- 865 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
'tek başına bir toplum'
Gözümü açtığımda, başım yorganın altındaydı. Kasığımın altındaki şey beni rahatsız ediyordu. Ani bir şuur kaybı yaşadığımı itiraf etmeliyim. Elimi uzatıp, o şeyin telefon olduğunu anlayınca rahatladım. Telefonu elime aldım. Saate bakmak için alnımı yukarı doğru germeye başladım. Saat 04.18’i gösteriyordu. Kaç saat uyuduğumu düşünmek dahi istemiyordum. Hesaplayabilirdim de aslında. Sanırım uyumaya çalıştığım ilk dakikalarda dışarıdan gelen seslerden dolayı bölük pörçük bir uyku içerisinde huzursuzdum. Birkaç defa küfür etmiştim. Sigara yakıp, klozetin üzerinde oturmuştum. Gözlerimi açamıyordum fakat sigarayı içebiliyordum. İşte o sahneden sonra hatırlayabildiğim bir resim yoktu. Yatağa girmiş uyumuş olmalıydım.
Uykumu aldığımı hissediyordum. Aslında tekrar yatağa girip uyuyabilirdim de. Birkaç serseri araba ışığından başka sokakta ve az ötedeki caddede hareketlilik yoktu. Buranın orospuları bile çoktan uyumuş olmalıydılar. Otele girerken iki travestiyi gördüğümü anımsıyorum. Bir sürü bakımdan sona ortaya çıkmış bedenin cazip gelmediğini söylemek zor gelebilir ama tiksinen yine de tiksiniyor. Gerçekteyse imkânını bulsa ‘ben tiksiniyorum’ diyenlerin bile ilişkiye girdiğini bildiğim için bu mesele üzerine tekrardan düşünmedim. İki gece kalıp, sonra da bu şehirden kurtulacaktım. Hiçbir işim yoktu. Gerçekten de ‘öylesine’ buraya uğramıştım. Öğlene doğru eşinden iznini alıp, yanıma gelecek olan arkadaşla buluşacaktık.
Aç karnına bazen sigara içmek hoş oluyor. O anlardan birindeyim. Dün bir şeyi çok defa hatırlamış olduğumu ve bu yüzden zihnimin donuklaştığının farkındayım. Zihnimi bu kadar yoğun kullanan şeyi hatırlamam kısa sürdü. Şule’ydi. Bir ara ‘nerede olduğunu’ dahi merak etmiştim. Ne aptalım! Banyodaki aynada kendime baktım. Gömlek kırışmıştı. Saçlarımın etrafında gezinen beyaz kurtları şu an için göremiyordum. Duman gözlerimi sarıyordu. Hazır bekleyen suyun üzerisine fırlattığım izmarit komik duruyordu. Sifona basmadım. İki gün nasıl olsa bu odada kalacaktım. İki günlük parasını arkadaşın hemşeri kıyağı üzerinden yüz elli lira olarak vermiştim. Sağlam kafayla düşünüldüğünce cidden uygun bir fiyattı. Montumu giyindim. Telefonu montun iç cebine koydum. Cüzdan pantolonun sağ arka cebinde duruyordu. Hissetmek için yine de dokundum. Oradaydı. Anahtarı aldım ve ışığı söndürüp koridora kendimi attım.
Rezervasyon yazılı tabelanın altında ayaklarını masaya doğru uzatmış, sandalyede uyuyan sakallı bir tipi gördüm. Adımlarımın sesi kulağına ilişirken ağır ağır gözkapaklarını açtı. Gömleğinin ilk iki düğmesi açıktı. Parmağının ucuyla göğüs kıllarını kaşırken ‘abi, taksi lazımsa söyleyeyim’ dedi. ‘Yok’ dedim, ‘çıkıp hava alacağım.’ ‘He, iyi o zaman’ dedikten sonra tekrar uyukladığı pozisyona geri döndü. Dış kapının yapımında kullanılan demir ağırdı ya da ben güçten düşmüş olmalıydım. Acıktığımı hissettim. En son nerede yediğimi de unutmuş olmak ilginçti. Ben de herkesleşiyordum. ‘En son ne yediğimi hatırlamıyorum be, ta onu nereden hatırlayacağım’ tiplerden olmamak için ara sıra kitap okuduğum oluyordu. En azından hafızayı dinç tutuyordu. Arada bulmacada çözüyordum. Çengel bulmacadan sonra kendimi ister istemez sudokunda sayılarla uğraşırken buluyordum. Aslında ikisi de son derece sıkıcı şeylerdi.
Rüya gördüğümü niyeyse caddede yürürken hatırladım. Kitapçıdaydım. Seçtiğim onlarca kitap vardı. Evet, sadece kitap seçiyordum. Alıp almadığımı hatırlamıyorum. Uzun bir süre kitapçıda durduğumu, kitaplarla uğraştığımı rüyamda görmüştüm. Arıyordum. Hem arıyor hem de seçiyordum. Aslında rüyalarda renklerin ve de eylem çeşidinin realiteye yorumlaması sonucu ne gibi manalar içerebileceğini kendi kendime yorumlayabiliyordum. Kitap arıyordum, seçiyordum ve bir köşede biriktiriyordum. Mana itibariyle bir tarafta herhangi bir bilgiyi araştırdığımı ya da gerçekle ilgilendiğimi ama yine de bu konuda tam istediğim cevabı bulamadığımı gösteriyordu. Yine de uğraş veriyordum. Kısacası herhangi bir isteğim varsa, bunun gerçekleşmesi ya da huzurlu olabilmem için sabırlı olmam gerekiyordu. Nasılda basit bir yorum! Zaten insanlar hayatı sabrederek tüketmiyorlar mı? ‘Şu insanlar’ dediğim an da uzaklaşan polis arabasının tepe lambasının etrafa yansıyışını takip ediyorum. ‘Şu insanlar benim kardeşim filan değiller.’ Ortada insan filanda yok ama genele söylüyorum. Yanımda olan birinin duyabileceği seste tekrar ediyorum:’ Şu insanlar benim kardeşim değiller!’
Karanfil pasajındaki küçük kitapçı dükkânına Şule’yle gittiğimiz ilk gün aynı şeyi söylemiştim:’ ‘Bütün bir insanlığın benim kardeşim olduğuna inanmıyorum. Yalan bu abi.’ Sahafın sahibi Mustafa abi böyle düşünmüyordu. Adamla aramızda neredeyse otuz yaş vardı ama yine de abi diyordum. Şule’nin içerideki rahat tavırları onun buraya sık sık geldiğinin işaretiydi. Sanırım adama ‘Mustafa abi’ dememin sebebi Şule’ydi. İçeri girerken ‘Merhaba Mustafa abi’ diyen o olmuştu. Ben de sohbet içerisinde aynı tabiri kullanıyordum. Bu konuyu kendime dert edinmem mantıksız gelebilirdi ama devrimden sonra hayatta karşımıza çıkacak her türlü meselenin eşit değeri olduğuna inanıyordum. Birkaç yıl sonra devrimin de diğer eşit meseleler arasına karışmasını engelleyemediğim gibi o gün de fikirlerimin akışına yön vermeden konuşmuştum. ‘Neden’ diye sormuştu. İnternet yaygınlaşmadığı için aslında insanların bir nebze daha stabil yaşadıkları zamanlardı ama yine de acının rengi ve şekli değişmiyordu. Kandı. İnsanlar düşüncelerini sevmedikleri insanlara kendi kanlarını yutturmayı görev edinmişlerdi. Arkadaşlardan bir kısmı topyekûn bir şekilde ‘askere, polise, devletin bürokrasisine’ savaş açmayı, onlardan nefret etmeyi görev ediniyorlardı. Bu konu da haksız olduklarını söylemek istemiyordum. Yaptığım şeyin oportünistlikle, rengini belli etmemeyle ya da sözünü dinletememeyle alakası yoktu. Tembeldim. Aslında olay bu kadar basitti. Diğer taraftan ‘hepimiz kardeşiz’ yalanı konusunda konuşuyordum. Arkadaşların tepkisi ‘tabi ki değiliz, bizim gibi düşünmekten aciz, hayatını tavuk gibi önüne verilen şeyleri yemekle uğraşan acizleri kardeş olarak kabul göremeyiz’ tarzı oluyordu. Bazıları olayın iç dinamiklerini kavrıyor;’ mücadeleye tepkisiz kalanları ben de kardeşim kabul etmem’ diyorlardı. ‘Bakın’ demiştim bir gün, ‘insanların yaşayarak kazandığı iki hastalık çeşidi var arkadaşlar. Birincisi tembel olma. Bu halin yansımaları hayatın her köşesindedir. İkincisi de bir başkasının acısını duyumsamama ya da o acıya karşılık kendi acısını yüceltme. Biz acılarıyla gurur duyacak kadar fırsatçı tiplerden tiksinirken, zamanla kendimiz de aynı şablonun pençesinde hapis kalıyoruz. Bizim için hapis, demir parmaklıkların arasında, kocaman nemli duvarların olduğu dört duvar mı yoksa vicdanımız mı? Önce bunu sorgulamamız gerekiyor. Yarın bir gün gerçekten devrim olsa, sizce devrimi sahiplenen fırsatçılar ilk kimi idam eder? Seni, beni, onu, şunu; en yakınımızda olan insanları öldürürler. Neden peki? Acıya saygısız insanlıktan bahsediyorum. Acı çekmeyen, çekilen acıları hor gören insanlardan bahsediyorum. Bizim içimizde büyüttüğümüz, hareketimizin temeli olacak duygu kin mi olmalıdır gerçekten de? Biri bize işkence ettiğinde, yoldaşlarımızın cinsel organlarına, makatlarına coplarını, kendi cinsel organlarını sokarken, tırnaklarımızı paslı kerpetenlerle sökerlerken, ağzımıza ısıttıkları bıçakları sokup dişlerimizi sökmek için uğraşırlarken, morarmadık, kanamadık yer bırakmadıklarında da, biz de onları öldürmek için mi kin beslemeliyiz? Hayal ettiğimiz, umduğumuz dünyada böyle şeylerin olmaması için mücadele ederiz.’ Arkadaşlardan birinin tepkisini beklediğim gibiydi:’ Yanlış şeyler konuştuğunu söyleyemem ama yapılanlara karşılık verilmediğinde, işkence edenlerin azmayacağı konusunda kim teminat verebilir?’
Mustafa abiyle konuşurken de kin üzerinden konuyu genişletmiştim. Hem ‘kardeş saymıyorum’ derken hem de ‘vicdancı bir tip’ imajı çizmenin altındaki bağlantısız kalışı sorun edeceğini umuyordum. Beklediğim gibi ‘kendinle çelişmiyor musun’ diye sorduğunda istediğim cevabı verebilecek an gelmişti. ‘Hayır’ demiştim yüksek bir sesle. Aradığı kitaplar arasında dalgın güzelliğin bile ‘ne oldu’ der gibi bakışına rast gelmiştim. Şule de şaşırmıştı. Beni tanıştırdığı adamla yarım saatlik bir sohbet sonucunda beklemediği şekilde, yüksek bir sesle ‘hayır’ demiştim. ‘Hayır, benim için kin besleme duygusu ötesinde insanların vurdumduymaz tavırlarının etkisi var. Haberiniz olduğunu pek sanmıyorum ama geçenlerde el altından satılan bir gazetede denk gelmiştim. Bir gazeteciye gardiyanın anlattıklarından bahsediyordu. Takati kalmamış, zayıfça, genç bir insan. Ağzı burnu kanlar içerisinde, yürümeyecek bir haldeyken bu gardiyan, meslektaşı gardiyanla beraber bu gencin kollarına girip içeriye koyacaklarmış. Dişleri düşmüş, ağzındaki kanlar kurumuş ve iltihap bağlamış halde bir gençten bahsediyorum. Dudaklarının şişkinliğinden bahsediyordu gardiyan gazeteciye. Gazeteci tekrar tekrar sormuş:’ Başka neyi vardı’ diye. Gardiyan yemin billah etmiş, gazeteci arada anekdot olarak söylüyor ki, doğulu bir gardiyandı. Bakamamış gence çok fazla. Gazeteci ‘bunları bana anlatırken, gardiyanın defalarca ağladığı için ses kaydını defalarca durdurmak zorunda kaldığını da’ yazmış. ‘ Sadece yaşanmış bir olaydan bahsediyorum ve bu yaşananın tek sebebi de, farklı düşünüyor olması.
…
Çorbacının önünden geçerken adımlarımı yavaşlattım. Bir tas çorba içersem, akıl sağlığım için de iyi olacaktı. Eğer taksi arabaları, polis arabalarının tepe lambalarının yansımaları olmasa bu şehrin ölü olduğuna inanabilirdim. Bir ülkenin başkentinden bahsediyorum. Çıldırmadan girip bir tas çorba içmeli ve insan yüzü görmeliyim.
Beyaz önlüğüyle camekânın arka tarafında duran adam ‘işkembe kalmadı. Mercimek, yayla ve dil çorbası var. Dil çorbasına istersen kelle de koyarım az’ dedi. ‘Mercimek olsun’ dedim. İki sandalyesi olan bir masaya geçip oturdum. Adamın getirdiği çorbaya baktım bir süre. Buharın üzerine avucumu yaklaştırdım. Küçük limon dilimi alıp, iyice çorbanın içine sıktım. Gözlerim pul biberi aradı. Peçeteliğin arkasına saklanmıştı. Biraz da pul biber döküp, böldüğüm ekmeği tabağın içine daldırdım. Tadı fena değildi. Kaşığı elime alıp, tabağa daldırdığım anda duraksadım. O günü anımsıyordum. Şule’yle konuştuğum, yürüdüğüm, aynı mekânlarda oturduğumuz o günden bahsediyorum. Şule’yle Mustafa abinin dükkânından çıkarken, ‘abi bunları not et de, babam para gönderince ne kadarsa hepsini ödeyeceğim’ demişti. Ağzından çıkan kelimelerden, cümlelerden manalar çıkarıyor, onu zihnimde yaratmakla meşgul oluyordum. ‘Bir şey diyeceğim sana’ demiştim. Gülümseyip ‘söyle’ demişti. ‘Bir şeyler yiyelim mi?’ diye sorunca, üzerindeki uzun kabanın arasından göğüslerinin hareket ettiğini fark ettim. Sanırım içten gülümsüyordu. Bütün bir şehir, dünyadaki insanlık bir yana, yanımdaki bir yanaydı. Gençliğin verdiği hislerle onu abartıp abartmadığımı defalarca düşünmüştüm. Yanıldığım nokta abartmak kısmıydı. Aslında abartı yoktu. Olması gerektiği gibi, sevmekle gelişen bir tepkiydi. ‘Sana bir şey itiraf etmem gerekiyor.’ Böyle bir cümleyi duyunca hangi insan heyecanlanmaz ki? Özellikle beğendiğin bir insansa karşında duran. Ne diyebilirdi ki? Aklım tüm gücüyle bu soruya dönük çalışmaya başlamıştı. Acaba o da beni ilk gördüğü an etkilenmiş miydi? Hatta daha da abartıp şunu düşünmüştüm:’ Konferans da o konuşmaya başlamadan önce ‘evet, elbette’ diyen benim sesimden mi etkilenmişti?’ Ne kadar da basit yaratıklarız! Özellikle birinden bir şey umduğumuz anda nasıl da kendimizi küçük düşürebiliyoruz! Oysa hayatta beklentisiz olmayı bilmek gerekiyor. Sağlık yerindeyse, bir bardak su için bile kimseye rica etmemek gerekiyor. Kendi ayağımız, elimiz var. Doğamız gereği yapabildiğimiz her şeyi kendimiz yapabilmeliyiz. Kuru bir ekmek parçası bulmak için onlarca sokak dolaşan bir köpek biliyorum. Bir gün ağzında uzunca bir kemikle karşıma çıkmıştı. Gözlerinin içi gülüyordu. Ona ait mutluluğu ben de hissetmiştim. İşte, insan olmanın doğası bunu gerektiriyor. Emek verildikten sonra geriye kalan mutluluğu paylaşmak, hayattaki en güzel duygu.
Gece birkaç barın ve kaç tane olduğunu unuttuğum pavyonların seslerini kestiği saatten beri cansız şehrin merkezinde, eski günleri anımsamaya gayret ediyorum. En azından gençlerin alışveriş merkezlerinde ya da kıçı kıytırık kafe ve barlarda hapis kalmadığı zamanlardan bahsediyorum. Gerçekten müzik yapmaya çalışan birkaç grubun gününü bekleyen kulüplerin olduğu zamanlarda, devrimin de renk değiştirmeye başladığı zamanlardı. Zaten neyin devriminden bahsediyorsak! Belli ideolojiler arasına sıkışıp kaldıktan sonra devrimciyim diyenin putlaştırdığı adamların arkasında yol aldığı günlere doğru çok zaman geçti. Bu nasıl açıklanabilir ki? Bir ara ekonomi üzerine doktora yapan bir arkadaşla bu konuyu konuştuğumuzda, ‘eğer bir ülkenin orta sınıfı gittikçe şişiyor ve bu artık yadsınamaz bir politika çemberi var ediyorsa orada bilindik sosyalist kuramlarını unutmak gerekir’ demişti. Devrim dediğimiz şeyin ekonomik bir amacı olduğunu unutan, hala gençlik abartısıyla yola koyulanlar olduğunu duyduğum zaman şaşırıyorum. Paris komününün ısıtıp, tekrardan sohbetlerin ana malzemesi yapan insanların yüzlerine bakıyordum. Ciddi olamazlardı. Her gün değişik bir takım elbiseyle işe giden biri bile aynı şeyleri söylüyordu. Kendimi onların yanında anarşist olarak buluyordum. Öyle diyenlere de rast gelmişliğim olmuştu. Denenmiş yolların, başarıya uğramış yöntemlerin fonksiyonel olmadığını belirttiğimde dışlandığımda, gerçek bir devrimi hayal edenlerin masada kendi hayallerini anlatanların mı yoksa benim mi olduğu konusunda çokça düşünürken, iyice yalnızlaşmıştım. ‘Arkadaşlar bana bu konu da antitez belirtemediğiniz müddetçe sizin hayallerinize de inanmıyorum’ derken, haksız olan ben oluyordum. Devleti yüceltmekten, toplum üzerinde sanal bir zümrenin iktidarını her daim yeğ tutmakta beis görmeyen insanların devrim hayalleri, boşalana gofret ambalajlarını ellerine aldıklarında tekrar dolu gofretler olduğunu hayal eden çocuklardan ne farkları vardı ki? Haksız olduğumu kabul etmediğim için değil, dışlandığım için yalnız kalmaya mecbur bırakılıyordum. Masası üzerinde Platon’un Devlet kitabını bir biblo gibi koyup, etrafındaki insanları küçümseyen insanlardan tiksinirken, hem devlet hem de özel teşebbüsler içerisinde gittikçe yalnızlaşıyordum. Babadan zengin, bazı süslü devrim sözleriyle etrafı sarhoş etmeyi kendine alet edinenler, ‘özel mülkiyetin yağmaya dönüşmesi bir halkın kaosuna zemin hazırlamaktan başka bir şey değildir’ gibi sözlerim karşısında beni lanetlemekten çekinmiyorlardı. Köyden yeni gelmiş, tanıdığı üst sınıftan insanlar aracılığıyla ‘ben komünistim’ diyen gençlerin arasında bu tür fikirler ‘devrim sonrası’ düşünceleri olurken, para kazanmakla meşgul ama devrim mastürbasyonundan kurtulamamış insanların arasında lanetli bir kişilik olarak atfediliyordum. Tam da ‘işte konuşabildiğim insan bu’ dediğim insanlarla karşılaştığım an da, devrimi kendi arzularına ya da milli duygularına peşkeş çektiğini öğrenmemle, ‘sen tek başına bir toplumsun artık’ çıkışımı hayat kanıtlamam da yardımcı oluyordu.
‘Yurdun iğrenç yemeklerinden sıkıldığımı itiraf etmem gerekiyor. Ara sıra gittiğimiz bir yer var, oraya gidelim istersen.’ Şule’nin itirafıyla benim aklımın var gücüyle düşünüp, kurduğu sonuçlar arasında benzerlik yoktu. ‘Tek başına bir toplum’ tezimin temellerini attığım o günlerde, Şule karşısında da yalnız bir seven olarak duruyordum. Bir saat, iki saat, üç saat; kaç saat olursa olsun artık bir sevendim. Onu diğer sevenleri gibi değil, tek başına bir toplum olarak seviyordum. Bunu anlaması güçtü. Ayrıca ona karşı haksızlık yapmış olurdum. Bazen insan kendi duygularının ne kadar yüce, üstün olduğunu düşünür ve bu yüzden karşısında duran insan veya insanlardan karşılık bekler. Böyle bir mesuliyetin altına girmek, sevgiyi lanetlemek ya da putlaştırmak arasında başkalaşıma zorlar. Sevgiyi kendi özgürlüğünden başka kılıflar giydirmeye zorladıkça, insanlar huzursuz olmaya başlar. Bu konudaki kafa karışıklığının sebebini az çok anlayabilsem de, insanların genellikle yenik düşüp, hayalkırıklığına uğradığını bilmek acı veriyor. Şule’ye kendi sevgi denizimden kanal değil, kanallar kazıyordum. Basit bir digger oluyordum. Kazıcıydım. Duygularımla beraber yaşantımın da bu komün içerisinde doğaya ait olduğunu arzuluyordum. Hissetmekten uzakta arzulamak o hayale ait öğeydi. Tünelleri suyla dolduruyordum. Yeni bir insanın var olmasına aracı olan spermler gibi, yoğun bir duyguyla kanallara açılan sular, sevgiyi karşılıklı beslemek içindi. Duvar değil, kanallar var oluyordu. Kurumaması için tekrardan sevgi denizine yağacak yağmurlar gerekiyordu. Yaşamak, doyasıya bu aşkın tutkusuyla yaşamak ve sonsuzluk varsa, bu yaşamın o sonsuzluğu da besleyebileceği düşüncesiyle yıllar yaşanmalıydı.
Tabaktaki kalan çorbaya bakıyordum. Yarısını içmiştim. Beyaz önlüğüyle tencerelerin arkasında duran ve gelen yeni iki müşteriye ne yiyeceklerini soran adam benim için ‘ne kadar da yavaş içiyor’ diye düşünmüş olabilirdi. Sahi, burada oturmak, tabağın içerisindeki çorbayı azar azar yudumlamak, arada büyükçe bir ekmek parçasını tabağa batırmak konusunda ağır davranıyordum. Nereye gidecektim ki? Sanırım gideceğim yerler belliydi. Düşünmemiş olsam da, ruhum ara sıra dolaştığı yerleri tekrar bedenimle buluşturmak isteyecekti. Buna karşı durmayacağım. Açık bir büfe bulursam, bir pakette sigara alacağım. Öğlen arkadaşla buluşunca tütüncünün birinden hazır, sarılmış tütün alırım ama şimdi bunları düşünmem gerekmiyor. Çorba, evet, çorba içiyorum. Doydum sanırım. Doymasam da istemiyorum çorbanın geri kalan kısmını içmek. Normalde böyle biri değilim. Parasını verdiğim her yemeği sonuna kadar tüketiyorum. Evrim geçirip, bir üst devrede o an yiyemese dahi, peçeteye ya da naylon bir poşete sarıp çantasına koyan insanlardan olmak istemem. Görgüsüzlük bu! Madem yiyemeyecektin, neden önceden daha az koymalarını istemedin ki! Bir değişik formda da, davet edildikleri yer de masada duranlardan aşırıp, çantalarına koyanlar var ki; komedi! Özellikle hayatında hiç görmediği genişlikte bir kahvaltı masasında otururken, dilimlenmiş kaşarları, salamları, beyaz peynirleri, bal kutularını çantasına koyanları düşününce… Ah neyse, delirmeden buradan çıkıp gitmeliyim!
Çorbanın parasını vermeye gittiğimde, beyaz önlüklü adam ‘çay içer miydin gardaş’ diye sorunca, ‘var mıydı, e, olur o zaman’ dedim. Oturduğum masaya geri dönerken, adam siyah bir perdeyle çekilmiş odaya doğru bakıp, ‘oğlum, iki çay getir’ dedi. Tek eliyle iki bardağı tutan bir genç, siyah perdeyi aralayıp beyaz önlüklü adama doğru yürüdü. Usta bir çayı kendine alırken, diğerini vermesi için beni işaret etti. Genç baştan sona simsiyahtı. Siyah bir tişört giymiş, altında siyah bir keten pantolon ve altında siyah bir terlik. Önüne de siyah bir bulaşık önlüğü takmıştı. Yüzüne bakıp ‘sigaran var mı’ diye sordum. ‘Abi, var ama tütün var, içer miydin sen’ dedi. Gülümsedim. Beyaz önlüklü adam para üstü olarak bozukluk vermişti. Cebimden çıkardım. Dört lira avucumun içindeydi. Siyahlar içindeki genç yüzüme bakıyordu. ‘Sen de şimdi paket halinde de hazır da vardır. Varsa alayım diyorum senden’ dedim. Gülümseyerek ‘abi, bugün daha aldım bir karton, nereden bildin ben de fazladan olduğunu’ dedi. ‘Şans’ dedim. Parayı almadan tekrar siyah perdeyi araladı. Çok geçmeden geri döndüğünde iki paket sarılmış tütünle geri döndü. ‘Bu fazla’ dedim, ‘dört liraya bir paket yeterli sanırım.’ Yok abi, benim gardaşım gibi biri var. O sarıyor bunları. Normalde paketi üç buçuk, bana ikiden veriyor. Sıkıntı yok’ derken ciddi bakıyordu. ‘Çayın güzelmiş’ dedim. ‘Sağ ol abi, afiyet olsun’ diyerek, ellerimizde duranları takas ederken, o çalıştığı yere gitmeden önce masada duran çorba kâsesini eline aldı. ‘İçmemişsin abi hepsini’ dedi. ‘Tıkandım’ dedim. ‘Olsun abi’ diyerek siyah perdeye doğru yaklaşırken, bardakta duran çaydan son yudumumu alıp ayağa kalktım. İki paket sarılmış tütünden bir paketini montun cebine koydum. Diğerinden bir tane alıp, onu da diğerinin yanına koyup yürümeye başladım. Nefesi acımtırak, güzeldi.
…
Şule’nin ellerine, bileklerine, saçına, kulaklarına, gözlerine, burnuna, dudaklarına, çenesine, alnına, omuzlarına, göğüslerine bakıyordum. Parçadan bütüne ortaya çıkan varlığı temsil eden isim Şule’ydi. Kabanını çıkarınca üzerini sarmalayan fıstık yeşili kazağıyla karşımdaydı. Kazak vücut hatlarını ortaya çıkarıyordu. Bol, geniş bir kazak değildi. İlkin çorba içecektik, sonra da ayranla beraber tavuk pilav gelecekti. Şule bunları yiyecekti. O an düşünüp başka bir şey tercih edecek kafa bulamamıştım. Zaten yemek bahaneydi. Şule benimle beraber vakit geçirme konusunda hayır dememişti. Ne evet demişti ne de hayır! Bir insanın, insanları başka türlü hoşnut edebileceğinin farkındaydım. Konuşmadan, beklenmedik tepki vermeden, sadece gözleriyle olumlayarak bile olsa iyilik yapabilirdi. Kimine basit bir şey gelebilir. Barda beraber içilen bir kadeh ya da evde içilen iki fincan kahve muhabbetinden bahsetmiyorum. Böyle anlarda evet ya da hayırın bir gereksinim olabilir. İki türlü durumda da paranın çok önemli olmadığı anlardır. Çoğu insan için önündeki bir kadehten başkasını içebilecek parası olduğu için yanına yılışmaya çalışan bay veya bayana ikincisini de ısmarlayabilir. Aşina olduğu bir yerse, barmenle içli dışlıysa ikincisinin lafı dahi olmayabilir. Eve davet edilen yabancı içinse, evde kahve yoksa bile içecek bir şey bulunabilir. Yoksa bile davetkâr bakışlar birbirlerinin ağız sularını içmekte beis görmeyebilir. Benim için Şule’yi yemeğe davet etmek, onu bir yere götürmek cebimdeki son paranın yarısından çoğunu yemeğe vermek olacaktı. Borç paradan ya da eve telefon açıp, PTT’den para göndermelerini talep etmekten nefret ediyordum. Yazın biriktirdiğim parayı her ay dengeli harcamam gerekiyordu ya da bir iş bulmalıydım. Ben buraya, bu şehre üniversite okumak için gelmemiştim. Bu his zamanla zihnime yerleşmemişti. Baştan beri aynı şeyleri düşünüyordum. Mühendis olup, dedemin hayalindeki o köprülerden yapma isteğinde değildim. Önce devrim aklımı karıştırmışken, şimdi parasız kalma düşüncesi aklımı büsbütün karıştırıyordu. Yalnızken herhangi bir problem olmayabilirdi. Arkadaşlar illaki bir yere gidelim dediklerinde, ezberlediğim şu küçük metni tekrarlıyordum: ‘Devrimi amaçlayanlar, halkın çektiği sıkıntılardan uzak duramaz. Eğer bir yerde aç, fakir biri varsa, tıka basa karnını doyurup, sonra da devrim yapıyoruz diyenler yalan söylüyorlar.’ Bir keresinde Siyasal Bilgiler Fakültesinde, Remzi’nin de yanımda olduğu an aynı şeyleri söyleyince, Remzi kulağıma fısıldayarak ‘oğlum, paran olmadığını biliyorum, yalandan yere söyleme bunları, hem arkandan konuşup, alay ediyorlar seninle’ demişti. Remzi’nin kulağıma fısıldadıkları söylediklerime inancımı artırmıştı. ‘Bazı arkadaşlar bu söylediklerimi yalanlama hususunda kişisel kaygılarını ya da düşüncelerini öne sürebilir. Yanılıyorsunuz arkadaşlar! 1920’nün İtalya’sında sarhoş devrimcilerin kafasında yol almamalıyız. Masum insanları sopaya çekip, şapka takan kadınlara hakaret edip, dükkânları taşlayıp, sonra da naralar atarak ‘konaklarınızda biz oturacağız, kadınlarınız bizim olacak’ diyenlerden ne farkımız kalacak? Mayıs 1920’de Ragusa’da yaşananlardan kaçınızın haberi var?’ dediğim an, masada oturanlardan biri ‘Hırvatistan’la ne alakası var’ demesi üzerine, ‘sus’ dedim, ‘cahilsin bari ortaya çıkarma. Kalkıp şimdi sana Ragusa Superiore, Ragusa İnferiore bahsinden, kızıl-faşist kavgalarından mı bahsedeyim?’ Masada oturanlar basit bir yemek söyleminden, tartışmaya yönelen konuşma karşısında rahatsız olmuşlardı. Tepki çeken bendim. Remzi ‘kendinde misin’ diye soruyordu. Bunu herkes rahatlıkla duymuştu. ‘Evet’ dedim yüksek sesle. ‘Kendimdeyim ve aklım son derece yerinde. Sadece sizin bu tutumlarınız karşısında kahroluyorum. Her gün çerez niyetine sövdüğünüz burjuvayken ancak kılınızı dahi kıpırdatmaktan nefret ettiğiniz emekten bahsetmeniz karşısında kahroluyorum. Neyin yarınıyız? Ülkenin mi? Hangi ülkenin? Kıçında sivilce çıksa ‘mahvoldum’ edasıyla dolaşan bizlerin neye sahip olduğumuz konusunda fikrimiz mi var? Sen mi (Tarık’a parmağımı uzatıyordum) yarın sözün geçerli olacak? Senin mi (Yaşar’ın omzundaydı elim) sözün geçecek? Ya sen (ürkek Gülten sinirli bakıyordu) yarın anne olduğunda çocuğun için nasıl bir gelecek ona sunacaksın? Yozlaşmış sol eğilimli fikirleri olan bizlerin, gerçek bir soldan bahsederken kırk kere ağzını yıkaması gerekiyor. Arkadaşlar, bu söylediklerim ağır gelebilir. Basit bir yemek mevzusu üzerinden, nereye geldim diye beni de eleştirebilirsiniz. Ağzımızın tadını mahvettiniz de diyebilirsiniz ama her geçen gün yitirdiğim inancımı, sizin gibi devrime inandığını belirten insanların yanında söylemeyip de, kime söyleyeceğim? Bu ülkede solcuyum diyerek emek sömüren insanların, sağcı ya da dinci geçinip, işçisini, köylüsünü sömüren insandan ne farkı var? Sen (parmağımı uzattığım çocuğun babasının fabrikası vardı) yarın üniversiteden mezun olunca, babanın fabrikasında sözün geçtiğinde, işçileri sömürmeyeceğine söz verebilir misin?’ Bir süre karşılık vermesini bekledim ama cevap veremeyecek halde şımarıklığına devam ediyordu. ‘O işçiler grev yaptığında, onları işten atmamaya söz verebilir misin? İşçiler ‘çocuklarımızın sütünü, etini alamıyoruz’ dediklerinde, ‘elimizden gelen bu’ derken, altında son model arabayı gözlerine sokmaya devam edeceksin. Ancak mevzu devrim olduğunda, sola yönelik bir tutum olduğunda, bardağın içinden o kirli sakızı çıkarıp, çiğnemekten utanmayacaksın. Çünkü insansın sen de arkadaşım. Nefret edilesi duygularla örülmüş, basit bir insansın. Kendi menfaatin için acı çekenleri küçümseyebilecek bir insansın. Hepimiz aynı kötürüm hislerle beslenen canlılarız. Kimse kendini savunmaya kalkmasın! Yarın içimizden biri mevki sahibi olduğunda, kötülediği devletin herhangi bir aygıtına tapınmayacağından bahsetmesin. Para kazandıkça sefaletin ne olduğunu unutacak bizlerin devrimden bahsetmeye inanın şimdiden kesin yasaklar konulması gerekiyor. Yoksa sen (isimler üzerinden sloganlar üreten bir arkadaşımızdı) slogan ebeliği mi yapacaksın? Gazetelerde, dergilerde, kitaplarda gerçekten devrime inanmış insanları diğerlerinin yaptığı gibi uyutmaya devam edip, para mı kazanacaksın?’ Sinirlendiği gözlerinden okunan Gülten dayanamayıp ‘sen bizi, burada bulanan herkesi tek tek aşağılıyorsun. Sana bu gücü, kudreti kim veriyor? Ne hakkın var? Kimsin sen?’ demesiyle iyice sinirlenmiştim. ‘İşte sözde devrimci beyinlerin kendi arkadaşlarını yeme konusunda sınırı, görüyorsunuz değil mi? Bizi, biz eleştiremiyorsak, yarın bir gün iktidar olanların nefret söylemleri karşısında nasıl hareket edeceksiniz, edeceğiz? Benim söylemlerimi şahsi düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Örnek verdiğim konuları saptırarak, kişisel düşmanlık besleyeceksiniz, buyurun, buna da hazırım. Benden nefret edin. İnsanlara azıcık bir inancı kalmış, devrimci arkadaşınızdan nefret ediniz. Dışlayınız. Beni masalarınız etrafında, mitinglerde görmeyiveriniz. Pankart asmakla, flama sallamakla, slogan atmakla devrim geleceğine büyükleriniz gibi inanmaya devam edin. Onlar iki küfür ediyorsa, siz iki katı küfrediniz…’ Masada oturanlardan ancak normalde son derece sessiz bildiğimiz, ufak tefek arkadaşımız Hakan’ın sesini duydum:’ Bir anarşist gibi konuşuyorsun. Burada herkesin er ya da geç bir işi olmalı. Devlet de olmalı. Senin dayandığın kuramların, sözlerinin geçersiz olduğunu bilmeyecek kadar aptal olamazsın ama bize boş nutuk atıyorsun.’ Remzi kolumdan çekiştiriyordu. ‘Yeter bu kadar’ diyordu. Elini tutup, kendisine doğru itelerken ‘yeter mi, neyi yeter, bunları boş nutuk olarak gören arkadaşlarımızın akıllarından geçeni duymak isterim’ dediğim an, masada ses kargaşası yaşanmaya başlamıştı. Herkes bir şey söylüyordu. Tabi, çoğu bana hakaret etmek istercesine tutumları sert ve sözleri mantıksızcaydı. Bir ses duydum, cılız gibiydi ama duydum. ‘Ne mi yapmalıyız?’ dedim. Ses kargaşası devam ederken, ‘susun’ diye birden bağırdım. Okulun kantinimsi yerindeydik. Etraftaki kalabalık öğrenci toplulukları da masada yaşanan kargaşayı dikkatle takip etmeye başlamışlardı. Mühendislik fakültesinden biri çıkıp Mülkiye’nin orta yerinde konuşması bazılarını iyice rahatsız etmeye yetmişti. Zaten bir anlık kıvılcımla ortam gerilebilir, kavgaya dahi dönüşebilirdi. Aptalca bir kavganın vandalların işine yarayacağına adım kadar emindim.
‘Susun’ diye bağırdıktan sonra, fotokopicinin de biriken kalabalığa doğru yaklaştığını fark ettim. Fotokopiciyi tanıyordum, sağlam biriydi. Yanımıza yaklaşıp, ‘ortamı sakinleştirin’ demesini istemiyordum. Gergin filan değildim. Ciddi anlamda herkesin susmasını istiyordum. Remzi’nin gözlerindeki ifadeyi hafızamdan silip atamıyorum. Acıyor muydu, yoksa artık her şeyin bittiğini mi ifade ediyordu? İnsanlar benim konuşmamı bekliyordu. Ne konuşacaktım ki? Sahi, böyle bir durumda olmak istemiyordum. Yalnızca akşam öğrenciler için pahalı sayılabilecek bir lokantada yemek yenmesine karşı olduğum için konuşmuştum. Şimdi öyleyse bir şeyler demeliydim. Susamazdım. Susmamalıydım.
‘Ne diyor bir şiirinde Pablo Neruda:’ Halkın ölümü her zamanki gibi oldu, sanki hiç kimse ölmüyordu, sanki bunlar toprak üstüne düşen taşlardı.’ Arkadaşlar, burada oturmuş propaganda yapmıyoruz. Bizi bilen arkadaşlar,, hatta fikirlerimize karşı olan arkadaşlar da mevcut. Şurada (onları iyi tanıyordum) duran arkadaşların bakışlarına da karşıyım. Böyle bir kin, böyle bir düşmanlık ne zaman büyüdü, ne zaman böyle düşman olduk birbirimize? (Ses kargaşası yüksek sesle duyuluyordu. Fakültede infial oluşturmaktan çekiniyordum) Bir dakika, lütfen dinleyin. Söyleyeceğim şeylerin sizi rahatsız etmeyeceğine söz verebilirim. (Sessizlik ‘dur bir ne diyecek kızıl’ sesleri arasında sağlanır gibiydi) Kendi arkadaşlarıma da aynı şeyleri söylüyorum. Bizim fikirlerimiz, okuduğumuz kitaplardan, konuşulan, anlatılan şeylerden başkası hiç olmadı! Ben, hepimizin, gençlik olarak gerçek bir fikir oluşturarak yol alma kavgasındayım. Burada kavga derken, aklınıza dövüşmek, birbirimizi incitmek gelmesin. Yarınlarımızı çalanlardan, bizi bize kırdıranlardan bahsetmek istiyorum. Yetmişleri, seksenleri unutabilir miyiz? Asla! Belki arkadaşlarım bana kırılabilir, beni dışlayabilirler ama ben kişilerin gölgesi altında yaşama arzusunda da değilim. Bizim için öncelik sayacağımız yöntemlerden ilki, insanların daha huzurlu, emeğini pay ettiği bir ülke adına olmalıdır. İçlerinizden bazıların savunabildiği adam olan, Benito’nun meşhur sözünü duymuşsunuzdur. ‘Bir bomba yüz nutuktan daha iyidir.’ Bir dakika arkadaşlar. (Sesler iyice canımı sıkmaya başlamıştı) Bize bombalar, bize silahlar, tüfekler değil bize uygulanması adına bir halkın baş koyacağı, emeğini pay edeceği fikir ortaklığı lazım. Yarın bir gün iktidar olacak insanların bizleri sindirmek için herhangi bir mitingde bomba patlatmayacağına dair kim söz verebilir? Bizim kavgamız insan vurarak, öldürerek, birbirimizi inciterek olmamalı. ‘Hepimiz kardeşiz’ de demiyorum, ben bunu dile getirmiyorum, hepimiz aynı fikir, aynı zenginlik peşinde koşabilecek özgür insanlarız. Bizim de, halkımızın da neden Avrupa’da olduğu gibi kütüphaneleri olmasın? Buranın kütüphanesinin içler acısı halini bilirsiniz. Okumadan, sloganlarla hangi birimiz kendi fikrini yüceltebildi? İyilik yapmadan, yardımlaşmadan, emeğini paylaşmadan hangi mitingimiz bir fakirin karnını doyurabildi? Sağcı, solcu diye ayırmıyorum arkadaşlar. Oturup, önce kendimizi dinleyip, yaptığımız yanlışları sıralamak için düşünmemiz gerekiyor. Hasmımız kim? Düşmanımız kim? Liderler diledikleri zaman yüksek menfaatlerini korumak için insan öldürdüklerinde hangimizin yüceleri anlam kazanacak? Ne olursa olsun, hangi şartlarda olursa olsun, kendinizi kaybetmemekten, bir lider kültü oluşturmadan toplum içinde sağlıklı düşünen insanlar olmaktan bahsediyorum. Sen (kendi arkadaşlarımdan birini göstererek) Çekist mi olmak istiyorsun? (Uzaktaki bir gruba dönüp) Siz arkadaşlar karagömlekliler gibi mi olmak istiyorsunuz? Kavgacı tutumlarımızın hiçbirimize yaramadığını, başkalarının bu ortamdan nemalanıp, bize, hepimize kan kusturduğunu artık anlama vaktı gelmedi mi? Şu an biliyorum ki, içinizden çoğu bana karşı küfredip, tükürmek, dövmek ve belki de öldürmek istiyorsunuz. Söylemlerim kutsallarımız için de geçerli. İnsanca yaşamaktan uzakta hangi kutsalın kavgasını veriyoruz? (Öğrencilerden biri ‘şerefsiz liberal’ diye bağırdı) Hayır arkadaşım, ne Liberal ne başkası! Hak aramaktan, insanca yaşamaktan bahsediyorum. Bunun milliyeti, dini ya da başka türlü fikri yok. Tek bir yolu var; aynı insancıl inançla dayanmak ve iyi insan olup, kötülerin bizleri yönetmesinin önüne geçmek! Bu bir fabrika içinde, bir şirket ya da devlet içinde geçerlidir. (Komünist, anarşist, şerefsiz sesleri yükseliyordu.) Sanırım söylediklerimden bazılarınız hiçbir şey anlamadı ve anlamayacakta. Kendi arkadaşlarımın dahi beni anlayamadığı noktada, size de pek bir şey anlatamayacağımın farkındayım. Yarın iş hayatında, nerede olursa olsun yalakalık yapmaya müsait tipler için, emeğin kavgasını hiçe sayan fırsatçı tipler için zaten anlamsız gelmem normal. Belki aranızdan biri çıkar da, beni anlar diye umuyordum. Sahi, sanırım siz haklısınız. (Dışarı gel, şerefsiz, toplanın arkadaşlar… Sesler gerginliğin kavga için müsait bir ortam oluşturduğunu gösteriyordu.)
Remzi kolumdan tutarak, ‘nereye gidiyorsun, deli misin, tek başına kavga mı edeceksin?’ dedi. ‘Ne kavgası, saçmalama’ diyerek kalabalığı yararak dışarı çıktım. Çocukların ara sıra top oynadığı boş arsaya geldiğimde, öğrencilerin gelmesini bekledim. Kimse gelmiyordu. Oysa bekliyordum. Arzu ettikleri gibi yumruklarını konuşturabilirlerdi. Bunu kendi arkadaşlarımdan da bekliyordum. Belki de Mahir’de, sağcı arkadaşlarla bir olur, kendi takımıyla ‘bu artık dejenere olmuş’ diyerek beni dövmeye gelebilirdi. Kabul görmek ya da ‘haklısın, çok doğru konuştun’ demelerine ihtiyacım yoktu. Tek başına toplum tezinin önceliklerinden biri, gerekirse devletin önceliği olacak; emeğin sömürülmesi iddiasından başka bir şey değildi. Üzücü olan devrimin gerçekleşme hayali bile, benim hayalimden daha gerçekçiydi. Çünkü bir ülkede yaşanabilecek kaos ya da savaş benzeri olay sonrası, ‘biz devrimciyiz’ diyenlerin bir süre devleti yönetme imkanı doğabilirdi ama emeğin sömürülmesinin önüne geçileceğine karşı inancım hiç yoktu.
…
O gün fotokopici abi arsaya yanıma gelmiş, ‘sen de yaman çıktın arkadaş ama zor sakinleştirdim milleti’ demişti. Yanıma hiçbir öğrencinin gelmemesinin sebebi fotokopiciydi. Nasıl yapmışsa, gençleri olay çıkarmasını engelleyebilmişti. Yine de herhangi bir olay çıksaydı, sebebi ben sayılacaktım. Bunun farkındaydım. ‘Yetmişlerde az yaşamadık olay arkadaş. Bu konularda uzmanlaştık artık ama sen de bir daha yapma böyle bir şey. Belli olmaz, biri çıkar, ortalığı bir dağıtır, sonra al başına belayı, okulu da yakarsın’ derken, gözlerine bakıyordum. ‘Bana bir iyilik yapar mısın’ dedim. Gözlerinin içi gülüyordu. ‘Seve seve arkadaşım, yapabilirsem yani diyorum.’ ‘İnsanlardan uzak olabileceğim bir iş lazım. Sen buralısın. Tanıdığın da çoktur. Eğer yardımcı olabilirsen…’ dedim. Parmaklarıyla burnunu sıvazladı, bıyıklarını kaşıyıp, düzelttikten sonra ‘yarın sabah yanıma gel, bulmak için elimden geleni yaparım’ dedi. ‘Olmasa da yanımda çalışırsın’ diye ekledi. ‘O olmaz’ dedim. ‘Neden olmasın, zor bir iş değil fotokopi işi’ dedi. ‘O yüzden değil, zor bir iş de olabilir fark etmez, bir süre insanlardan uzak olmak istiyorum. Anlıyor olman lazım.’
Remzi’yle yurtta aynı odayı paylaşıyorduk. Saat ona kadar yurda dönmemiştim. O akşam yemeğe gideceklerdi. Kaçta yemeği sonlandırıp, dağılacaklarını da bilmiyordum. Yurda girdiğimde kaldığım bloğa doğru ilerledim. İçeri girer girmez, dışarı çıkan üç kişinin bakışlarını fark ettim. Çok rahatsız ediciydi. Bugün ki olay da popülaritesi yüksek bir öğrenci olma iddiam yoktu, bundan tiksindiğimi Remzi’de biliyordu ama sanırım dedikodular neticesinde kötü bir ün sahibi olmuştum. İkinci kattaki odama çıktığımda, Remzi yatağında uzanmış, kitap okuyordu. Oda normalde dört kişilikti ama ranzaların üst bölmeleri Remzi sayesinde boş kalmıştı. Sanırım bu sır olduğu için, Remzi’yle nasıl olur da dört kişilik odada ikimiz tek kaldığını tekrardan hatırlamamam gerekiyor. Kapıyı kapatıp, demir sandalyenin üzerine oturdum. Kül tablasında izmarit yoktu ama ortasında siyah izmarit birikintisi vardı. Küçük demir masanın üzerinde yarım şişe şarap duruyordu. Normal zamanda iki bardağa doldurup, sakınmadan birini Remzi’ye verip, içebilirdim ama bugün için Remzi’nin düşüncelerini kestirmek zordu. Paketin üzerindeki marka yazısının ilk harfi üzerinden parmağımı hareket ettiriyordum. Parmakla s harfini çizmek hoş bir histi. Kitabı kapatıp, gözlüklerini çıkardı. Kitapla, gözlük yan yana yatağın üzerindeydiler. Remzi yatağında oturdu önce, sonra terliklerine doğru ayağını uzatıp yanıma doğru yürümeye başladı. Diğer demir sandalyeyi çekip, karşıma oturdu. İlk sözü ‘arkadaşlar seni sorguluyorlar, artık bizden biri olmadığını söylüyorlar’ oldu. Güldüm. ‘Doldurayım mı’ dedim. ‘Olur’ manasında başını salladı. Demir bardağın ikisine ağzına kadar şişeden doldurdum. ‘Bu rengi seviyorum’ dedim. Demir bardağın içerisinde kan gibi siyahlaşan şarap durgun bir gölün içinde yüzmek gibiydi. ‘Beni sorgulamalarını da beni kendilerinden de saymamalarını da önemsemiyorum. Sen ne düşünüyorsun’ diye sordum. ‘Ben mi’ dedi Remzi. ‘Sen’ dedi, ‘sen benim üç senedir en yakın arkadaşımsın. Ama sanırım sen beni de önemsemiyorsun artık.’ ‘Nasıl böyle bir şey düşünürsün’ dedim.
‘Bak’ dedi, ‘senin benim kadar kimse tanıyamaz. Düşüncelerini az çok tahmin edebiliyorum ama elmaya armut, armuda elma dersen seninle kimse beraber olmak istemez.’
‘O nasıl bir söz? Sen beni karıştırıyor olmayasın?’
‘Karıştırmak mı? Bugün herkesin içinde, sağcılar içinde solcular içinde orta yol güden biri gibi konuştun.’
‘Bunun elmayla, armutla ne alakası var?’
‘Belki sen anlamamış olabilirsin ama orta bir yol demek, korkaklık demek. Kazanımlara ihanet etmek demek. Şimdiye kadar edilen tüm kazanım…’
‘Neyin kazanımından bahsediyorsun sen Remzi? Kazanımmış. Ne kazanmışız şimdiye kadar?’
‘Bunu ben değil de bir başkasına söylüyor olsaydın, sana direkt hain damgası vuracaklarını da biliyorsun.’
‘Hain mi? Sen beni bugün dinlemedin sanırım. Ya da söylediklerim bir kulağından girip, diğer kulağından çıkmış olmalı. Emeğin kazanımından, eşit pay edilmesinden, liderler tarafından sömürülmenin engellemesinden bahsederken kendi doktrinlerimizin hangisine hainlik ettiğimi söyler misin?’
‘Öyle, orası öyle ama yine de bunu bizden biri olarak söylemen gerekirdi. Orada kendi arkadaşlarına da sırtını dönmüş bir orta yolcu olarak konuştuğunu inkâr edemezsin.’
‘Benimle alay ediyorsun umarım. Hala orta yolcu diyorsun. Ben gençlerin…’
‘Gençlerin ya da başkalarının senin ne dediğini umursadığını mı sanıyorsun? Umurlarında mı sence? Alttan aldığın derslerin haddi hesabı yok. Böyle giderse okuldan atılmamak için eylem yapacaksın. Yoksa ne olacak? Gidip bazı anarşist arkadaşlar gibi bir yerde eylem mi yapacaksın?’
‘Remzi, beni tanımıyormuş gibi konuşuyorsun. Ben düşüncelerimiz için yeni perspektiflerin gelişmesini umuyorum. Bu sence güzel olmaz mıydı? Eski, köhnemiş devrim edebiyatından ziyade, daha dürüst ve yenilenmiş fikirlerle bu işler daha iyi yürüyemez mi?’
‘Nasıl olacak o? Bir yanda solcuyum deyip, diğer yanda sağcıyım demekle mi?’
‘Beni anladığını sanmıyorum. Hala nelerden bahsediyorsun.’
‘Sen asıl bizi anlamıyor ve bizi dışlıyorsun. Akşam yemekte arkadaşlarla bunları konuştuk. Bizimle takılmak istiyorsa, bize karşı bir özrün olduğundan bahsettiler.’
‘Özür mü? Düşüncelerim için neyin özrünü dileyeceğim ki?’
‘ Yoksa senin yanında onu görmek istemiyoruz dediler. Bunu açık açık söylediler. Sanırım ben de aynı şeyi düşünüyorum. Hem ucunda arkadaşlarınla beraber olmak var. Senin de yalnız kalma gibi bir düşüncen olduğunu düşünmüyorum.’
‘Birincisi özür dileyeceğim bir durumum yok. İkincisi sen de böyle düşünüyorsan, asıl ben buna üzülüyorum Remzi. Bir başkası değil, senin de onlar gibi düşündüğünü bilmek insana koyuyor!’
‘Bak arkadaşım, bu sene bittiğinde en kötü ihtimalle tek ders sınavında kalan dersimi verip, mezun olacağım. İzmir’e döner miyim, burada iş arar mıyım bilmiyorum ama en azından yapacak bir planım var. Ama senin için her geçen gün işler daha da zorlaşacak! Üstüne üstelik ortalaması üçün üzerinde bir kızı sevdiğinin farkındayım. Maddi olarak senin böyle bir arkadaşlığı yürütebilecek imkânında yok. Haksızsam söyle! Senin derslerinin ne halde olduğunu bilse, senden hoşlansa dahi, seninle beraber olmak ister mi hiç?’
‘Bunun Şule’yle ne alakası var? Geçen sana anlattığım gibi birkaç saat beraber gezdik sadece. Yemek yedikten sonra yurduna bırakıp gelmiştim.’
‘O günkü yüzünün aldığı hali unutacağımı sanmıyorum.’
‘Peki, madem öyle söylüyorsun, kabul edeyim, kızı sevdiğimi itiraf edeyim. Ancak benim ümidimi kırmakla eline ne geçecek?’
‘Ümit kırmak mı? Sadece var olan doğrulardan bahsediyorum. Her şeyden öte kızın popülaritesi yüksek. Arkadaşlar arasında ona saygı duymayan, onu sevmeyen çok azdır. Sana demiştim; kimseye de öyle yüz vermez. Okuluna ya da davasına kafa yorar. Okuduğu kitapların da haddi hesabı yok diyorlar. Böyle bir kızla birkaç saat dolaşıp, yemek yemenin seni kandırmamasını umuyorum. Beni yanlış anlama ama kendine çeki düzen vermen gerekiyor. Seneye ya bir odada uzatmalı bir öğrenci için hatır hesabına ranzada bir yer verirler ya da yurttan da seni atarlar. O zaman ne yapacaksın? En azından arkadaşlardan dilemen gereken bir de özür var. Bu çok zor olmamalı senin için.’
…
Koridorlardan gelen seslerin arasında, ışığı söndürülmüş odada gözlerim açık tavana bakıyordum. Remzi banyoya gitmişti. Söylediklerini değil, Şule’yi düşünüyordum. Sabah olunca fotokopicinin yanına gitmeliydim. Oysa bir sonraki hafta vize haftasıydı ve benim derslere girip, notları almam gerekiyordu.
Sabah uyandığımda Remzi’nin de ayakta olduğunu gördüm. ‘Günaydın, derse mi gideceksin’ diye sordu. ‘Yok’ dedim, ‘başka işim var.’ ‘Ne desek boş’ der gibi yüzünü gerip, başını sallarken, ayakkabılarımı giydim. Dün üzerimde ne varsa, öyle uyumuştum. Montumu alıp, odadan çıkarken ‘umarım bulmuştur bir iş’ diye iç geçirdim.
Mülkiye’nin kapısı önündeki polis aracı dikkatimi çekti. Siyah deri ceketiyle motosikletli polis, polis aracının şoför koltuğunda oturan polisle aracın açık camı arasından konuşuyorlardı. Koridorda yürürken aklıma Şule gelmişti. Fotokopi odasına doğru ilerlerken ‘umarım vardır bir iş’ diye tekrar ediyordum. Fotokopici odanın köşesinde sandalyede oturmuş, sigara içiyordu. Önünde de çayı vardı. Beni görünce gülümsedi. Sanırım bu iyi haberdi. ‘Merhaba’ dedim. Elini sıkarken ‘buldum’ dedi sevinçle. Öyle bir ‘buldum’ demesi vardı ki, dün gece Remzi’yle olan konuşmalarımız ardından bir insanın bana böyle bir sevinci yaşatması çok hoştu. ‘Sahi mi’ diye sordum. ‘Elbette’ dedi. Bir an duraksadım. ‘Çay içer misin, sen şimdi kahvaltı da yapmamışsındır, dur sana çayla simit getireyim’ diyerek ayağa kalktı. ‘Abi, dur, olmaz’ dememe bile imkân tanımayan adamın çok geçmeden bir elinde çay, diğer elinde simitle karşımda görünce ister istemez duygulandım. ‘Niye böyle yaptın abi’ derken, ‘söylenecek söz mü, iyilik öldü mü arkadaşım’ dediği an iyice duygulanmıştım. Eksikliğini hissettiğim bir insanlık görüyordum. Çok basit bir şeydi, hayır, öyle değildi. Simidi yavaşça simitten ısırırken o konuşuyordu. Fakültenin kalorifercisiyle konuştum. Ek iş yapıyor, baktığı bir iki apartman varmış. Neyse bu dedi ki, geçen seneden yakılan kömürün külleri varmış. Baya birikmiş. Bu şimdi hem burası hem orası derken yetiştiremiyor. Birine ihtiyacı varmış. Dün karşılaştık, hemen aklıma sen geldiğin için sorunca, o da isterse gelsin çalışsın dedi. Günlüğüne yüz bin lira veririm dedi. İyi değil mi arkadaşım, en azından işini görür.’
Dün yaşananlardan sonra fotokopicinin haberi beni o kadar mutlu etmişti ki, utanmasam karşısında ağlayacaktım. İşin zorluğu umurumda bile değildi. ‘Yanına ne zaman gideyim kalorifercinin’ diye sordum. Saatine bakıp, ‘sabah yakıyor ya kaloriferleri, şimdi orada mıdır, dur bakayım düşüneyim, bence sen git yine de, nerede olacak ki, onunla konuşursun, başlarsın hemen işe’ dedi. Durup, bekleyecek zamanım yoktu. Kalan simidi hızla yerken, fotokopici gülümsüyordu. Son lokmalarımı ağzımda çiğnerken ‘ne iyi adamsın sen be’ dedim. ‘İyilik canım arkadaşım’ dedi, ‘iyilik yapmak gerekiyor. Sen demedin mi dün, hepimize gerekli olan bu. Bak işte, emeğinle de para kazanacaksın, ne mutlu sana!’ Kalorifer dairesinin nerede olduğunu tarif ettikten sonra, hızlı adımlarla fotokopi odasından ayrıldım. Adımlarım hızlı değildi, koşuyordum. Bir ara hayal gördüğümü sandım ama karşıdan gelen, arkadaşlarıyla beraber yürüyen Şule’den başkası değildi. Koşmayı bıraktım. Yaptığım zaten aptalcaydı. Koridorlarda koşturunca, insanlar ‘bir şey mi oldu’ diye merak edebilirlerdi. Şule arkadaşlarından iki üç adım öne geçip, yanıma doğru yürüyünce, durdum ve soluklandım. Nefes nefese kalmıştım. ‘Merhaba’ dedi. Bakışlarındaki şaşkınlık belirgindi. ‘Merhaba’ dedim, ‘günaydın.’ ‘Ne oluyor’ dedi, ‘niye koşuyordun az önce?’ ‘Hiç’ dedim, ‘bir yere gitmem gerekiyordu da.’ Açıklamamın yetersiz olduğunun farkındaydım. İkimizde susmuş, birbirimize bakıyorduk. Ellerimi böbreklerimin üzerine doğru koymuş, nefes alışverişimi istemsizce kontrol altına almaya çabalıyordum. ‘Sen Gazi’de okumuyor muydun, mühendislikte, burada ne işin var anlayamadım’ diye sordu. Şule’yle normal bir zamanda başka bir yerde karşılaşmam güzel olabilirdi ama o an hiçte vermek istemeyeceğim cevaplara doğru sürükleniyordum. ‘Aynen, öyle ama bir işim vardı’ dedim. ‘Bu işinin dün yaşananlarla bir alakası yoktur umarım’ dedi. Dün yaşananlar mı dedi? Duymuş muydu? Hayır, yoksa o da beni dinleyenler arasında mıydı? ‘Hayır, hayır’ dedim, ‘alakası bile yok. Gerçekten başka bir şey.’ Böyle söyleyince de bu sefer bir kız için geldiğimden şüpheleneceğinden korkmuştum. ‘İyi o zaman, (parmağını arkadaşlarının girdiği sınıfı göstererek) derse gireceğim ben de’ dedi. ‘Şey’ dedim, bu şeyi çok uzatmış olmalıydım, gülümsedi, ‘bu akşam yurdun iğrenç yemeklerinden kurtulmak istemez misin yine’ diye sordum. Bir an duraksadı. Eğer bir kız için buraya gelmiş olsaydım, herhalde böyle bir soruyu ona sormazdım diye düşünmüş olabilirdi. ‘Haftaya sınavlar var, ders çalışmam gerekiyor ama bir akşam yemeğini dışarıda yemek kaç saatimi alır ki’ diye cevap vermesi karşısında havaya uçacak gibiydim. Aynı gün içerisinde yarım saat geçmeden iki güzel haber alıyordum. ‘Olur mu diyorsun’ diye sordum. ‘Evet dedim ya’ diye söyleyince, ona sarılmak istedim. ‘O zaman saat altı diyelim, uygun mu senin için’ dedim. ‘Olur’ dedi, ‘güven parkın orada buluşalım mı? Seninle konuşmam gereken şeyler var.’
…
Şarkıyı anımsadım bankta otururken. ‘Kondulardan gelmişik lo, açlık yoksulluk çekmişik, her sabahın seherinde, güven park’ta birikmişik.’ Yanıma yaklaşan iki adamı fark etmemiştim bile. İkisi de dik dik yüzüme bakıyorlardı. ‘Ne yapıyorsun burada’ derken, ikisinin de yüzüne bakar gibi yapıp, tam ortalarındaki boşluğa bakıyordum. Bacak bacak üzerine attığımdan rahat bir tavrım vardı. Kim oldukları yürüyüşlerinden belliydi. Genç olanı ‘kime diyoruz, ne yapıyorsun burada’ diye tekrar sordu. ‘Oturuyorum’ dedim usulca. ‘Daha güneş doğmamış, ne işin var burada’ diye sorunca, ‘kimsiniz’ diye sordum. Genç olanı rozetini çıkarmak için elini ceketinin cebine atarken, ‘oturuyorum işte, bir rahatsızlık mı verdim’ dedim. Yanlış yapıyordum. Diklenmemem gerekiyordu. Genç olan ‘kimliğini çıkar’ dedi. İçimde kalırsa beni iyice sıkacağından ağzımdan çıkacaklara müsaade ettim:’ Çocuk değiliz. Düzgün davranın önce. Hem anılara karşı hiç mi saygınız yok? Oturup, şurada eski zamanların hatıralarına dalmışken, keşke hiç gelmeseydiniz yanıma.’ İçlerinden genç olanı daha atak davranarak ‘çıkar dedik sana kimliğini’ diye diretince, hafif öne kaykılarak cüzdanıma el attım. Silah çıkaracağımı düşünecek kadar aptal olan gence gülümsedim. Cüzdanı görünce rahatlamıştı ama yine de verdiği tepkiler can sıkıcıydı. Kimliği elime aldıktan sonra, kemerine taktığı telsizi eline alıp, anons geçti. Hiçbir suçun yokken sorgulanmak ne aptalca bir şey! Hissin canlılığı bile insanın rahatını bozacak cinsten. Kimlik numaram telsiz bağlantısı üzerinden merkezde oturmuş, önünde duran bilgisayar ekranı üzerinden gbt sorgulatan adama iletilirken kuşlara bakıyordum. Ne güzel uçuyorlardı! Genç olan kimliğimi geri uzatırken ‘ohalde olduğumuzu hatırlatırım, gbt’de sıkıntın yok ama düzgün cevap’ dedi. Yanındakine bakıyordum. Sanırım gencin konuşma tarzı onun da canını sıkmış olmalıydı. Belki de hoşuna gitmişti, kim bilir! Yanımdan uzaklaşırlarken, parkta derin derin nefes alıp vermeye başladım. Buraya o yüzden gelmiştim. Onun kokusunu ilk defa derinden aldığım, ilk defa sarıldığımız yer olduğu içindi. Şu alt tarafta, minibüsçülerin park ettiği tarafa doğru bir ağaç vardı. Onun yanındaydı. Sahi, gençlik işte! Devrim hayalleri, devlet kurtarmaca, işkence seviciler, acı çekenler, kanlarıyla oruç açanlar ve diğerleri. Tek başına bir toplum var ediyordum. Tek başına bir ülkeden bahsediyordum. Şule ‘kömür mü kokuyorsun sen’ demişti.
Şimdi ölesiye yalnızlık kokarken, daha bir korkak hissettim kendimi.
YORUMLAR
her şey yalan, Şule bir kaç göz kırpımı, yalnızlık her daim gerçek, en ete kemiğe bürünmüş haliyle.
içimden resim çizmek geldi. zamanında çizime emek harcasaydım keşke. koca bir yemek masası mesela, masada oturan dev bir yaratık, kalın çirkin derili, salyaları akıyor. çok başlı; bir sürü ağzı var, bir sürü gözü... bir sürü kolları sürekli hareket halindeymiş gibi. masaya dağılmış insan gruplarına bu yaratık tarafından bir taraftan çatallar batırılırken, bu gruplar bir taraftan da yaratığın ceplerine indiriliyorlar. sonra masa altına gelişi güzel serpiştirilmiş kutucuklar içlerinde birileri. kimi kutucuk parmaklıklarına tutunmuş, kimi elleri çenesinde oturuyor, gülenler de var tabi. ve tavana da bir sürü göz çizerdim, gözleri şaşı çizerdim, birbirlerine karışmış... ilk anda aklıma gelen bu. dur bakayım, üstünde biraz daha oynamam gerekebilir.