damlacıklarıyla yoruluyor bakışlarım. Hayır, kirpiklerime iniyor o su damlacıkları. Hırçın ve kanı deli akan bir çocuk gibi şimdi birine bakmak. Arzu etmemiştim oysa şefkat diline tuz basılırken, anlamadım, tereddüt etmeden anlamayan olmayı kabul ettim. Karanlık içinden bir gücün akıp gidişiydi ve herkes kendi bildiği kadar inkâr ediyordu. Işığın doğuşunu ertelemekten başka neye yarardı. Hayır, yanılıyorum; hiçbir şey ertelenmiyor. Her şey tam vaktinde olacak, her şeye ışığa çıkarken… Bana adını bir daha söyler misin? Kokla. Acını kokla. Bu kokuyu içine çek. Ciğerlerini ayrıca bu affedilememişlikle doldur. Affedilemeyecek noktadayız. Sınırı geçtik. Matematik tarihe karıştı. Tarih ne kadar kâtibi varsa uzun mesailerle çalıştıracak. Figan etmenin kimseye yararı yok. Soğuyor. Sıcak olan soğuyor. Her şey soğuyor; böyle bir kıyametten bahsetmemiştim. Soğuyan bir ateşin yaktığı yerdeyim. Kendimi arıyorum. Maddeler büyüyor. Aşkın bir işlevselliğe dönüşüyor sevgi kumpasında. Aramakta, yani ara, biraz dinlen ve ara; ses ver. Bilmek kervanından öncü iki melek getiredurmuşlar. Hazırlıklı olduğunda hicran sonrasının çöl susuzluğu olduğunu öğrenebiliyorsun. Arayıştan gelmiyorsun, arayışa gitmiyorsun, sen arayışın kendisi oluyorsun. Bir tanrı daha bulmadan, özünde bilginin ağladığına rastladım. İyi toprağa düşenler için yaşamakta duyulmayan sevinç doğarken, gördükleri halde görmesin ve duydukları halde anlamasınlar diye dört kitaba sarıldım. İçimdeki zevkin tartıda duruşu, elindeki ateşi hep biraz uzakta tutmaya benziyordu. Hallac dostun attığı güle ah etti. İsa yoksullarla bölüşerek ekmeğini, ta ki başkası yargılanmasın diye gülümsedi. Kâinat serveri göründü. ‘Gül ‘dedi İsa. Muhammed’in nuru doyurdu aç dostlarını İsa’nın. Hep birden tesellisi yoksulluk olan da, yoksundum. Sahte bir peygamberin vahyini dinleyen elmas cama dönerken, ne mutlu reddediş oldu böylesi. Kurtuluş insanın bir yıkım öncesi beklentisidir. İşte dağsa dağ, kavga ise kavga, yara ise yara. Tepeler duyar kalbin iniltisini. Yine de bağır: Ey dağlar ve temelleri, İşte, Rab yine davacı oldu kulundan. Bir köşede ağlarken rastladım ona. Burası bir süreliğine artık esenlik kenti değil, nerede tanrım senin hükümdarlığın diye inliyordu ve yanıltmadı ne kitap ne de tanrı tarihi. Rab kendi olan şeyi hiçbir zaman yanıltmadı. O asla yanıltıcı değildir. Yanıltan kendi arzularımızın var etmeye çalıştığı dünya. Babil en sağlam olduğunu düşündüğü an yıkılırken, geride yangından kaçan hayvanların bağırışları sarıyordu ormanı. Öğütlenen kurtarıcısı oluyordu, o zaman anlaşılan ve artık yazgı için teferruat demekti her şey.
Bana söyleneni söyledim. Kimse kalmayıncaya kadar yanımda. Burada çok yalnızım. Bazen peygamber nevrozunun geçici ağırlığını anlıyordum. Günahkâr bir kulun günahkâr tövbesi üzerine, ne dilenirse dilensin çaresiz aşağı olmak kalmıştı geriye. Peygamberin yalnızca bir elçi olmadığını, kul olduğunu, yani kum gibi ayaklar altında ezilse dahi, gökyüzünde ruhunun uçabildiğinden bahsetmek de isterdim sana.
Duası erişen Yunus gibi vefalı oluncaya değin, Tanrı vefasında sadık olacağına ant içti, ta ki Rabbine layık sabrı gösterenler ‘bittim’ diyecekti. Ve düşman onu ebedi yakacak ateşe layık olmalıydı. Böylece sonsuz bir ferahın yol ağzı gözükecekti. Bunları temenni olarak düşünmeyiniz sayın bay örümcek ve bayan yılan. Birazdan sizi rahat bıraksam, kendi aranızda amansız bir kapışmaya girip, ikinizden birinin gözlerim önünde yok olmasına nasıl izin verebilirim. Sen doğuya git ey örümcek, sen de batıya ey yılan!
Tanrı misafiri olduğunu anlayamadan göçenler için yol ağzında duruyorum. Rab tüm ulusları yargılayacağı gün yakınken, kalburla elenenler elenir ve ateş bize dokunmaz dedikleri an da, Rab kendini unutanlar için büyük bir divan hazırlayacağını söylüyor. Eğer zamanı geldiğini söyleseydi, yine de birçoğu inanmayacaktı. Bize görünen kısmı aldatıcı. Bu fal açanlardan yoruldum. Yalan söylüyorlar. Bilmedikleri zamana dair yorum yapanlardan sıkıldım. Rab sözüdür ki; vakit yakın ve o gün geldiğinde yargılayacak bizleri. Rab sözünde sadık olandır ve elbette intikamı en feci olandır. İşte oyun, işte en büyük dert yaşayan için. Yap kötülüğü, kır insanı, dişle kardeşinin etini, öldür sana ait olmayacak olanı ve mahvet her iki dünyanı.
‘Sizinle uğraşacağım gün cesaretiniz kalacak mı? Elleriniz güçlü olabilecek mi? Sizdeki ruhsal kirliliğe son vereceğim. Ulusların gözünde aşağılanacak ve benim Rab olduğumu anlayacaksınız.’
Sözünün doğruluğundan şüphesi olanlar için kulaklar kapalı, gözler görmüyor mu? Kenara çekildim. Suyu içine çekilmiş, kurumuş bir çeşme dibinde gökyüzüne bakmaya başladım.
Sayısız günlerce O’nu unuturken, elbiselerim suçsuz yoksulların kanlarıyla dolarken, gözyaşlarıyla ciğerleri paralanan insanların kalplerine ferahlık inmemişken, yine de suçu olan bizler, ‘suçumuz yok Rab, varsa da sen affet bizi’ diyoruz. İşte biz, işte siz günahkârlar! Zalimlikte geri durmayanlar. Rab konuşuyor:
‘Ben suçsuzum, kuşkusuz Rabbin bana öfkesi dinmiştir diye düşünüyorsun ama ‘günah işlemediğim’ dediğin için seni yargılayacağım. Neden boyuna sözünden dönenlerden oluyorsun? Çünkü Rab senin güvendiklerini reddetti. O insanlardan, malından, mülkünden ve şanından hiçbir yarar sağlamayacaksın. Gözümde kötü olanı yaptınız. Hoşlanmadığımı seçtiniz.’
Rab ‘yaptıklarını gördüm’ diyordum. İyi ya da kötü, tüm yaptıklarımızı gören bir Tanrı’nın kudretinden uzakta, kendi kötülüğünü esenlik sanan hadsizlerin elinden içtiğim su bana zehir oldu.
Üzerime yağan yağmur etimi yakıyor. Seninle beraber dinlediğimiz şarkıların artık tadı yok. Bazen bir minibüs durağında denk geliyorum. Ölü bir teypçinin kasetleri kadar fazla sıkıcı ve sıradan. Devren Allah’a emanet bir kalpten, muhabbetten ve tereddütlerden bahsediyorum.
Arınmak bilmez bir vücut dövmüşler üzerime. Tenha köşelerde mırıldandığım o sözleri tekrar geri çağırıyorum. Kusursuzluk yok. Hisle buluşuyor nefesli nefisler. Deniz çığlık atıyor. Dalgalar çarpıyor. Gözlerim kapanıyor. Toprağın üzerine yasladığım yanağım, kulağımı ısıran bir sinek yavrusu, göğsümde yürüyen karınca, içimde dolaşmayı zevkle bekleyen yılan, saçlarımın arasında kaybolup, beynimin içinde ağ örecek örümcek şaşkın; beni neden cezalandırıyorsunuz?
Can, bir tehdit şeklidir. Aynı zaman da takdir. Kusursuz değildir böylece yaşamak. Ancak, çok doğru zamanda bu dünyadan ayrıldığını söylersem, beni utandırmazsın değil mi?
Arkadaşım! Toprağın daha ne kadar kazabilir ellerimi?
YORUMLAR
HakkınSesi
Ancak hep bir vesile umuyoruz maalesef.
Hoş olmuş gelişin, hoş olasın pek çok daim.
nâ-gehân
‘gözlerinden evvela, gönlünü alıp çıkmışsan o yola’
Suyun sesinde süzülen uyku da, yağmurca yağar toprağa. ve ölüm ardı çiçeklenir inşâ’Allah ruhumuz, çekilince gözlerimizden uykunun esneyen örtüsü.
Her yazdığınızı ziyaret etsek de bazılarından susup geçmek gerekiyor; bazı yazılarınızın da kadifesine dokunulmadan geçilmiyor.
Siz hep yazın ve her daim hoş kalın böyle,
boğdu... ağırdı yani insan çıkıpta ben bundan keyif aldım diyemez. çünkü yazının böyle bir ihtiyacı yok. çünkü yazı düşünülsün istiyor Nuri feriha ahmet hayriye hepsi bir düşünce.
ve belki en katı şekilde sistem eleştirisi. zaman eleştirisi ...
yapraklarından boynuna ve köküne değin çürüyen dünyaya en insani şekikde eleştiri huzur arayışı. mesela kaç yaşında olursa olsun ani acı çeken birinin oy anam diyişi gibi. ki o oy anam aslında bizi doğurana değil köklerimize yani toprağa çağrı.
oysa beton dünya
topraktan uzaklaşan insan
çürüyecektir elbet.
HakkınSesi
Sanki orada bir anım vardı ve orayı hapsettiler gibi geldi. Absürt ama mezarlıklar da bile bu beton çılgınlığı var. Eskiden taş varmış, taş ile medeniyet var edilmiş. Dinlenmek için hala Amerika da ahşap evlere büyük özen gösteriliyor. Tamam plastik katkılı oluyor bu ahşaplar ama yine de orada iki hafta kalan aile garip bir huzur tadıyor.
Boğuldum ben de haklısın.
önce kasetler öldü, sonra teyp, bi süre direndi teypçi, iç çekti ve lanet yağdırdı uyum sağlamakta zorlandığı bu süslü ama kokuşmuş zamana. o da öldü.
başlığı görünce kafamda ilk canlanan öykü böyle bi şeydi.
yazı bitti ve kendimi bir an teybe sarmış, çeksen bandı kopacak kaset gibi hissediyorum.
HakkınSesi
İnsanın ruhu varsa ve gerçekten bedeninin içerisinde bir yerde ise, bu kadar eziyeti kendisine neden yapıyor? Yani kurtuluşu ne sağlıyor; hep bu soruları sormuşlar ve soruyoruz.
Bir sınırı olmalı gibi.
HakkınSesi
Den(iz)
bir yağmur konuşuyor yalnızlığıyla ve toprak..
sevdiklerimizin yok oluşu.
HakkınSesi
Ya kendine bile uzaksan? Yağmur sesi bile fon kalır işte sadece.